22 Aralık 2013 Pazar

Yargi ile iktidarin üzerine gidilebilir mi?

Yargi, kuvvetler ayriligi prensibine göre yürütme ve yasamayla karsilikli calisan bir devlet erkidir. Bu karsilikli calismanin celiski ve catismayi icerdigi rahatlikla söylenebilir ve aslinda istenen ve arzu edilen bir durumdur bu. Sistem bu celiski üzerine kurulmustur cünkü. Celiskiler yeni fikirlerin yaratilmasina neden olur ve devletin gücüne güc katar. Ama yargiya "muhalefet" görevi yüklemek imkânsizdir. Muhalefet etmek isteyen bir güc, bunu siyasi yollardan yapmalidir. Bunun yeri de siyasi arenadir.

Halkin önüne cikip iki cift laf edilebiliyor mu? Dahasi, dinleyiciler bu konusma sirasinda inandirilabiliyor mu? Bu belki de dünyanin en zor isini yapabilecek siyasi organizasyon gücü mevcut mu? Iste bütün mesele budur... Cünkü kapitalizm, insanlari ikna etmek ve onlari yönlendirmek yetenegi üzerine kurulu bir sistemdir. Sadece veri yetmez. Sadece caliskanlik, yetenek, bilgi yetmez. Dil dökmek, insanlarin gönlüne girmek gerekir. Malini en az maliyetle müsteriye satabilen, kraldir, isterse mal kalitesiz olsun. Bir mahalle kahvesine girip, kendisini hic tanimayan insanlarda bir anda bir sempati dalgasi yaratabilen bir konusmaci, kraldir. Bunu yapamayan tarihe karisir.

Eger verilecek bir mesaj siyasi yollardan verilemedigi, baska yollara tevessül edildigi zaman ne olur? Sözümona devletin icine sizarak, bazi köse baslarina adamlar yerlestirip devlerin gücünü siyasi bir silah olarak kullanmaya yeltenip, kanun hükümlerinin yol actigi nispette, hükümet karsiti operasyonlar düzenlemeye kalkismak, tabii bütün bunlar düsünülebilir. Böyle seyleri bolca yapmaya calisanlar olmustur da.

Ama dikkat edilsin, sistem bu gibi seylere bagisik olmak üzere kurulmustur. Cünkü siyasi mesajlar, ancak siyasi organizasyonlar tarafindan verilebilir. Internet sitelerinin, gazetelerin, ordunun, askerlerin, mahkemelerin, meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluslarinin, cemaatlerin, din adamlarinin, hacilarin, hocalarin böyle bir islevi yoktur. Nitekim eskiden, askeri bürokratik vesayet döneminde askerler mesajlarini kapali kapilar ardinda veya acikca, basin önünde verirlerdi. Ama sonra siyasiler bunu siyaset diline cevirirler, programlarina alirlar, sloganlastirirlardi.

Örnegin 12 Mart döneminde askerlerin kullandigi dili, siyaset diline ceviren bir Nihat Erim vardi. 12 Eylül döneminde Turgut Özal vardi. Bülent Ulusu vardi. Sonra Kenan Evren, bizzat siyasetci olarak siyasi arenaya indi. Nitekim askeri vesayet, daha sonra hicbir siyasinin bu mesajlari siyaset diline cevirmemesi, cevirmeye yeltenenlerin ise derhal halk tarafindan cezalandirilmasi sayesinde son buldu. 

Eger ortada verilen mesajlari siyaset diline cevirecek bir siyasi organizasyon yoksa, mesaj yine verilir, ama siyasiler bunlari havada kaparlar ve o mesajlari islerine geldigi gibi kullanilir.. Örnegin hükümet de bir siyasi organ oldugu icin bunlari kendine yontar bicimde yorumlar, o zaman hükümet karsiti gibi görünen caba ssonucta hükümetin kuvvetlenmesine bile neden olabilir.

Nitekim bugün olan da bu degil mi? Bazi iktidar yanlilarinin yolsuzluk yaptigi, bu yolsuzluklarin üzerine yargi organlari vasitasiyla gidildigi görülüyor. Ama daha baslangicta yapilan sey iki tarafi keskin bicak misali, hükümetin siyasi propagandasi icin öylesine bicilmis kaftan görüntüsü veriyor ki, bu yapilanlarin hükümetin isine gelecegi o kadar acik ki, secim öncesi bir propaganda malzemesi yaratmak icin hükümet ve ortagi olan hareket tarafindan bile bile organize edildigi ihtimalini akla getiriyor. Bence burada isin icinde iki tür amac sahibi de var: Birincisi, yolsuzluk operasyonlarindan yararlanarak hükümeti yipratabilecegini sanan, siyasi anlamda gercek "ebleh"ler ... Ama bunlarin sayisi son derece az gibi görünüyor. Ama asil isin öbür boyutuna oynayanlar, yani hükümetin yararlanmasi icin bu catismadan malzeme üretmeye calisanlar daha fazla gibi, Toz duman biraz dagilsin, bu ayrisma daha net bicimde görülecektir.

Bu yapilanlar, hükümete neden altin firsatlar sunuyor?

1- Hükümet bu yargi operasyonlarina karsi derhal "yargi bagimsizdir" sloganina sarilip, "bakiniz, sirasinda en güzide bakanlarimizin ogullarini bile gerektiginde savciya teslim etmekten cekinmedik. Bizde hukukun üstünlügü prensibi esastir, türünden bir propagandaya zemin saglayabilir. Tabii bu tür hukukseverligin AKP acisindan gercek olmadigini herkes biliyor. Ama bu propagandayla bunun tem tersi bir görüntü yaratilamaz mi? Bu durumda malini satar mi hükümet? Bence satar. Nitekim simdiden Ali Babacan`in agzindan " "Biz hiçbir zaman yolsuzluğun üzerini örtmeyiz, yolsuzlukların arkasında durmayız gereği ne ise yaparız" , cikislari duyulmaya basladi bile.

Gecmiste bir ara Özal da, Ismail Özdaglar adindaki bakanini yarginin eline teslim etmis, sonra da bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanmisti. Ama o sirada bile ANAP yolsuzluklarin batagina girtlagina kadar saplanmis durumdaydi. Yine de Özal, böyle bir durumda bile dürüstlük propagandasi yapabilmisti.

2- Bu yapilanlar, AKP`nin o cok bayildigi "magduriyet" propagandasina destek veriyor. Yine dis gücler vurgusu, yine kökü disarda operasyon yapiliyormus havasi, basta basbakanin agzindan olmak üzere sikca dile getirilir oldu. AKP askeri vesayeti bitirdikten sonra, magdur olamamanin, halka birilerini sikayet edememenin sikintisi icindeydi. Cemaat tam o sirada AKP`nin imdadina yetisti denilebilir.

3- Zengin is adamlarina, lüks hayat yasayanlara, babasinin ününden yararlanip kesesini doldurmaya calisanlara, kisacasi asalak yasam türüne karsi halkin biriken öfkesi siyasi alanlara kanalize ediliyor. Asalak yasami mahkûm ettirmek, bir muhafazakâr iktidarda da mümkündür imaji verilmeye calisiliyor. Oysa asalak yasamlarin daha cok muhafazakâr iktidarlar döneminde palazlandigi, özellikle Türkiye gibi feodal-mafya türü olusumlarin hâlâ capcanli oldugu bir ülkede, sosyolojik bir vakiadir.

4- En önemlisi siyasi catismanin ekseni AKP CHP ekseninden cikariliyor ve eksen, AKP Cemaat arasina yerlestiriliyor. Yani secim süreci, bir demokratik demokratik hak ve özgürlüklerin gelistirilmesine hizmet etmekten cok, muhafakâr klikler arasindaki kayikci kavgasina indirgeniyor. Bu kavgayi kim kazanirsa kazansin, Türkiye`deki temel hak ve özgürlükler bir adim bile ileri götürülemeyecektir. Cünkü AKP de en az Cemaat kadar demokrasi karsiti bir olusumdur.

Türdes unsurlari birbiri ile rekabet ettirerek bir kâr sarmali yaratmak, aslinda is adamlarinin kullandigi kapitalist bir taktiktir. Koc Holding bir zamanlar Arcelik`e karsi Beko markasini bu amacla yaratmisti. Her ikisine de benzer kaltedeki mallari, az cok farkliliklar yaratarak ürettirip kendisine karsi gelisen tüketici tepkisini yine kendi amaclari dogrultusunda, kârina kâr katmak icin kullanabildi. Yani bir anlamda tekel kurmaktir bu. Türkiye`nin siyaseti üzerinde de muhafazakâr dinci cevrelerin âdeta bir tekeli kurulmaya calisilmaktadirlar. Demokratik talepler bu yolla âdeta marjinalize edilmektedir.

5- Bu kavgayla aslinda muhafakâr dinci cevreler demokratlardan, liberallerden rol calmayi amaclamalari da isin bir baska yönü. Dikkat edilirse, hem AKP hem de Cemaat, demokratlarin simdiye kadar onlar aleyhinde ileri sürdügü ne kadar elestiri varsa bunlari birbirlerine karsi yöneltmektedirler. Özellikle AKP`nin Cemaat`e karsi liberallerin birikmis öfkesini dillendirecek sekilde propaganda yaptigi görülmektedir. Bu yönelimden, AKP`nin Cemaat karsiti liberal demokratik oylari kazanmayi hedefledigi sonucu cikarilabilir. Özellikle dershanelerle ilgili tartismalar sirasinda AKP`nin bu tavri cok belirgindi. Amac, AKP`nin sikistigi %52`lik cendereyi biraz olsun gevsetmek, oy oranini %57-58 bandina oturtmaktir. Eger oy orani bu banda otururursa, cumhurbaskanligi icin Erdogan umutlarini sürdürebilir. Cünkü AKP`nin zirveyi gördügünü, bundan sonra kacinilmaz düsüsün baslayacagini Erdogan bilmektedir.

Secimler sonrasinda, eger istediklerini elde ederlerse bu ikilinin yine el ele kol kola yollarina devam ettigi görülecektir. Bu dönemde demokratik cevrelere düsen görev, bu ikilinin bir elmanin iki yarisi kadar birbirine benzedigi ve ikisinin de demokrasiye kazandiracagi hemen hicbir seyin olmadigi yönündeki propagandaya hiz vermektir. 

11 Aralık 2013 Çarşamba

Özel hayata müdahale ve sansür

Konuyla ilk yüzyüze gelisim Ugur Dündar`in haftalik programlarini seyrettigim yillara rastlar. Ugur Dündar, gercekleri ortaya cikaran, yılmaz, sınır tanımaz gazeteci rolünü oynuyordu. Ikide bir lahmacuncuları, kebabcıları basıyor, tursu imalathanelerine, sucukculara göz actırmıyor, onların halkın saglıgıyla nasıl oynadıgını gözler önüne seriyordu. Git gide bu basmalar, gizleneni ortaya cıkarmalar bir gazetecilik basarısı olarak görülmeye basladı. Yüzyıllardır kac-göc iliskilerinin agır baskısı altında yasamıs olan toplumumuz, birdenbire gizleneni ortaya cıkarmanın dayanilmaz cazibesi ile tanıstı.

Ugur Dündar durmuyor, giderek sucuk imalathanelerinden, organ nakli yapan, insanların cinsiyetini degistiren doktorların muayenehanelerine atlıyor, onlara tuzaklar kurup, istemedikleri halde, onları, kendilerinden sikayetci olan eski hastalarıyla stüdyoda sürpriz bir sekilde karsılastırıyor, adamın stüdyoyu saskınlık icinde terkedisi, kameralarca saptanıyor, bütün bunlar birer gazetecilik basarısı olarak gösteriliyordu.

Ugur Dündar, sonunda, arkasına toplumun rüzgarını alarak dinci kesimi gözüne kestirdi. Bütün amacı, dincilerin ahlaklı olunması yönündeki telkinlerinin bir yalan oldugunu, bu insanların aslında, siyaset ugruna rol yaptıgını, hırsızlıgın ve ahlaksızlıgın âlâsının bu insanların genel karakteri oldugunu delilleriyle topluma sunmaktı.

Ne büyük bir tesadüftür ki, onun bu cabası, o sıralar 28 Subat, "post modern" darbesini hazırlayanların dinci kesime yönelik “kara propogandası” ile aynı zamana rastlamıstı. 28 Subatcıların basını nasıl manipüle ettigini biliyoruz. Ugur Dündar`ın dinci kesimi hedef alan bu programlarının, 28 Subat sürecinin etkisiyle olusmadıgını düsünmek bu nedenle mümkün degil.

Sonucta bu programlar bir felaketle sonuclandı. Serafettin Yardimedici isimli din adamı, Ugur Dündar`ın Arena adlı programında yaptıgı inanılmaz bir yayının ardından, 1 Kasım 1996`da intihar etti. Serafettin Bey`in evine gizli kamera yerlestirilmisti. Ugur Dündar kamerayı yerlestirenlerin bizzat kendileri olduguna dair bir izlenimi program sırasında olusturmaktan cekinmedi. Hatta öyle ki, aksam adamın evinde cekim yapılıyor, ertesi gün aynı adamla parlemento bahcesinde röportaj yapılarak, gece kadına söylediklerinin tam tersi ona röportaj sirasinda söyletilerek, bu kesimin nasıl dürüstlükten uzak oldugu “dellileriyle” kanıtlanmıs oluyordu. Serafettin Bey`in beraber oldugu kadınla anlasılmıstı. Bu kadının nasıl olup da ikna edildigi ayrı bir soru isaretidir. Bir erkegin, beraber oldugu sırada bir kadına söyledigi her ne varsa, televizyonda yayımlandı. Yapılan bu ifsaat, bütün dinlerin "gizlilige girme" olarak gördügü ve elestirdigi seydir. Ayrıca gizlilige girme 1982 Anayasası`nin 20. maddesine göre yasaktır. Buna ragmen bu insanın yatak odasına, göz göre göre, üstelik biz yaptık diyerek kamera nasıl yerlestirilmisti? Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Anayasası`nı korumakla görevli makamlar neden harekete gecmedi? Bu da ikinci soru isareti. Ondan önce Henry Miller`in “Oglak Dönencesi” adlı romanının müstehcen olduguna karar verilen sayfaları, satırları siyah sansür bantıyla kapatılmıs olarak yayımlanmıstı. Henry Miller`in kitabını cinsellik icerdigi gerekcesiyle bantlayan Türkiye ile, Serafettin Yardımedici`nin yatak odasına kamera yerlestirip görüntüleri televizyonda yayımlayan Türkiye aynı Türkiye`dir. Sunu diyecegim: Oglak Dönencesi 1985 yılında bantlandı. Yardimedici`nin evine kamera 1996 yılında yerlestirildi. Her iki dönem de askeri vesayet rejiminin isbasında oldugu dönemlerdir. Yani aslında asagılanan genel olarak insan ve onun özel yasamıdır. Bu yasam bazen kitaplarda siyah seritlerle kapatlıyor, bazen de ayıp bir sey gibi televizyonlarda gösteriliyordu.

Üstelik bu tür propaganda, toplumun bilincine özellikle "laik" kesim ve onların yayin organları tarafından halen de sürekli pompalanmaktadır. Halen bizdeki "Sözcü" gazetesi bu tür propagandanın sampiyonlugunu yapmaktadır. Ugur Dündar da zaten o gazetenin yazar kadrosundadır.

Her sey bir yana: yıllar sonra aynı yöntemler bu sefer Ugur Dündar`a uygulandıgı zaman, kendisinin "özel hayatın gizliligi" diye ayaga fırlamasına ne demeli? Insan sunu sormadan edemiyor: Acaba, özel hayatına saygı gösterilmesini istemenin, herkesin en dogal hakkı oldugunu Ugur Dündar kendi tecrübeleriyle gercekten ögrenmis midir?

Gecenlerde Cem Yılmaz`ın bir programını izlerken aynı sorun yeniden karsıma cıktı. Cem Yılmaz, Facebook hesaplarının CIA tarafından gizli gizli takip edildigini düsünen kesimle alay etmek icin “cia ne yapsın senin ...lu hesabını” diye soruyor; onu dinleyen “hesap sahipleri” de bu espriye katıla katıla gülüyorlardı.

Cem Yılmaz`ın üstadları olan Ugur Dündar`dan veya Henry Miller`in Oglak Dönencesi adlı romanınını siyah seritlerle bantlayanlardan cok sey ögrendigi acık.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Demokrasi, "yönetime katilim" midir?

Cumhurbaskani Abdullah Gül son dönem konusmalarindan birinde "Tarihte İslam toplumlarının en fazla önem verdiği değerler hak ve adaletin tecellisi, şeffaflık, devlet yönetimine katılım ve istişareleri gibi konular olmuştur" diyerek islam ile demokrasinin arasinda bir ikilem olmadigini söyledi. (Ekim 2013 - Milliyet)

Bu cümle, siyasetcilerin olaylara nasil baktigini belirtmek acisindan bize cok sey anlatiyor. Aslinda "islam toplumlari öteden beri hak ve adaletin tecellisine önem vermistir" diyen biri, teorik anlamda hicbir sey söylememis demektir. Bir totolojidir bu. Cünkü bütün toplumlar hak ve adaletin tecellisine önem verir. Aksi takdirde toplum olarak bir arada bulunmanin imkâni yoktur. Bugün Taliban`in bile mahkemeleri var. PKK`nin da var. Bugün en uydurma örgüt, dünya üzerinde bir toprak parcasi ele gecirmeyegörsün, hemen bir mahkeme kuruyor. Birileri hakkinda kararlar veriyor. Mesele, hak ve adaletin tecellisi degil. Hangi hakkin, hangi adaletin tecelli ettiginde. 


Aslina bakilirsa, bu cümlelerde siyasetcilerin bütün mahareti gizlenmis durumda. Özü itibariyle son derece totolojik bir cümle kuracaksiniz. Ama satir arasinda baska bir sey ima edeceksiniz. Abdullah Gül`ün ima ettigi de sudur: `Tarih boyunca islam toplumlarinin hak ve adalet anlayisi ile simdiki demokratik toplumlarin hak ve adalet anlayisi arasinda aslinda cok büyük bir fark bulunmamaktadir. Hic fark yoktur, demek tabii ki mümkün degildir. Ama iki sistemin hak ve adalet anlayisi arasinda kavramsal düzeyde bir akrabalik vardir. Bu nedenle islam toplumlari, özünde demokrasiye hazirliklidir` Bütün bunlari deseydi gercekten anlamli bir sey söylemis olurdu. Peki bunu neden söylemiyor? Cünkü , bunu söylese bütün dünyanin ayaga kalkacagini biliyor da ondan. Onun yerine diyecegini herkesin kabul edecegi bir forma sokuyor, "hak ve adaletin tecellisi" diyor. 


Eger konusma bu hak, adalet ve seffaflik kavramlari etrafinda dönseydi, bu eninde sonunda bir "acilis konusmasi"dir der gecerdiniz. 4. Istanbul Forumu`nun acilis konusmasidir bu. Böyle bir formatta, herkes kendilerini alkislamak icin hazir beklerken siyasilerin teorik sorunlara cözümler getirmesini bekleyemeyiz. Onlar kitlelerin gönüllerini alacaklar, onlara cesaret verecekler, mümkün oldugu kadar yuvarlak, herkesin isine gelen, egilip bükülebilen cümleler kuracak ve bunun icin de bazen olmazi olur gibi göstereceklerdir. Siyasetin toplumda oynacagi rol budur bir bakima. 


Ama Abdullah Gül bununla kalmiyor. Üstüne bir de "devlet yönetimine katilim ve istisareleri" diyor. Bakin bu konu cok ilginc iste! Gercekten ilimli islam`in bütün teorisyenleri, Islam`in demokrasi ile bagdastigini kanitlamak icin islam dininin devlet yönetiminde "istisare" yöntemini benimsedigini, bu nedenle demokrasi ile islamiyetin birbiriyle kolay bagdasacagini ileri sürmüslerdir. Nitekim Jön Türkler`in en önemli yayin organlarindan birinin adi "mesveret" idi. Ahmet Riza bey gibi dinsiz ve pozitivist olan bir Jön Türk bile "mesveret" diyor, bu kavramla özünde bir islam toplumu olan Osmanli Imparatorlugunda kendine bir yol bulmaya calisiyordu. Yeni Osmanlilar (yani birinci kusak jön Türkler) ile 1880 sonrasi Jön Türk kusagi (Ahmet Riza, Abdullah Cevdet, Ishak Sükûti ve daha sonra Prens Sabahattin) hemen hepsi mesrutiyet düzeninin teorik temelini mesveret, yani danisma ve istisare kavrami üzerine kurmuslardi. Jön Türkler, padisahlik kurumunu da bu düzene katilmaya ikna etmek icin, mesveret kavramini bir arac olarak kullaniyorlardi. Yani padiahin yine yerinde kalacagi, hükmünü icra edecegi, yalniz mesrutî meclisle danismalarda bulunacagini düsünüyorlardi. Yani ne sis ne de kebap yanacak, halk ve padisah azar azar demokrasiye alistirilacak, sonucta toplum gelistikce, padisah, Ingiltere benzeri bir sekli hakimiyet catisi altinda, iktidari tamamen halka devretmis olacakti. 


Bu plan tutmadi tabii. Tutamazdi, cünkü Ingiltere krali ile padisah arasinda bir benzerlik kurmak mümkün degildi. Ingiltere krali hic bir zaman padisah benzeri mutlakiyet iktidarina sahip olmamisti ülkesinde. Avrupa`daki bütün krallar, feodal beylerin, soylu sinifinin bir tür onayi ile iktidarda bulunmuslardir. Ingiltere`de ve diger Avrupa ülkelerinde krallarin hükümranligi zaten sinirli idi. Soylu sinifinin olmadigi Osmanli`da ise, tam tersine padisah bütün bir ülkenin tek sahibi olagelmistir. Ülkede gercek anlamda bir özel mülkiyet rejimi yoktu. Örnegin zenginlerin mallarina Tanzimat dönemine kadar, öldüklerinde, padisah tarafindan el konulabilirdi. Padisah zenginlestigini gördügü bir devlet adamini bir firsatini bulup, malina el koymak amaciyla ölüme yollayabiliyordu,  Böyle bir ülkede, padisahin Jön Türklerin fazlasiyla iyi niyetli planina razi olacagini düsünmek mümkün degildi. 

Simdi bakin yine ayni düsünce sunuluyor bize. Yine biz hükümdar olalim, sizler de bize fikir verin, danisalim, görüselim, gecinelim deniyor. Ama yüzyil sonra bu planin tutacagini düsünmek icin yine Jön Türkler gibi, ama bu sefer ters yönden saf olmak gerekir. O zamanlar plan tutmadi, cünkü padisahin mutlakiyet gecmisi ve aliskanliklari, halkta yerlesmis imaji cok güclü idi. Bu sefer yine tutmayacak, cünkü artik her cesit mutlakiyet ve otorite, bireyin gücü karsisinda zayifliyor. Türkiye de bu demokratik akimin en güclü oldugu ülkelerden biri. Aslinda bütün Orta Dogu bu sekilde ayrisiyor. O devirler coktan tarihe karisti. Hayalci ve romantik AKP`nin ise bireyin gücü karsisinda taviz vermeye hic niyeti yok. Hâlâ özel hayata müdahale pesinde. Onun bu inadinin ergec toplumsal bir kirilmaya yol acmasi kacinilmaz görünüyor. Gezi olaylarindan hic ders almadilar. Tam gaz yollarina devam ediyorlar. Fakat sonunda bir gün, bireyi tanimamakta direnen her cesit gücün tuzla buz olmasinin mukadder oldugu gercegiyle tanisacaklar.

AKP, Orta Dogu krallarina bu temelde yakinlasiyor. Suudi Arabistan kraliyla arasi bu temelde iyi. Oysa genis demokratik kitleler, artik yönetime katilma, istisare, danisma falan degil, bizzat yönetimin kendisini istiyor. 


AKP ile Cemaat arasindaki kavga, kayikci kavgasi niteliginde

AKP ile cemaat arasindaki kavga, dikta rejimi heveslisi askerler ve onlarin sivil destekcileriyle AKP-Cemaat koalisyonu arasinda 2008-2011 yillari arasinda yasanan iktidar savasindan bazi temel noktalarda farklilik gösteriyor. Öyle ki, bu farkliliklar AKP ile Cemaat arasindaki kavgayi âdeta bir kayikci kavgasi düzeyine düsürüyor ve kavganin taktik düzeyde, AKP ile Cemaat arasindaki güc iliskilerini yeniden düzenleme, o cok bilinen deyimiyle "balans ayari" yapma amacini tasidigi izlenimini veriyor. 

Türkiye`de bir kavganin gercek anlamda iktidar kavgasi olabilmesi icin, celiskinin cok uzun yillara dayanmasi, nispeten uzun bir gecmisi olmasi ve toplumun degisim öyküsünün bir dönemini temsil etmesi gerekir. Türklerde ic savas refleski cok azdir. Bicak kemige dayanmadikca birbirleriyle savasmazlar. Bu acidan askerlerle, AKP-Cemaat koalisyonu arasindaki kavganin en azindan 150 yillik bir gecmisi vardir. Türkiye`de gercek iktidar, cok nadir degisir. 

Son dönemini temsil etme görevi darbe yanlisi askerlere verilmis olan bürokratik vesayet rejimi aslinda 1839`da ilan edilen Tanzimat fermani ile acikca ve resmen iktidara gelen bir tür aydin despotizmidir. Tanzimat`tan cok önce 1650 yillarinda iktidara gelen Köprülü hanedani, Türkiye`de bürokratik vesayet rejimini Türkiye`de ilk kuran, onun temellerini atan bir yöneticiler toplulugu olarak dikkat ceker. O zamanki catisma daha cok saray ve aydinlar tarafindan temsil edilen despotik klik ile yeniceri-ulema bloku arasindaki mücadele olarak toplumsal plana yansiyordu. AKP-Cemaat ile Askerler arasindaki iktidar mücadelesinin kökleri buna göre neredeyse 350 yillik bir gecmise dayanir. Bu catisma toplumun temel dönüsüm dinamikleriyle ilgilidir, tamamen Türk toplumuna özgüdür ve daha tam olarak sona ermis degildir. Ancak ilk defa 2008-2011 yillari arasinda bu despotik aydin kimligindeki vesayet rejiminin büyük bir darbe aldigi, ilk defa toplumsal desteklerinden soyutlandigi ve bir yokolus dönemine girdigi söylenebilir. 

Yine ilk defa askerleri cani gönülden destekleyen, Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 10-15`´lik bir bölümünü olusturan 7-8 milyonluk bir kitle, askerlerin iktidardan düsüsünü eli kolu bagli bicimde izlemek zorunda kalmistir. Bu tür tepkisizligin ve seyirci kalisin, Adnan Menderes`i cok seven, ama onun asilisini caresizlik icinde seyretmek zorunda kalan kitlelerin sessizligiyle cok yakin bir benzerligi vardir. Yani kitleler düzeyinde Türkiye`de bir rol degisimi yasanmaktadir. Simdi sessiz kalmak sirasi, darbe yanlisi, askeri vesayet yanlisi genis kitlelerindir.

Eskiden olsaydi bu kesim hemen ortaliga dökülür, eylemler yapar ve basin tarafindan alkislandikca büyüyen ve derinlesen bir toplumsal tepki olustururlardi. Adnan Menderes`in düsürülmesi süreci, bu tür gösterilerle basladi. Hemen ögrenci gencligin icinden bir takim mitler, efsanevî kahramanlar yaratildi: Mesela Turan Emeksiz, mesela Ali Ihsan Kalmaz. Bunlarin vuruldugu yerde, anitlar dikildi. Adlari sehir hatlari vapurlarina verildi. 

Cumhuriyet Mitingleri bu kitlelerin, Türkiye`nin siyasal sahnesinde son boy gösterisidir ve bundan sonra da bu tür gösterilerin düzenlenme olasiligi yok denecek kadar azalmistir.

Böyle bir kavgayla karsilastirilinca AKP-Cemaat arasindaki kavga ayrinti düzeyinde ve fazla “politik” kaliyor. Bu kavganin secimlerden önce sahneye konmus olmasi dikkatle not edilmelidir. Acaba AKP, Cemaat ile arasindaki ipleri gevsetmeye neden secim ortaminda ihtiyac duydu? Bunun, ikide bir "Rabbim, Rabbim" diye söze baslayan Sarigül`ün Istanbul Belediye Baskanligi`na adayligini koymasi ile yakin bir iliskisi olmasin sakin? Siz Cemaat yazarlarindan, Sarigül`e karsi elestiri mahiyetinde yazilmis tek bir cümle okudunuz mu simdiye kadar? 

Sarigül, uzun süre liberal demokrat cevrelerde, Erdogan`in kisiliginde somutlasan pragmatist islamci politikaci tipine, liberal ve demokrat cevreler tarafindan verilmis, yine pragmatist bir cevap olarak görüldü. Erdogan nasil balkon konusmalariyla liberal demokrat cevrelerin gönlünü aliyor, demokrat oldugu izlenimi veriyor, ama sonra anti-demokratik uygulamalarina kaldigi yerden devam ediyor idiyse, Sarigül de "Rabbim, Rabbim" diyerek, dinci cevrelerin gönlün alma yarisina girmis gibi göründü. 

Sarigül, pisirilip sofraya konan bir yemegi andiriyor. Gezi olaylari sirasinda, acikca protestocularin yaninda yer alan Zaman yazarlarini hatirlayalim. Bu yazilarin Cemaat`in hayirhah destegini almadan yayinlandigini öne sürmek mümkün degildir. Ya o olaylar sirasinda, Türkiye ekonomisine yön veren hemen bütün holdinglerin AKP`ya karsi sessiz tavir alisina ne demeli? Bu tavir alis, hic bir zaman direkt cephelesme seklinde olmadi. Sadece bazi seyleri yapabilecekken yapmama seklinde tezahür etti. Mesela Koc Holding, Divan Oteli`nin kapilarini, protestoculara kapatabilecekken, kapatmadi, protestoculari iceriye aldi. Gezi parki eylemcilerine, Divan Oteli`nin mutfagindan sandvic servisi yapildi. Divan Oteli`nin tuvaletleri, protestocular tarafindan kullanildi. Olaylar sonrasinda da Koc Holding`in yöneticileri, hükümet aleyhine tek bir söz sarfetmediler. Sanki bir iktidar savasi yokmus gibi davrandilar. Ama hükümet cephesi, olaylar sonrasinda ikide bir vergi denetimleri yapti. Bankalara ´cesitli nedenlerle yüksek tutarli cezalar kesildi. Daha sonra da dershanelerin kapatilmasi gündeme geldi. Bütün bunlardan yola cikarak, Türkiye elitlerinin bir cicegin acilma hiziyla, aslinda bir iktidar degisimine hazirlandiklarini ama AKP`nin bu degisime direndigi sonucunu cikarabiliriz.

Pekiyi neden simdi? Neden, Türkiye tarihinde görülmemis bicimde %51`lik bir iktidar cogunlugu yakalanmisken, politik istikrarsizliga yol acacak ve ekonomik sonuclari kriz düzeyinde olacak bicimde bir iktidar degisikligi tezgâhlanmaktadir? Bunun, sahip oldugu iktidarin gücüyle sarhos olan ve elitlerin öngörmedigi bicimde, örnegin Suriye`de oldugu gibi, bazi süpheli yapilanmalarla politika gelistiren iktidarin giderek beliginlesen söz dinlemez yapisiyla direkt bir iliskisi var mi? Yani iktidara biraz ceki düzen mi verilmek isteniyor? Gücün tek elde temerküz edilmesine engel olunmak mi isteniyor? Yoksa daha baska nitelikte ve daha büyük bir oyun mu söz konusu? Secimler firsat bilinerek bu oyun mu sahneleniyor?

AKP cemaat arasinda koalisyonun catirdamasi, Orta Dogu`da olan bitenlerle cok yakin iliskisi olan, Cemaat`´n asil catismayi baslatan taraf konumunda oldugu, AKP`nin ise kendini savundugu, ama Türkiye`deki insanlarin demokratik taleplerine bir cevap niteligi tasiyan, cok yönlü bir gelisimin ürünüdür. Yani AKP, bürokratik vesayeti ortadan kaldirmayi tercih ederek Pandora`nin kutusunu kendisi acti, öyle diyelim. Bürokratik vesayet, bir daha geri gelmemek üzere tarihe karisirken AKP bunun yerine kendi vesayetini kuramayacak, buna büyük bir ihtimalle gücü yetmeyek. Cünkü kutunun kapagini acarken, öyle yüzyillik sürecleri harekete gecirdi ki, bu sürecler kutunun kapagini yeniden kapatmasina engel olacak.

Demokratik talepleri isine geldikleri icin taktik amaciyla kullanmanin söyle bir maliyeti var: Ortaya koymak istediginiz oyun, bazen sizi yutarak gercege dönüsebilir.

29 Eylül 2013 Pazar

Yeni dünya düzeninin ana hatlari belirmeye basladi

Afganistan, Irak, Suriye derken yeni dünya düzeninin ana hatları simdiden belirmeye basladı. Aslında 1989 yılından beri, yani eski düzenin temel direklerinden biri olan Sovyetler Birligi yıkıldıktan sonra yeni düzenin, geride kalan tek kutup olan Amerika Birlesik Devletleri etrafında sekillenecegi ve bunun bu sekilde devam edip gidecegi düsünülmüstü. Sonra 2001 yılında 11 Eylül terörist saldırısı yasandı ve yeni dünya düzeninin lideri olarak görülen Amerika herkesin gözü önünde acıkca dayak yedi. Üstelik bu dayagı atanlar, Afganistan daglarında yuvalanmis bir takim terörist odaklardi. Bilgisayar alanında dünya lideri olan bir süper gücün savunma sistemlerini atlatarak gerceklestirilen bu terörist saldiriyla; 21 yasındaki bir gencin Sovyet erken uyarı sistemlerinin ruhu bile duymadan, tek kisilik planör ucagiyla Kızıl Meydan`a inis yapmasi arasinda cok yakın bir benzerlik vardır. Iki olay da, bireyin sistemler karsısındaki gücünü kanıtlar cünkü. Yine Societe Generale`in bir tek kisi tarafından, dünya tarihinde görülmemis bicimde 50-60 milyar dolara varan tutarlarda, üstelik uzunca bir süre icinde ve bankanin bütün denetim sistemlerini atlatarak soyulmasi bu tür olaylardandır. Bu örnekler ilginc oldugu kadar, gelecekte kurulacak olan yeni dünya düzeni hakkinda bize ipucları vermektedir. 
Ardından 2008 ekonomik krizi, bütün dengeleri sarstı. Bu krizin etkileri halen sürüyor, cıkıs emareleri görülüyor, ancak kriz henüz tam anlamıyla atlatılmıs degil. Amerika cok daha esnek bir toplum yapısına sahip oldugu icin krizi daha güclü bicimde karsılayabildi. Aynı esnekligi gösteremeyen Avrupa Birligi el`an krizle bogusmakta. Büyük bir ihtimalle bu kriz Euro`nun Kuzey Euro ve Güney Euro olarak ikiye bölünmesine yol acacaktir. Bütün bu olanlar, 1989`dan sonra aslında yeni bir düzene gecilemedigini, aksine bir kaos dönemine girildigini, yeni düzenin bu kaosun bilesenleri arasında kurulacak yeni bir denge ile ortaya cıkacagını bize göstermektedir. Ilginc olan, dünyada birbirini takip eden denge ve kaos dönemlerinin süre acısından birbirinin neredeyse ayni olmasina ragmen, denge dönemlerinin azalma, kaos dönemlerinin uzama egiliminde oldugudur. Gecmise dönüp bakarsak: eski düzenin, yani iki kutuplu soguk savas döneminin ortaya cıkısınin yaklasık 1915-1945 arasındaki 30 yıl icinde gerceklestigini görürüz. Bu otuz yıl icinde iki kez dünya savası yasandı. Sürecin ana teması, iki süper gücün, orta boylu gücleri (Almanya, Japonya`yı, hatta Ingiltere ve Fransa`yı da) ezerek, agrılı ve sancılı bir sekilde dünyayı aralarında yeniden bölüsmesiydi. Üstüste iki dünya savasınin yasanmis olmasinin nedeni, orta boylu güclerin tek bir savasla ezilememesidir. Ikinci dünya savasında orta boylu gücler (müttefik ve karsıt güc, aslında hic farketmez) tam anlamıyla bitirildiler ve yeni düzendeki yerlerini bu iki gücün dayattıgı kurallar icinde belirlemek zorunda kaldılar.
Yeni düzen hükmünü 1989 yilina kadar sürdürdü ve "soguk savas" olarak adlandirildi. 1989`dan sonra ise dünya 1910-1945 arasi kadar olmasa bile yine bir belirsizlik ve kararsizlik dönemine girmis bulunyor. Bu kararsizlik, ortaya cikacak yeni düzenin bilesenlerini icinde barindirsa bile, yine de düzenin kendisi hakkinda bizatihi bir fikir vermemektedir. Nasil ki, 1945`e kadar yeni dünya düzeninin iki kutuplu bir düzen olacagini kimse söyleyememisse, önümüzde yasanmak üzere bizi bekleyen yeni düzen hakkinda da ancak öngörülerde bulunabiliriz. Ancak düzenin bizzat kendisini tarif edemeyiz.
Eski düzenin kurulus ve olgunluk dönemlerinin her birinin 30-40 yillik dönemler icerdigi görüldügünden, önümüzdeki 20 yil icinde yeni düzenin kimligi, nasil bir sey olacagi daha cok netlesecek ve düzen tüm bilesenleriyle tam olarak ortaya cikacaktir. Halen eski düzenin yikilis dönemini yasiyoruz ve bu aslinda yeni düzenin kurulus dönemine denk gelmektedir. Bundan sonra olusacak düzenin, "düzen" olarak adlandirilmaya hak kazanacagi da cok süphelidir. Cünkü dünyanin düzenden cok kaos fikrine yakinlastigi görülmektedir.
Peki nedir düzenleri kuran ve yikan? Dünya neden stabil olamiyor? Bu soru tabii ki, üretici güclerin gelisimiyle cevaplandirilabilir. Soguk savas daha cok "otomobil" üzerine kuruluydu. Daha eski düzen, yani birinci dünya savasi öncesi dönem, "demiryolu" üzerine sekillenmisti. Yeni dünya düzeni de hic süphesiz "bilgisayar" üzerinden gelismektedir. Bilgisayarin, bütün üretim aletleri gibi, insan iliskilerini yeniden tanimladigini ve düzenledigini görüyoruz. Örnegin bugün "sanal" arkadasliklar gündemdedir. Normal seksi birakip, "sanal" sekse gecen milyonlarca insan vardir günümüzde. Birbiriyle hic karsilasmamis ve karsilasmasi da olanaksiz olan insanlar bugün birbiriyle dosttur. Demiryollarini, ucak seferlerini bugün bilgisayarlar idare etmektedir. Vergi internetten ödenmektedir. "Misafirlige gitme", "kabul günleri" gelenegi neredeyse ortadan kalkmistir. Cünkü insanlar sürekli birbirleriyle konusabilmektedirler. Bu örnekler saymakla bitmez.
Eski düzeni bozan da, kutuplardan birini teskil eden Sovyetler Birligi`nin, bilgisayar devrimine ayak uyduramamasi, bir kumdan kale gibi yikilmasi olmustur zaten. Her gün yeni bir seyin icat edildigi dünyamizda, düzenleri belirleyen ve bozan iste insanoglunun bu durmak bilmeyen bilme, anlama ve bilineni uygulama cabasidir. Sürecin kendisi dinamik oldugu icin düzeni olusturan ögelerin birbirlerine karsi konumlari her an degismektedir. Düzenler bu degisime bir süre direnmekte, sonra aniden ortadan kalkmaktadir. Örnegin simdi bilgisayar devriminin rüzgârini arkasina alarak karsi kutbu deviren Amerika`nin da geriledigine dair isaretler artiyor. 2008 krizinin tam olarak atlatilamamis olmasi, aslinda krizin cok kisa iyilesme dönemleri haric tutulursa, sürekli hale gelmesi bunun en acik göstergesi. Amerika ve genel olarak bütün Bati, yeni gelismeler karsisinda bocaliyor. Örnegin Libya krizi karsisinda takindiklari tutum, kanli bir komediye yol acti. Fransa cumhurbaskani Sarkozy, daha dün secim kampanyasi icin mali yardim aldigi Kaddafi`nin üzerine bombalar yagdirmak zorunda kaldi. Arap Bahari, Bati`yi tam anlamiyla ensesinden yakaladi denebilir. Söz konusu olan sey, aslinda felsefî basarisizlik, vizyon gelistirmede yetersizlik, cözümler üretme yeteneginin zayiflamasidir. Örnegin ayni zikzaklar, aslinda Misir konusunda da görülüyor. Bati, Misir`da olanlara bir türlü „darbe“ diyemiyor. Cünkü darbenin büyük bir halk hareketinin beraberinde geldigini görüyor ve kitle hareketlerini „darbe“ sözcügüyle bir türlü bagdastiramiyor. Ayni kararsizlik Saddam`a ve Taliban`a karsi da görülmüstü. Yüzyillardir demokrasinin besigi olan Bati, dünyanin görüp görecegi en fasist örgütlerden biri olan Taliban`i "mücahitler" olarak yillarca göklere cikarmadi mi? Yeni bir dünya düzeninin baslangicinda oldugumuzu ve bu düzende Avrupa ve Bati`nin tedricen geri cekilecegini ve Bati`nin cekilerek bosalttigi alanlarin, Türkiye gibi bölgesel güclerce dolduruldugunu düsünebiliriz. 
Bütün bunlardan yola cikarak, yeni dünya düzeninin cok kutuplu olacagini, ancak kutuplar arasi mücadelenin soguk savasta oldugu gibi bir dehset dengesi seklinde gelismeyecegini, daha yumusak yollara basvurulacagini ve daha ziyade ekonomik yaptirimlar seklinde somutlasacagini söyleyebiliriz. Buna karsilik dehset dengesinin devletler ile dünya capinda El Kaide benzeri terörist organizasyonlar arasinde kurulacagi düsünülebilir. Ilginc olan, terörizmin bu derece basedilemez, bir dünya organizasyonu seklinde ortaya cikisinin da yine bilgisayar teknolojisinin bir ürünü olmasidir. Teröristlerin birbirleriyle porno sitelerindeki resimler ve filmler yoluyla haberlestiklerine dair haberler cikmisti basinda. Bu yöntemlerin her gün bir yenisinin bulundugu asikâr. Hatta devletler arasindaki savaslarin, bilgisayar ortamlarinda devam ettigi gercegi de bu genel tablonun icinde yer aliyor. Istihbarat örgütlerinin birbirlerinin sitelerini hack`ledikleri, Hacker adi altinda yeni bir insan, bir meslek türünün ortaya ciktigini, bilgi hirsizliginin, baskalarinin özelligine girmenin suc degil, maharet olarak nitelendirildigini, hatta Hacker`larin, korsanlarin kendi aralarinda, örnegin "Anonymus" örgütü örneginde oldugu gibi örgütlendiklerini, hatta cesitli ülkelerdeki "Korsanlar Partisi" gibi siyasi organizasyonlar meydana getirdigini görüyoruz.
Bütün bu veriler karmasasi icinde yine de yeni düzeni haber verecek olan bazi temel cizgileri yakalayabiliyor insan. Ben kendi görebildiklerimi ardarda siraladim ve bunlari hep ayni genel dogrultuyu gösterdigini gördüm.
1- Bilgisayar devrimi ile birlikte, büyük ve agir olmaktan cok kücük, hafif ve hareketli olmak makbûl sayilmaya basladi. Mesela agir sanayi, ilk olarak hantal yapisi ve yarattigi cevre kirliligi ile ülkeyi yoksulluga sürükleyen bir faktör olarak görüldü. Yani önce agir sanayinin gelistirilmesi, sonra buna bagli olarak yan ve hafif sanayilerin ortaya cikarilmasi seklinde öngörülen eski kalkinma modelleri tarihe karismakla kalmadi, yerin yedi kat dibine gömüldü.
Tabii, bunun nedeni, agir sanayinin daha önceki makbûl ürünler olan demiryolu ve otomobil`i üretmek icin vaz gecilmez olmasi, bilgisayar icinse cok elzem olmamasidir. Büyük sirkete ihtiyac, yazilim ve yeni icatlar ortaya koymak icin vardir. Ancak bunlar da daha ziyade hizmetler sektörü benzeri insan organizasyonlaridir, agir sanayi sirketleri degil. Bu gelismenin bir sonucu olarak tarihte ilk defa sanayi sehirlerinin toplu bicimde terkedildigini görüyoruz. Mesela Detroit bunlardan biri ve en cok göze batani. Rusya ve Japonya`da da bu tür terkedilmis fabrikalar ve sehirler bulunmaktadir. Mesela Aral gölünde, cöle dönüsmüs arazilerin ortasinda kalakalmis gemiler, eski dünya düzeninin hayaletlerin olarak görülüyor bugün ve bu düzenin bir daha geri gelmemek üzere tarihe karistigini belgeliyor.
2- Eski dünya düzeninin tam tersine, nüfus artisinin kötü bir sey olmayip istenen, olmasi gereken bir sey oldugu savunulur oldu. Bunda tarim devriminin etkisi büyüktür tabii ki. Tarim devrimi, Malthus benzeri teorik sacmaliklarin sonunu getirmistir. Gida maddeleri üretiminin nüfus artisinin önüne gecebilecegi bugün ispatlanmistir. Tarim devriminin aslinda bilgisayar devriminin bir devami oldugunu da burada belirtmek gerekir. Hattâ Büyük Sahra ve Antartika gibi bugün üzerinde yerlesim olmayan arazilerin de tarim icin, günes enerjisi yardimiyla kullanilabilecegi fikri, yine bilgisayar destekli olarak cagimizda dogabilmistir. Okyanuslarin bir büyük akvaryuma dönüstürüebilecegi, yagmurlarin programlanabilecegi fikirleri yine bu cagin ürünüdür. Afrika`nin yükselisi de, büyük bir ihtimalle bu gelisimin ürünü olacaktir.
3- Yapilmis, imal edilmis olan degil, el degmemis olan makbûl olmaya basladi. El degmemis doga, katkisiz ürünler, dogallik, kadinda sifir makyaj, ye ic zayifla seklinde yeni yasam tarzlari ve sloganlari ortaya cikti. Ilk defa el degmemis haliyle bir ürünü sofraya getirmek, üretim olarak görülmeye basladi. Ilac yerine besin ön plana cikti. Tedavi yerine korunma savunulur oldu. Insan iliskileri ve psikolojik sürecler önemsendi.
4- Bilgisayarla birlikte az olan, hatta yok olmakta olan, önemsendi. Yani sadece birey, kadin ve cocuk önemini artirmakla kalmadi, ayni zamanda yok olmakta olan hayvan ve bitki türleri kiymete bindi. Yok olan diller, yasatilmaya calisildi. Tarih meraki, arastirma cilginligi bütün dünyayi sardi. Alt kültürler önemsendi. Mesela cingene müzigi... Escinsel evlilikler. Bunlar hep ayni gelisimin degisik tezahürleridir.
5- Yalnizlar, gezginler yeniden ortaya ciktilar. Ilginctir: gezginler, kapitalizmin ilk asamalarinda da boldular. Sonra kapitalizm sanayi devrimine gecince, gezginlerin sayisinda dramatik bir azalma oldu. Onun yerine turizm ortaya cikti. Yani örgütlü, organizasyonlu gezme… Simdi ilk defa eski gezgin türünün ortaya ciktigini görüyoruz. Burada yine bilgisayari anacagim. Cünkü internet, dünyanin öbür ucundaki kültürlerden ve insanlardan evimize haber getireli beri, oralara gitmek isteyen, ama imkanlari sinirli olan insanlar harekete gectiler. Bunlar bir inancin savunucusu olarak da görünür oldular. Mesela Türkiye`de öldürülen Italyan gelin Pippa Bacca bunlardan biridir. Yine gecen yaz yine Türkiye`de öldürülen Sarai Sierra da bir yalnizgezerdi. Bu insanlar cinayete kurban gittikleri icin biliniyorlar. Bu demektir ki, baslarina bir sey gelmeden ülke ülke gezen milyonlarca insan var bugün yeryüzünde. Cogunun neden gezdikleri belli degil. Cok ilginc bir gelismedir bu ve bireylesmenin arttigini göstermektedir.  
6- Bir ilginc gelisme de Marksizmin basina gelenlerdir. Tarihte ilk kez marksist olmayan anti kapitalistler ortaya cikmaya basladi ve marksizm neredeyse tamamen dünya siyaset sahnesinden silindi. Bugün hemen herkes kapitalizmin sacmaliklarina karsi tepkili. Ama bu tepki Marksizm kanalindan gelismiyor. Yani yeni dünya düzeni, gelecek hakkinda en fazla öngörülerde bulunan Marksizmi bile bir anlamda eskitti. Tabii, bu gelismeye Marksizmin kendini yenileyememesi neden oldu denebilir. Markiszmin emperyalist düzen hakkindaki temel tezleri, son seksen senelik pratikte dogrulanmadi. Örnegin Marksizm, emperyalist asamada asil yönün, üretici güclerin gelisiminin engellenmesi oldugunu söylüyordu. Bilgisayar devrimi ve onun desteginde yürütülen yeni enerji bicimlerinin ortaya cikisi (günes enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi) bu tezi cürüttü. Kapitalizmin hâlâ üretici gücleri gelistirme kapasitesinin oldugu, hatta bu gelistirme özelliginin son yillarda, daha önce görülmemis bicimde arttigi pratikte ispatlandi. Marksistler, emperyalistler arasi mücadelenin uzlasmaz celiski oldugunu söylemisler ve dünya savaslarinin kacinilmaz oldugunu savunmuslardi. Dünya savasi bir daha cikmadigi gibi, tam tersine emperyalistler arasi birliktelikler kurulmaya basladi. Marksizmin bu ardarda gelen gelen teorik iflaslari, anti kapitalistlerin önemli bir kisminin Marksizmden kopmasina yol acti.
Kisacasi yeni düzenle birlikte büyük, anitsal ve ulasilmaz olan her seyin ufalandigini, bireysellestigini ve ayristigini görüyoruz. Hatta bu ayrisma öyle bir asamaya ulasmistir ki, ekonomi biliminin cok önemli bir dali olan „makro ekonomi“ neredeyse tarihe karismak üzeredir. Bu ayrisma ve birbiri icinde erime özelliginin devam edecegi, hatta giderek daha da hizlanacagi düsünülebilir. Büyüklükler giderek belirsizlesiyor ve buna karsilik bireyin gücü artiyor ve bir birey tarafindan gerceklestirilen inanilmaz bir hamle, bütün iliskileri degistirebiliyor. Kizil Meydan`na inen planör veya 11 Eylül terörist saldirisi gibi. Dolayisiyla asil celiskinin kurulu ve yazili olan düzenle, karapara, uyusturucu kacakciligi ve terörizm gibi kurulu ve yazili olmayan düzen arasinda gelisecegi yönünde kuvvetli belirtiler var. 

8 Eylül 2013 Pazar

Suriye`deki ic savasin sonucu PKK icin önemli

PKK süreci sonlandirmakla hükümeti tehdit ediyor. Ama hükümet rahat. Bu tehditlere pek kulak asmiyor gibi görünüyor. Neden? Suriye`deki ic savas kizistikca PKK`nin baris sürecine mahkûm oldugunu biliyor da ondan mi? Zaten Suriye`deki ic savasa Türkiye`nin bir taraf olarak katilmasi ve direkt Kürt karsiti islami gruplardan yana tavir almasi, PKK`yi Suriye ic savasinin kaybedeni pozisyonuna sokmak ve bu yolla baris sürecine zorlamak icindi. Türkiye`nin bu hamlesi, Baris Süreci`nin önünü acmistir. Kim ne derse desin, Türkiye`nin bu hamlesini AKP`nin bir basarisi olarak yorumlamak gerekir. Kürt tarafi bu durumda Suriye savasinin kaybedeni olmaktan ancak baris süreci ile kurtulabilirdi. PKK bu sartlarda masadan kalkabilir mi? Zor.

Zor, cünkü masadan kalksa, derhal Suriye`deki islami örgütlerle baglarini sikilastiran bir Türkiye`yi karsisinda bulacak ve iki yönlü bir kiskacin icinde kalacaktir. Bu kiskacin gevsemesinin tek yolu Esad rejiminin ic savasta güclenmesidir. Ama Suriye`deki ic savas öyle bir noktaya geldi ki, artik hicbir güc Esad`i eski konumuna getiremez. Bu durum, Suriye muhaliflerinin askeri basarilarindan ileri gelmiyor tabii ki. Bizatihi ic savasin ülkeyi yikima sürüklemesinden ileri geliyor. Ülke yikima sürüklendikce Esad rejiminin kuvveti daha da azaliyor. Bu durumda savas büyük bir ihtimalle, kazanani olmadan bitecektir. Yani bir Irak veya Afganistan gibi Suriye de fiilen bölünmüs bir ülke olarak kalacaktir.

Abdullah Öcalan`in dedigine bakilirsa, ic savasin sonucu, Orta Dogu`daki tüm dengeleri degistirebilecek kadar önemli olacak. Yoksa, "Bu baris sürecini bir an evvel bitirelim, yoksa Türkler ve Kürtler olarak bir daha basbasa kalamayabiliriz," gibisinden söylemleri olmazdi. Bu söylemin üstü kapali bir tehdit icerdigi asikâr. Yani sunu demek istiyor, "Ya simdi baris sürecini benimle sonlandirirsin. Ya da ileride degisen dengeler bana daha elverisli sartlar sunarsa, karismam, ona göre." Bunu Öcalan, Mursi Misir`da devrildikten sonra söyledi. Mursi`nin alasagi edilmesi demek, Özgür Suriye Ordusu`ndaki Müslüman Kardesler`in Suriye versiyonunun, muhalefetin ana gövdesi olmaktan cikmasi demektir. Müslüman Kardesler`in Suriye muhalefetinden cekilmesi, muhalefetin bir bütün olarak hareket etme kabiliyetini neredeyse sifirlar. Yani, bu Esad`in gitmesinden sonra Suriye`nin parcalanmasi anlamina gelmektedir. Yani bir cesit Irak! Kuzey Irak`tan sonra, Kuzey Suriye. Iki kuvvetli üsse sahip olan PKK, Türkiye`ye daha agir sartlar dayatabilir. O nedenle iyisi mi simdiden anlasalim. Yoksa sizin icin iyi olmaz. Bunu demek istiyor Öcalan. Ve onun tehdidini bircok köse yazari simdiden yuttu bile.

Böylesi bir analiz asiri basitlestirilmis bir analizdir. Dolayisiyla yanlistir. Cünkü Türkiye`nin yumusak gücünü hesaba katmamaktadir. Türkiye, bu analizde gösterildigi sekliyle, Iran gibi, ekonomik aktivitesi olmayan bir ülke olsaydi, analiz dikkate alinabilirdi. Oysa Türkiye, dizi filimleriyle, bisküisi, makarnasi, Güney Dogu Anadolu`da ortaya koydugu toplumsal örgütlenme gücü, is yapma kapaitesi, girisim ruhuyla Orta Dogu`da varligini her gecen gün daha cok hissettiriyor. Suriye`nin parcalanmasi durumunda bile, Kuzey Suriye ve daha sonra bütün Suriye, Türkiye`nin hinterlandi olacaktir. Suriye ve Irak`taki merkezi yönetimlerin zayiflamasi en cok Türkiye`nin isine yaramaktadir. Muhafazakâr Avrupalilari ve bu arada tabii Yahudileri sinirlendiren bir gelismedir bu. Ama gercektir. Dolayisiyla baris sürecini zorlayan aslinda bu gelismedir. Yani aslinda Suriye`deki merkezi otoritenin zayiflamasidir sürecin önünü acan. Cünkü ilk defa PKK, Esad`in gitmesiyle bir devletin aktif desteginden yoksun kalacaktir. Ve bu engeli ortadan kaldiran Türkiyenin yumusak gücü Suriye, Lübnan ve Irak`in hemen hepsini, hattâ Körfez ülkelerini bile etkisi altina alacaktir.

Nitekim su anda Kuzey Irak`in kapilari Türkiye`ye acilmis bulunuyor. Cengiz Candar`in verdigi bilgiye göre günde dört bin Türk kamyonu bugün Kuzey Irak`a giris yapmakta. Bu muazzam sinerjinin sonuclari olacaktir. Sonuclardan en önemlisi, Türkiye`nin güney dogusundaki barajlarin desteginde artan ekonomik aktivite ve refah, toplumsal düzen Kuzey Irak`a dogru genislemesidir.. Iran bu artan ekonomik baskiyi en cok hisseden ülke olacaktir. Iran`la birlikte soguk savasin Rusya ve Cin ayagi Ortadogu`da zayiflayacaktir.

Ayni zamanda, eger baris süreci adamakilli ilerler ve kendi kurumlarini yaratirsa, bircok ülke cok önemli oyuncaklari PKK`yi kaybetmis olacaktir. Basta Iran, Rusya. Sonra Israil, hatta Suudi Arabistan. Cünkü PKK büyük bir ihtimalle bir siyaset kurumu haline gelecektir. Dolayisiyla ajanligi, uyusturucu ticaretini, insan kacakciligini, tesaron terör örgütü konumunu birakacaktir. Yerel yönetimlere aktif olarak katilinca, istedigi parayi oralardan elde etme olanagi kendisine verilecektir cünkü. Üstelik Türk ve Kürt halklari da büyük bir cogunlukla baris sürecinin arkasindadirlar. Yani kisacasi Amerika ve Avrupa Birligi baris süreciyle birlikte Rusya ve Cin`e karsi cok büyük bir kazanim elde etmis olacaktir.

Süreci ancak bir tek gelisme kesebilir. O da Esad`in Suriye`de ic savasi kazanma olasiligidir. Bunun bir olasilik olarak bile olsa gündeme gelmesi, baris sürecinin kesilmesine neden olabilir. Rusya ve Cin, iste bu nedenle bu savasi hic olmazsa biraz daha uzatmaya calisiyorlar. Obama`nin kararsizligi veya müdahale icin bekledigi ic ve dis destegi yeterince bulamamasi ve Israil`in ic savasi uzatarak Suriye`yi daha fazla yipratmak istemesi nedeniyle savas uzadikca uzuyor. Türkiye`deki Suriye`li mülteci sayisi 400 bini buldu. Bunlarin maliyeti simdilik Kuzey Irak`in kapilarinin Türkiye`ye acilmasi nedeniyle artan getirilerle karsilaniyor. Ama savasin maliyetinin artik katlanilmaz boyutlara cikmasi, Türkiye`nin havlu atmasina neden olur mu? Rusya ve Cin buna oynuyor olabilirler mi? Bir adim daha gidersek, Rusya ve Cin, bu sefer Israil`in destegini ve Obama`nin kararsizligini de kullanarak PKK`ya Suriye`de öenmli bir mevzi kazandirmak ve PKK`nin Suriye`deki varligini güvence altina almak suretiyle PKK`nin masadan kalkmasini saglayabilirler mi? Buna göre Suriye, ayni Irak gibi en azindan üc parcaya bölünecek demektir. Ancak o zaman bile baris sürecinin kesilmesi pek mümkün görünmüyor. Cünkü o zaman Türkiye ve Irak`taki kazanimlardan sonra, Suriye`de de Kürt mozaiginin ücüncü parcasi ortaya cikmis olacaktir ve bu ücüncü parca da kacinilmaz bicimde Türkiye`nin etkisine girecektir. Böyle bir gelisme asil Iran`i zora sokar ve o zaman Kürt parcasinin Iran`in geri kalan tarafindan ayrilmak istemesi, Iran`daki hassas etnik mozaigi catlatabilir.

Yani Türk-Kürt baris sürecinin sonunu getirecek gelisme ancak Suriye`deki ic savasin ancak Esad`in zaferiyle bitmesidir.  Diger bütün secenekler, Suriye`nin parcalanmasi veya muhaliflerin kazanmasi baris sürecini kesmez. Hatta muhaliflerin kesin zaferi baris sürecini daha da hizlandirir, cünkü o zaman Suriye`de muhaliflere karsi savunma durumuna gececek olan bir PKK, Türkiye`ye daha muhtac hale gelecektir. Hattâ PKK, Nusra Cephesi`ne karsi Türkiye`den yardim istedi bile. Inanilmaz, ama gercek bu.

Esad`in kazanmasindan ümidi kesen Rusya, Cin ve Iran`in baris sürecini bozmak icin ellerindeki son koz... Türkiye`deki secimlerdir. AKP`nin secimlerde sendelemesi baris sürecini bozar. Hatta bir koalisyon ihtimali bile baris sürecinin sonu olur. Cünkü diger iki parti CHP ve MHP baris sürecine karsidirlar.

Gezi süreci, onlara bu acidan umut verdi. Gezi bir anda ortaya cikan dahiyane bir fikirdi. Rusya ve Cin`in, hatta Israil ve Suudi Arabistan`in ellerini ogusturmasina neden olan bir fikir. Cünkü bu ülkeler biliyorlar ki, Türkiye`nin secimlerde topyekûn bir kaosa sürüklenmesi, baris sürecinin tam anlamiyla sonu demek olacaktir. Nitekim Demirtas, Gezi ayaklanmasindan sonra "Baris süreci, birkac kere gitti geldi" diye bosuna dememistir. Simdi Türkiye secim ortamina giriyor. Istanbul, AKP acisindan kaybedilebilir bir sehir konumunda. Cünkü hicbir güc, eger adayligini koyarsa, Mustafa Sarigül`ün Istanbul`da secimleri kazanmasini engelleyemeyecektir. Öcalan`in baris sürecinin ana hatlarinin , secimlerden önce ortaya cikarilmasi konusundaki israri biraz da burdan kaynaklanmaktadir.

Peki tam bu sirada Cemaat AKP ittifakinin catirdamasina ne demeli? Zaten bakiniz, Cemaat, baris sürecinin ta basinda, MIT müstesarinin tutuklanmaya calisilmasiyla ortaya cikan kriz sirasinda, sürece ne kadar karsi oldugunu ortaya koymustu. Cemaat, nasil olur da, iktidari AKP`nin geri kalan kadrolariyla paylasiyorken ve baris süreciydi, Esad`in gitmesiydi derken, Türkiye`nin yumusak bir güc olarak bütün Orta Dogu`da egemen olmasinin önü acilmak üzereyken böyle ilginc ve ters bir role soyunabilir? Bu soruya cevap vermek icin dönüp Amerika`nin ve Avrupa Birligi`nin Israil konusundaki endiselerine bakmak gerekir. Acaba Türkiye onlarin istediginden daha hizli ilerliyor olabilir mi Orta Dogu`da? Bu hizin yavaslatilmasi gerektigine karar vermis olmasinlar sakin!. Eger buna karar vermislerse, önlerinde 2 yillik muazzam bir firsat var: Türkiye secim süreci. Bütün ayak oyunlari serbest! AKP ve Erdogan da onlara, anti demokratik söylem ve davranislariyla az firsat vermiyor degil. Hem zaten iktidarda 10 yillarini doldurdular. Gecenlerde Mümtazer Türköne, "Iktidarin politikasi dogru da. Nefesi yetecek mi?" diye bosuna sormadi.

AKP alasagi edilse bile Türkiye`nin yumusak güc olarak ilerleyisini durdurabilirler mi? Bence cok gec! 11 Eylül`den sonra dünyayi saran islamofobi ortaminda Türkiye`nin yükselmesi kacinilmazdi. Hatta su siralar ucagin tekerlekleri yerden kesiliyor bile. Bu gibi ayak oyunlari icin artik cok gec!

7 Eylül 2013 Cumartesi

ODTÜ`deki son olaylardan "Ikna Odalari"na: Türk laisizminin kaderi

ODTÜ`deki son olaylara iliskin video görüntüleri, Türk laisizminin cikmazini cok anlamli bicimde ortaya koyuyor. Hic süphe yok ki, söz konusu olan sey, bir cikmaz... Türk laisizmi senelerdir ayni seyleri yaparak farkli bir sonuc almaya calistigina göre, bu inadin psikolojik anlamda cilginlik kapsamina girdigi söylenebilir. 

Evet, her defasinda ayni ayni hatalar yapiliyor, tepkilerin cig gibi büyüyecegi hic hesaba katilmadan. Ikna odalariyla ortaya konan tavir, laik kesimi nasil iktidardan uzaklastirdiysa, simdi ODTÜ benzeri intihar eylemleriyle secim yenilgilerini Türk laikleri kendi elleriyle hazirliyorlar.

ODTÜ olaylarinda ellerinde pankart tutarak basörtülü kizlari taciz eden sözüm ona "laik" kizlarin yüzlerindeki asagilayici tiksintiye dikkat ettiniz mi? Iste bu tiksinti, bu asagilama havasi laik kesimin kuyusunu kazmistir. Daha da kazmaya devam edecegi anlasiliyor. Basörtülü kiz, "Bu kadar yakinimda duramazsin" seklinde itiraz edince, elinde pankart tutan kiz, "Begenmiyorsan kalk git arkadasim, ne isin var senin burada" diyor. Bana kalirsa o kizin orada cok isi var, eger onlar bu sekilde davranmaya devam ederlerse. 

Ayrica burasi dedigi yer, ODTÜ kampüsü. Söylenen cümle cok tipik bir burjuva tavrin aciga vurumudur. Bu tür anlayisin sahipleri, büyük sehirlerde kendilerini lüks sitelere kapatirlar. Orada kendilerine özgü burjuva bir dünya yaratirlar. O sitelere seyyar satici bile giremez. Bu dünyanin duvarlari yüksektir. Kapilarinda güvenlik görevlileri vardir. ODTÜ de onlarin o lüks sitelerinden biri iste. Ve oraya akillarinca asagilik yaratiklari sokmak istemiyorlar.  

Basörtülülerin etrafini cevirenlerden bir genc, "Biz ODTÜ`de cemaatcilere örgütlenme imkâni sunmuyoruz" diyor. Yani bir sekilde kimin örgütlenecegine, kimin örgütlenemeyecegine onlar karar veriyorlar. Yani onlar bir tür iktidar! Eski sol örgütlerin "kurtarilmis bölge" mantigi, burada yeniden kendini gösteriyor. Bu mantigin, kendini baska toplumsal düzlemlerde "lüks site" seklinde göstermesi beklenmeli ve bu olaylarin mantigi acisindan son derece normal. Gezi olaylarinda bile bu tür bölge mantiginin izlerini sürmek mümkün. Gercek iktidardan güc iliskisi anlaminda koparilmis, ufak da olsa bir dünyaydi Gezi Parki, kütüphanesi bile vardi. Asla toplumun bütününü kazanma, toplumun geneline yönelme gibi bir dertleri olmadi bu anlayis sahiplerinin. Bundan sonra olmayacak da.

Ne demisti ikna odalarinin mucidi Nur Serter, "Basörtüsü dincilerin elinde bir silahti. Bu silahi onlarin elinden almak gerekiyordu." Yani, o basörtüsünü cikarilip atilan bir pacavra haline getirdik. Bunu da kameralarla ispatladik, belgeledik. O kamera kayitlarini istifledik, kütüphanemizde duruyor. Muradimiza erdik. Bu cümle bence Türkiye`de laisizmin ulastigi son asamadir. Evet, basörtüsü bir silahti belki. Ama onu basina takan da bir genc kizdi, bir insandi her seyden önce. Canim, genc kizin hayatinin, duygularinin, kalbinin kirilmasinin, üzülmesinin, ruhsal travma gecirmesinin, bu olayi hatirladikca günlerce aci cekmesinin, ailesinin ve yakinlarinin kan aglamasinin ne önemi var! Önemli olan dincilerin elinden silahi almak. Bu mantikla, insan hayatinin hice sayilarak cocuklar üzerinde tibbî deneyler yapilmasi arasinda cok büyük bir mesafe yoktur. Evet, evet. Adini koymak gerekir. Ikna odalari bir tür fasizmdi. Gaz odalariyla arasinda, Kilicdaroglu`nun üslûbunu kullanirsak, sadece "ton farki" vardi. Türk laisizmi gele gele tonu hafifletilmis bir fasizm noktasina mi gelecekti? O yüzden mi bazi laikler gizli gizli darbeleri destekliyor? Gercekten cok yazik. 

Sonra politik iflasa bakar misiniz? Dincilerin elinden basörtüsü silahini almak icin bu ikna odalarini tertiplediler. Ama sonra AKP iktidara geldi, dag-tas basörtüsü oldu, Cumhurbaskaninin esine varincaya kadar. Öyle ki, normalda basörtüsü takmayacak olanlar bile saclarini örtmeye basladi. Neredeyse bu laik kesimin bu tür hatalari yüzünden bir tür tesettür modasi yaratildi. Tesettür magazalari acildi. Bu silahi onlarin elinden ne alirmissiniz ama! Bu politik iflas, daha sonra yolsuzluklar, ekonomik kriz ve Ecevit`in hastaligi ile birlesti. Sonuc ortada. 

CHP`nin, "Ikna Odalari"nin temsilcilerini bagrina basarak sergiledigi tavir, bu partinin fasizmden izler tasiyan bir profil sergilemesi, ikna odalari gibi düpedüz fasist bir uygulamanin Türk laisizminin icinden cikabilmesi, Türk laiklerinin giderek fasistlesmesi ve gizli gizli darbeleri desteklemesi; bize aslinda Türk sosyal demokrasisinin ana cizgileri hakkinda fikir veriyor. Türk sosyal demokrasisi, batili demokrasilerde oldugu gibi isci hareketlerinin icinde dogmadi hicbir zaman. Tersine Atatürkcü bir cizgide gelisti. Atatürk`ten aldigi normlari kullandi. Nitekim CHP`nin alti okundan biri Atatürkcülüktür. Yani Türk sosyal demokrasisi elitist bir yapidadir ve yönetici elitlerle daima icice olmustur. Kökeni isci ve köylü hareketi olmamistir hicbir zaman. Tersine, askeri okullarin, o zamanlar toplumun gözbebegi olarak görülen ögrencilerinin, topluma yukardan bakan havasini tasimistir. Atatürk`ün savaslar yöneterek iktidara geldiginin de burada altini cizmek gerekiyor. Yani Atatürk`ün iktidara gelis bicimi halki ikna ederek, onu yönlendirerek olmamis, aksine askeri bir zorunluluktan dolayi meydana gelmistir. O nedenle Türk sosyal demokratlari 1923`ü önemserler. Gercek halk hareketlerinin oldugu ve aslinda cumhuriyet fikrinin olusturacak verimli düsünsel ortami yaratan 1908 devrimini görmezden gelirler. Türk sosyal demokrasisi de her zaman Atatürkcülügün dogdugu ortamlar olan, etrafi duvarlarla cevrili, üyeleri iyi bakilan, güzel yemekler yiyen, korunan ve kollanan askeri okul, yani bir tür "kolej" havasini, mantigini ve düsüncesini genlerinde muhafaza etmistir. Iste o gercek hayattan soyutlanan askeri okullar, bugün ODTÜ`nün, Gezi Parki`nin toplumun diger kesimlerinden soyutlanmis ortamlarinda düsünsel anlamda yeniden yaratiliyor. Böyle bir anlayisin toplumsal harekete ihtiyaci yok. Ötekini kazanmayi amaclamiyor, toplumun geneline yönelmiyor hicbir zaman. Yüzde yirmibes ona yetiyor da artiyor bile. Türk sosyal demokrasinin, Ecevit`in mucizevî bir sekilde %40`i yakalayarak iktidara geldigi 1977 haric, neden iktidardan hep uzak oldugununun aciklamasi bence burada. Zaten 1977 zaferinin Kibris Baris Harekatinin hemen arkasindan geldigini, yine bir askeri zorunluluk eseri oldugunu belirtmek gerekir. Yani böyle bir anlayis ile olagan kosullarda ötekini  kazanarak iktidara gelmek, olmayacak bir sey. Her seyden önce onlar istemiyor bunu. 


21 Ağustos 2013 Çarşamba

Müslüman Kardesler ve Modern Misir

Misir`daki Müslüman Kardesler örgütüne, laikligin bir ön asamasi olarak bakmak gerekir. Her ne kadar üyeleri arasinda laisizme karsi olanlar varsa da, bu yapilanmanin islevi büyük ölcüde toplumu laisizme hazirlamaktir. Bu islev, yapilanmanin iradesinden bagimsiz olarak, hattâ belki onlar istemeden, kendiliginden yerine getirilmektedir.

Bu nasil olur? diye sorulabilir. Bizden bir örnek vereyim: Namik Kemal laik bir kisi degildi. O da, ton farkliliklari olsa da, tipki Ahmet Cevdet Pasa gibi, tabii onun derinligine de asla ulasamadan, islami ilkelerin modern demokrasi kurallari cercevesinde yeniden tanimlanmasini amacliyordu. Bu arada Namik Kemal`in Latin harflerinin kullanimina da karsi oldugunu belirtelim. Ama bizzat bu caba, Türk toplumunu laisizme hazirladi. Toplum laik kavramlarla tanisti, onlari yorumladi. Laisizmle demokrasi arasindaki baglari inceledi. Öyle ki 1908 devrimine kadar bütün bu kavramlar tek tek elden gecmis, 1908`in canli düsünce ortaminin zemini hazirlanmisti. Bununla birlikte laisizmin Türk düsünce hayatinda bagimsiz bir kavram olarak ortaya cikisi yine de Birinci Dünya Savasi`nin sonlarina dogru ve belki de Mütareke Dönemi`nde söz konusu olabilmistir. Riza Nur, anilarinda Türk toplumunda laisizmi ortaya atanin kendisi oldugunu ileri sürer ve "Laisizm benimdir. Mustafa Kemal onu benden aldi" der. Yine de biz laisizmin, Namik Kemal sonrasi ikinci kusak jön Türklerden Abdullah Cevdet`in cabalari sayesinde yerlestigini düsünmeliyiz. Pozitivist Ahmet Riza, düsünce olarak laisizme yakindi. Ama bir program maddesi olarak laisizmin esas olarak Abdullah Cevdet tarafindan (kendisi bir Kürt`tü) olgunlastirildigini düsünebiliriz. Abdullah Cevdet ayrica islamiyete karsi yürüttügü, Türk toplumunda bir zamanlar firtinalar koparan kampanyalarla taninir. Toplumu provoke edici bir tarzda, islamiyet karsiti Bati düsünürlerinin eserlerini Türkce`ye ceviriyor ve ortalik birbirine giriyordu.

Tabii bu olanlar Türkiye`de 150 yil önce oldu. Misir ise daha yeni yeni bu asamaya yaklasiyor. Misir`in ve genel olarak bütün Orta Dogu`nun gec kalmasinin nedeni, sömürgeci düzenin ta kendisidir. Türkiye ise Cumhuriyet dönemlerinde gerci ekonomik olarak disa bagimliydi, yani bir cesit yari sömürge konumundaydi, ancak düsünsel acidan kendi sistemlerini kendi kurabiliyor, onlari bir süre uyguluyor ve sonra gerekirse degistirebiliyordu. Atatürk ve Inönü dönemlerinde radikal islamin geriletilmesi, özellikle yeni sistemlerin uygulanmasi sürecini âdeta bir "tak-cikar" yöntemi gibi basit ve pratik hale getirmisti. Daha sonra bu esnekligin kayboldugunu, sistemin özellikle 1960`lara dogru sertlestigini görecegiz. Sertlesmenin en belli basli nedeni, toplumda radikal islamin yeniden yükselise gecmesi ve politikacilarin (basta Menderes olmak üzere) buna yüz vermesidir. Radikal Islamin yükselisi, 1969`da Erbakan`in siyaset sahnesine cikmasina neden oldu. Önceleri, Erbakan`i radikal islamin yarattigi bir korkutucu figür olarak karsilayan Türk toplumu, zamanla bu figürün radikal islamin yükseliisine verilen bir Türkiye cevabi oldugunu farketti. Yani 1949`da eski haliyle bir kenara birakilan Bati Islam sentezi meselesi, yani bildigimiz su ilimli islam, 1969 sonrasi dönemde yeniden ileri sürüldü. Türkiye`de bu önemli degisimler yasanirken ayni dönemde Orta Dogu düsünsel acidan görece durgunluk icindeydi. Sömürgeci gecmis, dünya savaslari, Arap Israil ihtilafi; Arap dünyasinin radikal dini unsurlarindan kopmasini geciktirdi. Türkiye ise nispeten daha bariscil bir ortamda, ikinci dünya savasindan uzak kalarak, fazla etliye sütlüye karismayarak, laik sistemini ve laik sistem icindeki farkli alternatifleri gelistirebildi. AKP`nin dudak büktügü "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesi iste bu ise yaradi.

Simdi Orta Dogu, Türkiye`nin 1920-1945 arasinda gecirdigi degisim dönemine, kanla atesle yaklasiyor. Bu nedenle Müslüman Kardesler gibi her olusumu, aslinda laisizmin bir ön asamasi olarak yorumlamak gerekir. Müslüman Kardes`lerin seriati getireceklerine dair inanc, temelsizdir. Öyle olsaydi, Selefîler, yine seriatci Suudi Arabistan`in desteginde, Müslüman Kardesler`e yönelik Sisi darbesini desteklemezlerdi. Daha ziyade Sisi`yi Müslüman Kardesler`e yönelik seriatci tepkiyi örgütleyen bir firsatci olarak, bir basarisiz Bonaparte olarak görmek uygun kacacaktir. Sisi`nin basarisizligi surdan ileri gelmektedir: Bonaparte, Fransiz Devrimi`nin atesi sönmeye yüz tuttugu zaman iktidara geldi. Halk, devrimci asiriliklardan, idamlardan ve devrimci terörden bikmisti. Normal hayata dönüs özlemi duyuyordu. Sisi ise devrimin atesi toplumu hâlâ kasip kavururken iktidara gelmek cüretinde, daha dogrusu Suudi parasinin gücüyle "gafletinde" bulundu. Onun gibiler bilmez ki, bu atesin icinde toplumun temel bilesenleri yeniden tanimlanmadan bu ates sönmez. Toplum laisizme yöneliyorsa, bu yönelis sirasinda seriatci kesimle nihai bir hesaplasma gerekiyorsa, bu hesap görülmeden bu ates sönmez. Toplum bir konuyu hararetle tartisiyorken, Avrupa`nin ve yatirim dünyasinin huzuru kacmasin diye, "Tartisma falan yok! Hadi evinize!" denemez.

Bu acidan basinda cok sik görülen, Müslüman Kardesler`in islamci hareketi temsil ettigi, simdi gördükleri baskidan dolayi, radikalizme yöneleceklerine dair yorumlar yanlistir. Yine bunun gibi bazi "gezici" aydinlarin "Biz neden Mursi gibi bir radikal islamciyi destekleyelim ki" seklindeki beyanlari sapla samani birbirine karistirmakla birdir. Bu tür beyanlar bütün islamcilari ayni kefeye koymaktan kaynaklanirlar. Ayni insan gözünden bütün yunuslarin tipatip birbirine benzemesi gibi. Oysa bir yunus yavrusu, o bize göre birbirinin ayni olan yunuslarin icinde kendi annesini yine de arayip bulur. Tanimayan göz, benzerlikleri abartma egilimindedir.Tanimak, biraz da farklilikara odaklanmaktir.



14 Ağustos 2013 Çarşamba

Bir Türkiye gercegi: aile katliamlari

Gün gecmiyor ki, yeni bir aile katliami haberi gazetelerde yer almasin. Aile üyelerinin toplu olarak ortadan kaldirildigi bu tüyler ürpertici katliamlar, hepmizi derinden sarsiyor. Bu öldürmeler Türkiye`nin basetmek zorunda oldugu sosyal sorunlarin basinda gelir. Sorun büyük ölcüde Orta Dogu kökenlidir. Bu cografyada insanlar arasindaki sorunlarin öldürerek cözülmesi gelenegi vardir. Kan davalarinda genellikle bir ailenin son bireyi ortadan kaldirilincaya kadar öldürmeye devam edilir. Yani herhangi bir sorun direkt ailenin kimligi ile özdeslestirilir. Sorunun aslinda damarlarda, kanda ve genlerde oldugu seklinde inancin somutlastirilmis ifadesidir bu. 

Atatürk de bir zamanlar "Muhtac oldugun kudret, damarlarindaki asil kanda mevcuttur," dememis miydi? Atatürk`ün bu söylemi tabii ki politik, yani kitlelerin gönlünü almaya yönelik bir söylemdir. Ama toplumun bilincaltina seslendigi de bir gercektir.  

Diger bir ifade ile, cözüm nasil "kan"da mevcutsa, sorun da yine o "kan"da mevcut olmalidir. "Kan"dir söz konusu olan. Yani sorun, düsüncelerden kaynaklanan, yaratici düsünce ve calismayla, emekle ortadan kaldirilabilecek bir sey degildir. Tek cözüm yolu vardir: o da öldürmedir. 

Öldürmenin bir cözüm yolu oldugu seklindeki toplumun bilincaltina yerlesmis olan güclü inanc, bazi kisilerin "Sallandiracaksin bunlari!" seklinde idam cezasinin geri getirilmesini isteme seklinde de tezahür eder. 

Fakat aile katliamlarinin baska bir boyutu da var. Cogu katliamda aileler, bazen kendi üyelerinden biri tarafindan ortadan kaldirilmaktadir. Bu "ortadan kaldirici" ani gelisen tepkisel katliamlarda genellikle baba veya en büyük erkek kardes olmaktadir. Bu durumda katliamlar genellikle "cinnet" görüntüsü altinda yapilmaktadir ve aile babasi veya en büyük erkek kardes, katliami yaptiktan sonra intihar eder. Planli öldürmelerde ise genelde, az ceza alir, hapisten ciktiktan sonra hayatina devam eder düsüncesiyle töreye göre, ailenin namusuna leke sürdügüne inanilan "abla" ailesi tarafindan en kücük erkek kardese öldürtülür. Öldürme görevinin erkege verilmesi ve erkegin kendini öldürmeye programlamasi ilginctir. Türkiye`de hicbir aile bir kadin tarafindan ortadan kaldirilmamistir.  Aslinda bütün dünyada serî katillerin yüzde doksan dokuzunun erkek olmasi, cellatlik mesleginin erkeklerin tekelinde olmasi da alti cizilmesi gereken gerceklerden biridir.

Yani bir yanda cözülmesi gereken bir sorun var. Örnegin aclik var, köyden kente göc var, uyum sorunlari var, asagilanma var. Diger yanda cözüm olarak insanlara önerilen tek bir yol var: öldürme... Aile katliamlari bu sekilde ortaya cikmaktadir. Yalniz, büyük sehirlerde "sorun" olarak algilanan sey, artik namus, töre, kan davasi gibi feodalizmin klasiklesmis sorunlari olmamaktadir. Cünkü insanlar sehre bu tür degerlerin artik hayatlarindaki eski anlamini yitireceklerini bilerek gelmektedirler. Sorun olarak daha ziyade, issizlik, parasizlik sehre uyum sorunlari, asagilanma ve dislanma gibi kapitalizme özgü sorunlar algilanmaktadir. Bu sorunlarla basedebilmek icin gelistirilen kapitalizme özgü, sendikalasma, dayanisma, is birakma, gösteri yapma, yargiya basvurma, psikologa gitme gibi sorun cözme, en azindan cözümü zorlama yöntemleriyle daha tanisamadiklari icin kendi öldürme yöntemlerine basvurmaktadirlar. 

Bakiniz, size bir örnek vereyim. Türkiye 2 Kasim 2012`de yine böyle bir katliam haberiyle sarsildi. Katliam Bagcilar semtinde yapilmisti. Tekstil iscisi Ergin Sargik, esi Sacide Sargik`i, kardesi Bayram Sargik`i ve cocuklari ; Suzan (18), Gülcan (14), Sevda Sarkık (15)  ve Abidin  Sargik`i (5)`i öldürdü. Erhan (8) ve Ercan,' i (8) ise agir yaraladi. Bu cocuklar simdi yasiyor mu, bu bilinmiyor. Yani toplam 3 kiz cocuk, 3 erkek cocuk, bir es ve bir erkek kardes, ailenin reisi tarafindan öldürüldü veya agir yaralandi. Öldürülenlerden geriye sadece fotoğrafları kaldı. Amca oglu Mehmet Sargik, olaydan sonra Engin Sargik icin: "Gayet sakin bir insandı. Evinden işine gider gelirdi. Çocuklarının ailesinin ekmeğinin peşindeydi. Herhangi bir sorununu ne duyduk ne de gördük. Hiç kimseyle problemi dahi yoktu." ifadelerini kullanmisti. Bakiniz bir sonraki gün cikan Milliyet Gazetesi.

"Herhangi bir sorununu ne duyduk ne de gördük", diyor amcaoglu. Bu söze mim koyalim. Yani amcaoglu acligi, fakirligi, issizligi aslinda bir öldürme nedeni olarak algilamiyor. Cünkü kendisi büyük bir ihtimalle uzunca bir süredir sehirde yasamaktadir ve kapitalist sorun cözme yöntemlerini artik geri dönüssüz olarak benimsemistir. Akrabasinin "ekmek pesinde" oldugunu söylemesi, onun fakrü zaruret icinde oldugunu bildigini, ancak bunu dogal olarak kabul ettigini göstermektedir. Cünkü sehre yeni gelenlerin, yeni yasamlarina alisincaya kadar bir müddet "sürünmesi" dogal kabul edilmektedir.  

Gazeteler bu arada bol bol yalan haberler yayimladilar. Örnegin Engin Sargik`in esi Sacide Sargik`la, kayinbiraderi Bayram Sargik`in arasinda bir iliski oldugundan süphelenildi. Ikisi arasinda cok sayida mesajlasma oldugundan, Bayram Sargik`in cep telefonunun faturasinin cok kabarik geldiginden, agabeyiyle bu fatura yüzünden tartistiklarindan, agabeyin iliskiden süphelendigi icin cinnet getirdiginden bahsedildi. Gazeteler yasak ask, aile ici ensest haberleriyle doldu birden. Katliam, yasak ask icin yapilmisti. Fakat birkac gün sonra akrabalarin ifadeleri, öldürülen kadinin, birakin cep telefonu kullanmayi, okuma yazmasinin bile olmadigini ortaya cikardi. Yani kisacasi yasak ask falan yoktu ortalikta. Bizim Türk basini yasak ask hikâyelerine bayilir. Cünkü toplumda, özellikle genc erkeklerde bir "zina", evli kadinlarla, üstelik kocanin da hazir bulundugu ortamlarda, onun onayiyla seks yapma saplantisi vardir. "Issiz Adam" filmi neden meshur oldu dersiniz? Basin da bu saplantiyi bildigi icin hemen haberlerin icine bir tutam "zina" serpistirir. Böylece haberlerin daha kolay okuyucu bulacagi hesaplanir. Bu yakistirmalari yapan basin yalani ortaya cikinca utandi mi? Hayir, ne gezer! Türkiye basininda utanma diye bir sey yoktur cünkü. 

Her neyse! Peki adam durup dururken bu güzelim insanlari neden yok etmisti? Olayin ayrintilari yavas yavas ortaya döküldükce Türkiye insaninin derin caresizligini ve köseye sikismisligini anliyorsunuz. Bu köseye sikismislik karsisinda, kültür sokuna ugrayan insanlar ölümden baska care bulamiyor. Cünkü sorun algilandigi an, cözüm, yani öldürme fikri de kendiliginden ortaya cikiyor. 

Katliamdan önce adami calistigi tekstil fabrikasi isine son vermisti. Belki fabrika degil, bir tekstil atölyesiydi bu. Haksiz yere, tazminatsiz isten cikarildigini düsünen Engin Sargik, tekstil fabrikasi aleyhine, isten cikarilan diger arkadaslariyla birlikte dava acmaya karar verdi. Ancak dava acmak icin gerekli mahkeme masrafi, kisi basina 250 liraydi ve isten cikarilan Engin`in cebinde sadece 5 lira vardi. Dava dilekcesi masrafini arkadaslari karsiladilar. O dava dosyasi, tozlu raflarda duruyor simdi. Türk insaninin cevapsiz kalan sorularini temsil ederek. 

Engin, Istanbul`a gelmeden memleketi olan Batman`da bir ara hayvan ticareti yapmis, ancak o isi iflas ederek ve mal varliginin hemen tamamini kaybederek birakmak zorunda kalmisti.

Insanlar tazminatsiz olarak isten cikariliyor. Bu insanlarin aslinda hicbir sosyal güvencesi yok. Dayanacaklari bir aile örgütlenmesi de bulunmuyor. Akrabalarin hemen hepsi, onlar gibi caresiz, cünkü onlar da sehre yeni gelmisler, hayata tutunmaya calisiyorlar. Üstelik memleketlerinden devraldiklari feodal gurur yakalarini birakmiyor. Onlarin baskalarindan para istemesine engel oluyor. 

Hayvancilik kirsal kesimde cökertilmis. Özellikle güney dogu Anadolu`dan göc dalgalari, bu nedenle büyük sehirlere vurmakta. Bu hayata tutunmaya calisan insanlarin tutunacaklari hicbir dal yok. Issizlik yardimi, sosyal maliyet olarak kabul ediliyor ve buna yanasilmiyor. Tersanelerde, surda, burda, cok basit emniyet tedbirleri, örnegin 3 liralik gaz maskesiyle önlenebilecek is kazalarinda her gün isciler can veriyor. Emniyet tedbirlerini, maliyetleri kabartacagi icin kabul edilmiyor. Bu emniyet tedbirlerini almayan is yerleri, örnegin tersaneler, cezalandiriliyor mu? Hayir! Topkapi`da, kis günü cadirlarin icinde isinmaya calisirken iscilerin yaktiklari sobadan cikan kivilcimlarin cadirlari tutusturmasi sonucu yanarak ölenlerin hesabi soruldu mu? Bu sorular böyle devam edip gider. Cünkü var olan düzen, islamcilik maskesi takmis olan bir "turbo kapitalizm"den baska bir sey degildir. Yani var olan iktidar sahipleri, bu iscilerin sefalate itilmesinin önüne gecebilecek issizlik yardimi, cocuk yardimi gibi harcamalari, kalkinmayi engelleyici yükler olarak görmekte ve bu harcamalari yapmamaktadir. Söyle düsünülmektedir: "take off" noktasini yakalayincaya kadar, bu sosyal maliyetlere katlanilmalidir. Nasil ki Cin`de, Tayland`da, Filipinler`de bir canak pirinc ugruna bütün gün calismaya hazir olan kitleler varsa, isgücü maliyetlerinde rekabeti yakalamak icin Türkiye de bu insanlarin sefalete itilmesine ses cikarmamalidir. Yalniz unutulmamasi gereken bir sey var: Cin`de evet bir canak ugruna bütün gün calisiyor insanlar, ama hic olmazsa calisiyor, bir is bulabiliyorlar. Dünya Bankasi verilerine göre, Cin`in 2000-2011 arasi ortalama büyüme hizi %10,8`dir. Hindistan ayni dönemde ortalama %7`lik bir büyüme hizi yakalanmistir. Nijerya`da bu hiz, %6 civarindadir. Filipinler`de bile %5`tir. Türkiye ise yüksek faiz ve degerli para yüzünden, ihracatini yeteri kadar artiramadigi icin ayni dönemde ortalama büyüme hizi %4,3`tür. Ekonomi yeteri kadar büyüyemedigi icin kronik issizlik orani cok yüksektir. 

Yani kalkinma icin insanlarin hayati feda edilmektedir. Peki, kalkinma bari istenen hizda saglanabilmekte midir? Hayir. 

Yani ödenen sosyal maliyete degiyor mu bu kalkinma hizi? Yine hayir. 

Peki, kalkinma mutlaka sosyal maliyet karsiliginda mi gerceklesir? Maalesef evet. 

Peki, bu sosyal maliyetin hic olmazsa aile katliamlarina ve can kaybina yol acmamasi icin gereken tedbirleri aliyor mu aileden ve kadindan sorumlu sayin bakan? Mesela büyük sehirlere güneydogudan gelmis büyük aileler icin ne gibi projeler gelistirildi, Aileden ve Kadindan Sorumlu Devlet Bakani sayin Fatma Sahin?

Behcet Necatigil bir siirinde söyle der: "Susanlara bir sey sormayiniz"

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Oprah Winfrey: "Irkçılık hâlâ problem"

Amerikali sarkici Oprah Winfrey`in Isvicre`de maruz kaldigi irkci muameleyi gazetelerden okuyunca bu irk ve milliyet meseleleri yeniden ön plana cikti. Olay gercekten ilginc. Düsününüz: Üc milyar dolariniz var ve dünyanin en sevimli insanlarindan birisiniz. Para, san, söhret hepsi sizde, Hazir Zurich`e gitmisken, ipinizi koparmak, tek basina alisverise cikmak istiyorsunuz. Ama birden bire karsinize cikan bir irkci, balyoz gibi tepenize inip size ummadiginiz bir deneyim yasatiyor. "O canta sizin icin cok pahali," diyor satici bayan. Sadece cantayi degil, cantayi üreten firmayi satin alacak serveti olan Oprah Winfrey`in "Bir ara dükkândaki her seyi satin almayi düsündüm" demesi de ilginctir. Iki nedenden ötürü. Bir: Zenginlik, insanoglunun saygiya ve sevgiye susamisligini bir nebze olsun azaltmiyor. Hatta belki tersine artiriyor. Iki:  Bu saygi ihtiyaci karsilanmadigi zaman insanoglu hemen kesenin agzini acmaya yelteniyor. Biz Türkler bu durumu "Ben adami paramla döverim" ifadesiyle aciklariz. (Ah, su Türkce`nin keskin alayciligi!)

Bizzat olayda, irkciliktan muzdarip satici bayanin, Oprah Winfrey`in cantaya dokunmasina bile izin vermemesi de ilginc. Canta cok pahali oldugu icin, camekânli özel bir bölmede muhafaza ediliyor. Oprah Winfrey üc kere rica etmesine ragmen, satici bayan bir türlü cantayi onun zenci ellerine teslim etmeye razi olmuyor. Bati kültüründe dokunmanin kirletmek anlamina geldigi yönünde bir metafor vardir. Mesela yeni dogan cocuk, hristiyanlikta suyun icine sokularak yikanir, yani vaftiz edilir. Ama bazi kisilerin aslinda vaftiz edilemeyecegine dair bir düsünce de vardir aslinda bati toplumlarinda. Söz gelimi Nietzsche "Ayak takimi icmeyegörsün ,bütün sular agulanir, "der. Yine Freud, dokundugunu altina dönüstüren, bu nedenle acliktan ölen kralin efsanesini yorumlar bize. Altin, efsanede pisligin yüceltilmis bicimidir. Aslinda kral her seyi dokunarak kirletmektedir. Yine ayni sekilde Isa`nin carmiha gerildikten sonra yeryüzünde Meryem`e görünmesi sirasinda onu "Bana dokunma" diye uyarmasi ilginctir. "Cünkü daha Babanin yanina cikmadim." (Bakiniz Yuhanna Incili, Bölüm:20) Bütün bunlar bu tür metaforlarla büyümüs Batililarin her tepkisinin, aslinda o metaforlar tarafindan kosullandirildigini gösterir.

Irkci asagilanmaya maruz da kalsa bir irka, millete mensup olmak insan icin kacinilmaz bir olgu. Eninde sonunda bir millete mensubuzdur. Icinde dogdugunuz milleti sevmenin ahlaki bir erdem oldugu ögretilir bize. Bir bakima milliyet, anneyle özdestir. Bir kadin hatirliyorum. National Geografic televizyonunun kaybolan dillerle ilgi yaptigi bir belgeselde konusmustu. Konusan sadece 5 kisi kalmis olan ana dili hakkinda, "Bu dil benim annemin konustugu dil" demisti. Annemizin agzindan cikan kelimeler, inanilmaz cagrisimlar yaparak sonsuzlukta yankilanir. Insanoglu. hicbir dili kendi ana dili gibi derinden duyarak algilayamaz. Ama bu dil ayni zamanda baskalarina yabanci kilar sizi. Kuran`da, "Isteseydik bir sizi tek bir kavim olarak yaratirdik" ayeti bulunmaktadir. Bu ayet, birbirinine yabanci olmanin evrenselligini anlatir bize. Yani bir bakima yabanci olmak evrensel, tanisik olmak ise istisnaidir. Ama ayni zamanda ayet, birbirimizi anlamaya ve sevmeye calismanin da vazgecilmezligine isaret eder.

Vatanimizda iken, Türklügün icinde yüzdügümüzden olacak, aklimiza pek milliyetimiz gelmez. Bu konular daha cok MHP`ye birakilir. Saka maka, bu parti, Türkiye`de Türklügü savunan neredeyse tek parti konumundadir su an. Ama ilk defa yurtdisina ciktigimizda birdenbire, MHP`nin desteginden de yoksun kaldigimizdan midir nedir, yalniz hissederiz kendimizi. "A, evet ya, biz Türk`tük sahi, ne yapacagiz simdi?" gibisinden telasa benzer bir ruh hali sarar benligimizi. Öyle ya, "Biz bu adamlarin sehirlerini zamaninda tek tek kusatip onlarin hayatini cehenneme cevirmedik mi?" seklinde bir soru bile sorabiliriz kendimize. Ögünsek mi yerinsek mi bilemeyiz. Yüzümüze devamli bir ayna tutulur ve Türk oldugumuz hatirlatilir. Aynadan yansiyan görüntü bize hic uymaz. Bir de karsiniza, bu yetmiyormus gibi, Fethullah cemaatinin Avusturya`daki basörtülü, takkeli temsilcileri cikar. Durum daha da karmasik bir hal alir.  Kendimizi simdiye kadar hep farki görmüsüzdür cünkü. Öyle ki, Türklük ve Türk olmak, simdiye kadar, bizim alabildigine disa acilmis evrenimizde bir ayrinti olarak kalmistir. Kendimizi neredeyse bu ayrintidan soyutlamisizdir. Soludugumuz havayi unutmamiz gibi. Bir örnek vereyim: ben Türk oldugum halde, kendimi hep Bizans`la özdeslestirmisimdir. Disardan gelip, kalelerinin güc kullanilarak zaptedilen bir sehrin ahalisinin yetiskinlerinin tek tek, âdeta siraya sokularak idam edilmesini, kizlarinin ve erkek cocuklarinin seks kölesi haline getirilmesini, direnmeyip teslim olanlarin da hayatta kalmakla ödüllendirilmesini övmem. Fatih`ten de kisi olarak zerre kadar hazzetmem. Onun yerine savasarak ölmeyi görev bilen, cesedi ölen diger yoldaslarinin cesetleri arasinda teshis dahi edilemeyen Bizans imparatorunu severim ve ona saygi duyarim. Yani ben klasik Türk cizgisinin o kadar uzagindayimdir. Hos, böyle bir cizgi var mi, o da tartisilir ya. Cünkü aslinda Türk olmak, alisilagelenin disina cikabilmektir bir bakima. Kimi zaman anti-Türk olabilmek, ama gerektiginde yine Türklüge geri dönebilmektir. Onu da bilirim. Yani Türklük aslinda bin yüzlüdür ve Türkler tarihte inanilmaz zikzaklar cizebilen bir ulustur. Öyle olmasaydi, Orta Asya`nin derinliklerinden Avrupa`nin iclerine kadar sokulabilir miydik? Bu yolculuga mim koymak lazim. Dünyada ücbine yakin ulus icinde sadece yedi ulus vardir bunu yapabilen: Ingilizler, Fransizlar, Ispanyollar, Portekizliler, Yahudiler, Cingeneler ve tabii ki, Türkler. Mesela Almanlar bunu yapamamistir. Cünkü kita Avrupasi tarafinda kalmislardir. Gerci denizci bir millet olan Viking`ler, yani bugünkü Norvecliler de bunu yapamamistir. Cünkü onlarin da nüfuslari yetersizdi. Arap ve Iranlilar yapamamistir. Hatta Iranlilar kazik cakmis gibi tarih boyunca buluduklari yerden bir milim ayrilmamislardir. Ilginctir: bu yolculuk yapabilen uluslar, ya kendileri bizzat irkciligin hedefi haline gelmis ya da irkcilikla mücadele etmek zorunda kalmislardir. Türkler iste bu az sayida, yer degistirirken benliklerini kaybetmeyen, tersine gittikleri yerlere kendi kültürel varliklarini kabul ettirebilen, oralarda devlet kuran uluslardan biridir, Hattâ bugün bile dünyanin neresine giderseniz gidin orada is yapan, calisan, sirketler ve okullar kuran Türkler görürsünüz. Bunlar Türkiye`de dogup büyüyen insanlardir. Piri Reis`in Güney Amerika haritasini havadan görebilmesi ve cizgiye dökebilmesi tesadüf degildir. Bütün bu siradisi isler Türklügün karakterinin ana hatlarini verir bize . Bu karakter, kendine inanilmaz güvenen ve kiliktan kiliga girmeye dünden hazir, darbelere hazirlikli; hinzir, fettan, capkin ve esprili bir tür akinci karakteridir. Bir cok uluslararasi metinde Türklerin haciyatmaz karakterli bir ulus oldugu, darbe yedikce, ayni hiz ve siddetle dogrulduguna iliskin görüs, bir gercegi ifade eder. (Sevgili Hocam Prof. Dr. Mehmet Gürkaynak bir egitim sirasinda vermisti bu degerli bilgiyi bize. Türklügün siradisi karakteri konusunda beni ilk aydinlatan odur).

Yani bir bakima Türk olmak, kabina sigamamak, sadece Türk olmayi yeterli görmemek demektir. Bunun getirdigi inanilmaz dinamizmi yasamak demektir. Gecenlerde, Ingilitere`deki bir dil kursunda tanisip sonradan evlendigi Peru`lu bir kizin pesinden ta Peru`ye giden, sonra kizdan ayrilarak Peru ormanlarinda tek basina yasayan bir adamin hikâyesini okumustum. Adamin bir kelime Türkce bilmeyen kizi, Türkiye`ye gelip akrabalariyla tanismak ihtiyacini hissetmisti. Adam ise hâlâ ortada yoktu. Bu, Türk olmaktir iste. Adam belki hâlâ Peru ormanlarinda yasiyor, ama Peru`lular bile ona ulasamiyor. Türk`lügün bir baska temsilcisinin de National Geografik dergisi icin, bes kurus para harcamadan doganin size sunduklariyla yasanabilecegini iddia eden ve gercekten bu sekilde yillarca yasayabilen o insan olduguna da inanirim. O da Türk`tür tam anlamiyla. Yahya Kemal, Malazgirt Meydan Savasi`ndan sonra Bizans ordularinin darmadagin oldugunu ve koskoca Bizans ülkesinin bir ara tamamen Türk ordularinin hakimiyetine girdigini, Türk akincilarinin o hizla ta Bogaz sirtlarina kadar gidebildigini anlatmistir. Ve söyle demistir: "Türk gözü Istanbul`u ilk o zaman gördü." Ifadenin güzelligi, insanin icini ürpertiyor. Türklük ve Istanbul birlesince ortaya tabi inanilmaz güzellikler cikti. O akinci ruh Türktür iste. O ruhu ta icinde hisseden Yahya Kemal de Türk`tür.

Türkler insanligin bir kesimi. Ama ayni zamanda baska kesimler, baska zenginlikler var. Ben kendi hesabima Afganistan, Pakistan ve Hindistan asigiyim örnegin. Tamil ve Telugu dillerini hatasiz konusmayi ne kadar isterdim. Ayrica Bengal dilini de konusmak isterdim. Tagore`u kendi dilinde anlamak icin. Biliyorum ki. o harika siirler o dilde baska türlü yankiyacak. Pastun dilini konusmak isterdim. hâlâ arada bir BBC internet sitesinde Pastun dilinden haberleri anlamasam bile dinlerim. Dil, inanilmaz güzelliktedir. O sert cografyanin dili oldugu, hemen hic belli olmaz. Onlarin özelliklerini ve benzersizliklerini bilmeyi, dünyada artik konusulmayan baska dillerin sonsuzluktaki yankilarini dinlemeyi, dünyada mevcut 3500 dilin hic olmazsa 70-80`ini konusabilmeyi, mesela Bantu`lari anlayabilmeyi... Ama biliyorum ki, bu güzellikler benim ulasabilecegimden cok uzakta. Ama hic olmazsa o güzelliklerin var oldugunu bilmek, avutuyor insani. Irkcilik hâlâ bir problem demis, Oprah Winfrey. Problem, irkciligin aslinda bir ruhsal yoksulluk, bir zenginlikten habersizlik olmasindan ileri gelmektedir.