22 Aralık 2013 Pazar

Yargi ile iktidarin üzerine gidilebilir mi?

Yargi, kuvvetler ayriligi prensibine göre yürütme ve yasamayla karsilikli calisan bir devlet erkidir. Bu karsilikli calismanin celiski ve catismayi icerdigi rahatlikla söylenebilir ve aslinda istenen ve arzu edilen bir durumdur bu. Sistem bu celiski üzerine kurulmustur cünkü. Celiskiler yeni fikirlerin yaratilmasina neden olur ve devletin gücüne güc katar. Ama yargiya "muhalefet" görevi yüklemek imkânsizdir. Muhalefet etmek isteyen bir güc, bunu siyasi yollardan yapmalidir. Bunun yeri de siyasi arenadir.

Halkin önüne cikip iki cift laf edilebiliyor mu? Dahasi, dinleyiciler bu konusma sirasinda inandirilabiliyor mu? Bu belki de dünyanin en zor isini yapabilecek siyasi organizasyon gücü mevcut mu? Iste bütün mesele budur... Cünkü kapitalizm, insanlari ikna etmek ve onlari yönlendirmek yetenegi üzerine kurulu bir sistemdir. Sadece veri yetmez. Sadece caliskanlik, yetenek, bilgi yetmez. Dil dökmek, insanlarin gönlüne girmek gerekir. Malini en az maliyetle müsteriye satabilen, kraldir, isterse mal kalitesiz olsun. Bir mahalle kahvesine girip, kendisini hic tanimayan insanlarda bir anda bir sempati dalgasi yaratabilen bir konusmaci, kraldir. Bunu yapamayan tarihe karisir.

Eger verilecek bir mesaj siyasi yollardan verilemedigi, baska yollara tevessül edildigi zaman ne olur? Sözümona devletin icine sizarak, bazi köse baslarina adamlar yerlestirip devlerin gücünü siyasi bir silah olarak kullanmaya yeltenip, kanun hükümlerinin yol actigi nispette, hükümet karsiti operasyonlar düzenlemeye kalkismak, tabii bütün bunlar düsünülebilir. Böyle seyleri bolca yapmaya calisanlar olmustur da.

Ama dikkat edilsin, sistem bu gibi seylere bagisik olmak üzere kurulmustur. Cünkü siyasi mesajlar, ancak siyasi organizasyonlar tarafindan verilebilir. Internet sitelerinin, gazetelerin, ordunun, askerlerin, mahkemelerin, meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluslarinin, cemaatlerin, din adamlarinin, hacilarin, hocalarin böyle bir islevi yoktur. Nitekim eskiden, askeri bürokratik vesayet döneminde askerler mesajlarini kapali kapilar ardinda veya acikca, basin önünde verirlerdi. Ama sonra siyasiler bunu siyaset diline cevirirler, programlarina alirlar, sloganlastirirlardi.

Örnegin 12 Mart döneminde askerlerin kullandigi dili, siyaset diline ceviren bir Nihat Erim vardi. 12 Eylül döneminde Turgut Özal vardi. Bülent Ulusu vardi. Sonra Kenan Evren, bizzat siyasetci olarak siyasi arenaya indi. Nitekim askeri vesayet, daha sonra hicbir siyasinin bu mesajlari siyaset diline cevirmemesi, cevirmeye yeltenenlerin ise derhal halk tarafindan cezalandirilmasi sayesinde son buldu. 

Eger ortada verilen mesajlari siyaset diline cevirecek bir siyasi organizasyon yoksa, mesaj yine verilir, ama siyasiler bunlari havada kaparlar ve o mesajlari islerine geldigi gibi kullanilir.. Örnegin hükümet de bir siyasi organ oldugu icin bunlari kendine yontar bicimde yorumlar, o zaman hükümet karsiti gibi görünen caba ssonucta hükümetin kuvvetlenmesine bile neden olabilir.

Nitekim bugün olan da bu degil mi? Bazi iktidar yanlilarinin yolsuzluk yaptigi, bu yolsuzluklarin üzerine yargi organlari vasitasiyla gidildigi görülüyor. Ama daha baslangicta yapilan sey iki tarafi keskin bicak misali, hükümetin siyasi propagandasi icin öylesine bicilmis kaftan görüntüsü veriyor ki, bu yapilanlarin hükümetin isine gelecegi o kadar acik ki, secim öncesi bir propaganda malzemesi yaratmak icin hükümet ve ortagi olan hareket tarafindan bile bile organize edildigi ihtimalini akla getiriyor. Bence burada isin icinde iki tür amac sahibi de var: Birincisi, yolsuzluk operasyonlarindan yararlanarak hükümeti yipratabilecegini sanan, siyasi anlamda gercek "ebleh"ler ... Ama bunlarin sayisi son derece az gibi görünüyor. Ama asil isin öbür boyutuna oynayanlar, yani hükümetin yararlanmasi icin bu catismadan malzeme üretmeye calisanlar daha fazla gibi, Toz duman biraz dagilsin, bu ayrisma daha net bicimde görülecektir.

Bu yapilanlar, hükümete neden altin firsatlar sunuyor?

1- Hükümet bu yargi operasyonlarina karsi derhal "yargi bagimsizdir" sloganina sarilip, "bakiniz, sirasinda en güzide bakanlarimizin ogullarini bile gerektiginde savciya teslim etmekten cekinmedik. Bizde hukukun üstünlügü prensibi esastir, türünden bir propagandaya zemin saglayabilir. Tabii bu tür hukukseverligin AKP acisindan gercek olmadigini herkes biliyor. Ama bu propagandayla bunun tem tersi bir görüntü yaratilamaz mi? Bu durumda malini satar mi hükümet? Bence satar. Nitekim simdiden Ali Babacan`in agzindan " "Biz hiçbir zaman yolsuzluğun üzerini örtmeyiz, yolsuzlukların arkasında durmayız gereği ne ise yaparız" , cikislari duyulmaya basladi bile.

Gecmiste bir ara Özal da, Ismail Özdaglar adindaki bakanini yarginin eline teslim etmis, sonra da bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanmisti. Ama o sirada bile ANAP yolsuzluklarin batagina girtlagina kadar saplanmis durumdaydi. Yine de Özal, böyle bir durumda bile dürüstlük propagandasi yapabilmisti.

2- Bu yapilanlar, AKP`nin o cok bayildigi "magduriyet" propagandasina destek veriyor. Yine dis gücler vurgusu, yine kökü disarda operasyon yapiliyormus havasi, basta basbakanin agzindan olmak üzere sikca dile getirilir oldu. AKP askeri vesayeti bitirdikten sonra, magdur olamamanin, halka birilerini sikayet edememenin sikintisi icindeydi. Cemaat tam o sirada AKP`nin imdadina yetisti denilebilir.

3- Zengin is adamlarina, lüks hayat yasayanlara, babasinin ününden yararlanip kesesini doldurmaya calisanlara, kisacasi asalak yasam türüne karsi halkin biriken öfkesi siyasi alanlara kanalize ediliyor. Asalak yasami mahkûm ettirmek, bir muhafazakâr iktidarda da mümkündür imaji verilmeye calisiliyor. Oysa asalak yasamlarin daha cok muhafazakâr iktidarlar döneminde palazlandigi, özellikle Türkiye gibi feodal-mafya türü olusumlarin hâlâ capcanli oldugu bir ülkede, sosyolojik bir vakiadir.

4- En önemlisi siyasi catismanin ekseni AKP CHP ekseninden cikariliyor ve eksen, AKP Cemaat arasina yerlestiriliyor. Yani secim süreci, bir demokratik demokratik hak ve özgürlüklerin gelistirilmesine hizmet etmekten cok, muhafakâr klikler arasindaki kayikci kavgasina indirgeniyor. Bu kavgayi kim kazanirsa kazansin, Türkiye`deki temel hak ve özgürlükler bir adim bile ileri götürülemeyecektir. Cünkü AKP de en az Cemaat kadar demokrasi karsiti bir olusumdur.

Türdes unsurlari birbiri ile rekabet ettirerek bir kâr sarmali yaratmak, aslinda is adamlarinin kullandigi kapitalist bir taktiktir. Koc Holding bir zamanlar Arcelik`e karsi Beko markasini bu amacla yaratmisti. Her ikisine de benzer kaltedeki mallari, az cok farkliliklar yaratarak ürettirip kendisine karsi gelisen tüketici tepkisini yine kendi amaclari dogrultusunda, kârina kâr katmak icin kullanabildi. Yani bir anlamda tekel kurmaktir bu. Türkiye`nin siyaseti üzerinde de muhafazakâr dinci cevrelerin âdeta bir tekeli kurulmaya calisilmaktadirlar. Demokratik talepler bu yolla âdeta marjinalize edilmektedir.

5- Bu kavgayla aslinda muhafakâr dinci cevreler demokratlardan, liberallerden rol calmayi amaclamalari da isin bir baska yönü. Dikkat edilirse, hem AKP hem de Cemaat, demokratlarin simdiye kadar onlar aleyhinde ileri sürdügü ne kadar elestiri varsa bunlari birbirlerine karsi yöneltmektedirler. Özellikle AKP`nin Cemaat`e karsi liberallerin birikmis öfkesini dillendirecek sekilde propaganda yaptigi görülmektedir. Bu yönelimden, AKP`nin Cemaat karsiti liberal demokratik oylari kazanmayi hedefledigi sonucu cikarilabilir. Özellikle dershanelerle ilgili tartismalar sirasinda AKP`nin bu tavri cok belirgindi. Amac, AKP`nin sikistigi %52`lik cendereyi biraz olsun gevsetmek, oy oranini %57-58 bandina oturtmaktir. Eger oy orani bu banda otururursa, cumhurbaskanligi icin Erdogan umutlarini sürdürebilir. Cünkü AKP`nin zirveyi gördügünü, bundan sonra kacinilmaz düsüsün baslayacagini Erdogan bilmektedir.

Secimler sonrasinda, eger istediklerini elde ederlerse bu ikilinin yine el ele kol kola yollarina devam ettigi görülecektir. Bu dönemde demokratik cevrelere düsen görev, bu ikilinin bir elmanin iki yarisi kadar birbirine benzedigi ve ikisinin de demokrasiye kazandiracagi hemen hicbir seyin olmadigi yönündeki propagandaya hiz vermektir. 

11 Aralık 2013 Çarşamba

Özel hayata müdahale ve sansür

Konuyla ilk yüzyüze gelisim Ugur Dündar`in haftalik programlarini seyrettigim yillara rastlar. Ugur Dündar, gercekleri ortaya cikaran, yılmaz, sınır tanımaz gazeteci rolünü oynuyordu. Ikide bir lahmacuncuları, kebabcıları basıyor, tursu imalathanelerine, sucukculara göz actırmıyor, onların halkın saglıgıyla nasıl oynadıgını gözler önüne seriyordu. Git gide bu basmalar, gizleneni ortaya cıkarmalar bir gazetecilik basarısı olarak görülmeye basladı. Yüzyıllardır kac-göc iliskilerinin agır baskısı altında yasamıs olan toplumumuz, birdenbire gizleneni ortaya cıkarmanın dayanilmaz cazibesi ile tanıstı.

Ugur Dündar durmuyor, giderek sucuk imalathanelerinden, organ nakli yapan, insanların cinsiyetini degistiren doktorların muayenehanelerine atlıyor, onlara tuzaklar kurup, istemedikleri halde, onları, kendilerinden sikayetci olan eski hastalarıyla stüdyoda sürpriz bir sekilde karsılastırıyor, adamın stüdyoyu saskınlık icinde terkedisi, kameralarca saptanıyor, bütün bunlar birer gazetecilik basarısı olarak gösteriliyordu.

Ugur Dündar, sonunda, arkasına toplumun rüzgarını alarak dinci kesimi gözüne kestirdi. Bütün amacı, dincilerin ahlaklı olunması yönündeki telkinlerinin bir yalan oldugunu, bu insanların aslında, siyaset ugruna rol yaptıgını, hırsızlıgın ve ahlaksızlıgın âlâsının bu insanların genel karakteri oldugunu delilleriyle topluma sunmaktı.

Ne büyük bir tesadüftür ki, onun bu cabası, o sıralar 28 Subat, "post modern" darbesini hazırlayanların dinci kesime yönelik “kara propogandası” ile aynı zamana rastlamıstı. 28 Subatcıların basını nasıl manipüle ettigini biliyoruz. Ugur Dündar`ın dinci kesimi hedef alan bu programlarının, 28 Subat sürecinin etkisiyle olusmadıgını düsünmek bu nedenle mümkün degil.

Sonucta bu programlar bir felaketle sonuclandı. Serafettin Yardimedici isimli din adamı, Ugur Dündar`ın Arena adlı programında yaptıgı inanılmaz bir yayının ardından, 1 Kasım 1996`da intihar etti. Serafettin Bey`in evine gizli kamera yerlestirilmisti. Ugur Dündar kamerayı yerlestirenlerin bizzat kendileri olduguna dair bir izlenimi program sırasında olusturmaktan cekinmedi. Hatta öyle ki, aksam adamın evinde cekim yapılıyor, ertesi gün aynı adamla parlemento bahcesinde röportaj yapılarak, gece kadına söylediklerinin tam tersi ona röportaj sirasinda söyletilerek, bu kesimin nasıl dürüstlükten uzak oldugu “dellileriyle” kanıtlanmıs oluyordu. Serafettin Bey`in beraber oldugu kadınla anlasılmıstı. Bu kadının nasıl olup da ikna edildigi ayrı bir soru isaretidir. Bir erkegin, beraber oldugu sırada bir kadına söyledigi her ne varsa, televizyonda yayımlandı. Yapılan bu ifsaat, bütün dinlerin "gizlilige girme" olarak gördügü ve elestirdigi seydir. Ayrıca gizlilige girme 1982 Anayasası`nin 20. maddesine göre yasaktır. Buna ragmen bu insanın yatak odasına, göz göre göre, üstelik biz yaptık diyerek kamera nasıl yerlestirilmisti? Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Anayasası`nı korumakla görevli makamlar neden harekete gecmedi? Bu da ikinci soru isareti. Ondan önce Henry Miller`in “Oglak Dönencesi” adlı romanının müstehcen olduguna karar verilen sayfaları, satırları siyah sansür bantıyla kapatılmıs olarak yayımlanmıstı. Henry Miller`in kitabını cinsellik icerdigi gerekcesiyle bantlayan Türkiye ile, Serafettin Yardımedici`nin yatak odasına kamera yerlestirip görüntüleri televizyonda yayımlayan Türkiye aynı Türkiye`dir. Sunu diyecegim: Oglak Dönencesi 1985 yılında bantlandı. Yardimedici`nin evine kamera 1996 yılında yerlestirildi. Her iki dönem de askeri vesayet rejiminin isbasında oldugu dönemlerdir. Yani aslında asagılanan genel olarak insan ve onun özel yasamıdır. Bu yasam bazen kitaplarda siyah seritlerle kapatlıyor, bazen de ayıp bir sey gibi televizyonlarda gösteriliyordu.

Üstelik bu tür propaganda, toplumun bilincine özellikle "laik" kesim ve onların yayin organları tarafından halen de sürekli pompalanmaktadır. Halen bizdeki "Sözcü" gazetesi bu tür propagandanın sampiyonlugunu yapmaktadır. Ugur Dündar da zaten o gazetenin yazar kadrosundadır.

Her sey bir yana: yıllar sonra aynı yöntemler bu sefer Ugur Dündar`a uygulandıgı zaman, kendisinin "özel hayatın gizliligi" diye ayaga fırlamasına ne demeli? Insan sunu sormadan edemiyor: Acaba, özel hayatına saygı gösterilmesini istemenin, herkesin en dogal hakkı oldugunu Ugur Dündar kendi tecrübeleriyle gercekten ögrenmis midir?

Gecenlerde Cem Yılmaz`ın bir programını izlerken aynı sorun yeniden karsıma cıktı. Cem Yılmaz, Facebook hesaplarının CIA tarafından gizli gizli takip edildigini düsünen kesimle alay etmek icin “cia ne yapsın senin ...lu hesabını” diye soruyor; onu dinleyen “hesap sahipleri” de bu espriye katıla katıla gülüyorlardı.

Cem Yılmaz`ın üstadları olan Ugur Dündar`dan veya Henry Miller`in Oglak Dönencesi adlı romanınını siyah seritlerle bantlayanlardan cok sey ögrendigi acık.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Demokrasi, "yönetime katilim" midir?

Cumhurbaskani Abdullah Gül son dönem konusmalarindan birinde "Tarihte İslam toplumlarının en fazla önem verdiği değerler hak ve adaletin tecellisi, şeffaflık, devlet yönetimine katılım ve istişareleri gibi konular olmuştur" diyerek islam ile demokrasinin arasinda bir ikilem olmadigini söyledi. (Ekim 2013 - Milliyet)

Bu cümle, siyasetcilerin olaylara nasil baktigini belirtmek acisindan bize cok sey anlatiyor. Aslinda "islam toplumlari öteden beri hak ve adaletin tecellisine önem vermistir" diyen biri, teorik anlamda hicbir sey söylememis demektir. Bir totolojidir bu. Cünkü bütün toplumlar hak ve adaletin tecellisine önem verir. Aksi takdirde toplum olarak bir arada bulunmanin imkâni yoktur. Bugün Taliban`in bile mahkemeleri var. PKK`nin da var. Bugün en uydurma örgüt, dünya üzerinde bir toprak parcasi ele gecirmeyegörsün, hemen bir mahkeme kuruyor. Birileri hakkinda kararlar veriyor. Mesele, hak ve adaletin tecellisi degil. Hangi hakkin, hangi adaletin tecelli ettiginde. 


Aslina bakilirsa, bu cümlelerde siyasetcilerin bütün mahareti gizlenmis durumda. Özü itibariyle son derece totolojik bir cümle kuracaksiniz. Ama satir arasinda baska bir sey ima edeceksiniz. Abdullah Gül`ün ima ettigi de sudur: `Tarih boyunca islam toplumlarinin hak ve adalet anlayisi ile simdiki demokratik toplumlarin hak ve adalet anlayisi arasinda aslinda cok büyük bir fark bulunmamaktadir. Hic fark yoktur, demek tabii ki mümkün degildir. Ama iki sistemin hak ve adalet anlayisi arasinda kavramsal düzeyde bir akrabalik vardir. Bu nedenle islam toplumlari, özünde demokrasiye hazirliklidir` Bütün bunlari deseydi gercekten anlamli bir sey söylemis olurdu. Peki bunu neden söylemiyor? Cünkü , bunu söylese bütün dünyanin ayaga kalkacagini biliyor da ondan. Onun yerine diyecegini herkesin kabul edecegi bir forma sokuyor, "hak ve adaletin tecellisi" diyor. 


Eger konusma bu hak, adalet ve seffaflik kavramlari etrafinda dönseydi, bu eninde sonunda bir "acilis konusmasi"dir der gecerdiniz. 4. Istanbul Forumu`nun acilis konusmasidir bu. Böyle bir formatta, herkes kendilerini alkislamak icin hazir beklerken siyasilerin teorik sorunlara cözümler getirmesini bekleyemeyiz. Onlar kitlelerin gönüllerini alacaklar, onlara cesaret verecekler, mümkün oldugu kadar yuvarlak, herkesin isine gelen, egilip bükülebilen cümleler kuracak ve bunun icin de bazen olmazi olur gibi göstereceklerdir. Siyasetin toplumda oynacagi rol budur bir bakima. 


Ama Abdullah Gül bununla kalmiyor. Üstüne bir de "devlet yönetimine katilim ve istisareleri" diyor. Bakin bu konu cok ilginc iste! Gercekten ilimli islam`in bütün teorisyenleri, Islam`in demokrasi ile bagdastigini kanitlamak icin islam dininin devlet yönetiminde "istisare" yöntemini benimsedigini, bu nedenle demokrasi ile islamiyetin birbiriyle kolay bagdasacagini ileri sürmüslerdir. Nitekim Jön Türkler`in en önemli yayin organlarindan birinin adi "mesveret" idi. Ahmet Riza bey gibi dinsiz ve pozitivist olan bir Jön Türk bile "mesveret" diyor, bu kavramla özünde bir islam toplumu olan Osmanli Imparatorlugunda kendine bir yol bulmaya calisiyordu. Yeni Osmanlilar (yani birinci kusak jön Türkler) ile 1880 sonrasi Jön Türk kusagi (Ahmet Riza, Abdullah Cevdet, Ishak Sükûti ve daha sonra Prens Sabahattin) hemen hepsi mesrutiyet düzeninin teorik temelini mesveret, yani danisma ve istisare kavrami üzerine kurmuslardi. Jön Türkler, padisahlik kurumunu da bu düzene katilmaya ikna etmek icin, mesveret kavramini bir arac olarak kullaniyorlardi. Yani padiahin yine yerinde kalacagi, hükmünü icra edecegi, yalniz mesrutî meclisle danismalarda bulunacagini düsünüyorlardi. Yani ne sis ne de kebap yanacak, halk ve padisah azar azar demokrasiye alistirilacak, sonucta toplum gelistikce, padisah, Ingiltere benzeri bir sekli hakimiyet catisi altinda, iktidari tamamen halka devretmis olacakti. 


Bu plan tutmadi tabii. Tutamazdi, cünkü Ingiltere krali ile padisah arasinda bir benzerlik kurmak mümkün degildi. Ingiltere krali hic bir zaman padisah benzeri mutlakiyet iktidarina sahip olmamisti ülkesinde. Avrupa`daki bütün krallar, feodal beylerin, soylu sinifinin bir tür onayi ile iktidarda bulunmuslardir. Ingiltere`de ve diger Avrupa ülkelerinde krallarin hükümranligi zaten sinirli idi. Soylu sinifinin olmadigi Osmanli`da ise, tam tersine padisah bütün bir ülkenin tek sahibi olagelmistir. Ülkede gercek anlamda bir özel mülkiyet rejimi yoktu. Örnegin zenginlerin mallarina Tanzimat dönemine kadar, öldüklerinde, padisah tarafindan el konulabilirdi. Padisah zenginlestigini gördügü bir devlet adamini bir firsatini bulup, malina el koymak amaciyla ölüme yollayabiliyordu,  Böyle bir ülkede, padisahin Jön Türklerin fazlasiyla iyi niyetli planina razi olacagini düsünmek mümkün degildi. 

Simdi bakin yine ayni düsünce sunuluyor bize. Yine biz hükümdar olalim, sizler de bize fikir verin, danisalim, görüselim, gecinelim deniyor. Ama yüzyil sonra bu planin tutacagini düsünmek icin yine Jön Türkler gibi, ama bu sefer ters yönden saf olmak gerekir. O zamanlar plan tutmadi, cünkü padisahin mutlakiyet gecmisi ve aliskanliklari, halkta yerlesmis imaji cok güclü idi. Bu sefer yine tutmayacak, cünkü artik her cesit mutlakiyet ve otorite, bireyin gücü karsisinda zayifliyor. Türkiye de bu demokratik akimin en güclü oldugu ülkelerden biri. Aslinda bütün Orta Dogu bu sekilde ayrisiyor. O devirler coktan tarihe karisti. Hayalci ve romantik AKP`nin ise bireyin gücü karsisinda taviz vermeye hic niyeti yok. Hâlâ özel hayata müdahale pesinde. Onun bu inadinin ergec toplumsal bir kirilmaya yol acmasi kacinilmaz görünüyor. Gezi olaylarindan hic ders almadilar. Tam gaz yollarina devam ediyorlar. Fakat sonunda bir gün, bireyi tanimamakta direnen her cesit gücün tuzla buz olmasinin mukadder oldugu gercegiyle tanisacaklar.

AKP, Orta Dogu krallarina bu temelde yakinlasiyor. Suudi Arabistan kraliyla arasi bu temelde iyi. Oysa genis demokratik kitleler, artik yönetime katilma, istisare, danisma falan degil, bizzat yönetimin kendisini istiyor. 


AKP ile Cemaat arasindaki kavga, kayikci kavgasi niteliginde

AKP ile cemaat arasindaki kavga, dikta rejimi heveslisi askerler ve onlarin sivil destekcileriyle AKP-Cemaat koalisyonu arasinda 2008-2011 yillari arasinda yasanan iktidar savasindan bazi temel noktalarda farklilik gösteriyor. Öyle ki, bu farkliliklar AKP ile Cemaat arasindaki kavgayi âdeta bir kayikci kavgasi düzeyine düsürüyor ve kavganin taktik düzeyde, AKP ile Cemaat arasindaki güc iliskilerini yeniden düzenleme, o cok bilinen deyimiyle "balans ayari" yapma amacini tasidigi izlenimini veriyor. 

Türkiye`de bir kavganin gercek anlamda iktidar kavgasi olabilmesi icin, celiskinin cok uzun yillara dayanmasi, nispeten uzun bir gecmisi olmasi ve toplumun degisim öyküsünün bir dönemini temsil etmesi gerekir. Türklerde ic savas refleski cok azdir. Bicak kemige dayanmadikca birbirleriyle savasmazlar. Bu acidan askerlerle, AKP-Cemaat koalisyonu arasindaki kavganin en azindan 150 yillik bir gecmisi vardir. Türkiye`de gercek iktidar, cok nadir degisir. 

Son dönemini temsil etme görevi darbe yanlisi askerlere verilmis olan bürokratik vesayet rejimi aslinda 1839`da ilan edilen Tanzimat fermani ile acikca ve resmen iktidara gelen bir tür aydin despotizmidir. Tanzimat`tan cok önce 1650 yillarinda iktidara gelen Köprülü hanedani, Türkiye`de bürokratik vesayet rejimini Türkiye`de ilk kuran, onun temellerini atan bir yöneticiler toplulugu olarak dikkat ceker. O zamanki catisma daha cok saray ve aydinlar tarafindan temsil edilen despotik klik ile yeniceri-ulema bloku arasindaki mücadele olarak toplumsal plana yansiyordu. AKP-Cemaat ile Askerler arasindaki iktidar mücadelesinin kökleri buna göre neredeyse 350 yillik bir gecmise dayanir. Bu catisma toplumun temel dönüsüm dinamikleriyle ilgilidir, tamamen Türk toplumuna özgüdür ve daha tam olarak sona ermis degildir. Ancak ilk defa 2008-2011 yillari arasinda bu despotik aydin kimligindeki vesayet rejiminin büyük bir darbe aldigi, ilk defa toplumsal desteklerinden soyutlandigi ve bir yokolus dönemine girdigi söylenebilir. 

Yine ilk defa askerleri cani gönülden destekleyen, Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 10-15`´lik bir bölümünü olusturan 7-8 milyonluk bir kitle, askerlerin iktidardan düsüsünü eli kolu bagli bicimde izlemek zorunda kalmistir. Bu tür tepkisizligin ve seyirci kalisin, Adnan Menderes`i cok seven, ama onun asilisini caresizlik icinde seyretmek zorunda kalan kitlelerin sessizligiyle cok yakin bir benzerligi vardir. Yani kitleler düzeyinde Türkiye`de bir rol degisimi yasanmaktadir. Simdi sessiz kalmak sirasi, darbe yanlisi, askeri vesayet yanlisi genis kitlelerindir.

Eskiden olsaydi bu kesim hemen ortaliga dökülür, eylemler yapar ve basin tarafindan alkislandikca büyüyen ve derinlesen bir toplumsal tepki olustururlardi. Adnan Menderes`in düsürülmesi süreci, bu tür gösterilerle basladi. Hemen ögrenci gencligin icinden bir takim mitler, efsanevî kahramanlar yaratildi: Mesela Turan Emeksiz, mesela Ali Ihsan Kalmaz. Bunlarin vuruldugu yerde, anitlar dikildi. Adlari sehir hatlari vapurlarina verildi. 

Cumhuriyet Mitingleri bu kitlelerin, Türkiye`nin siyasal sahnesinde son boy gösterisidir ve bundan sonra da bu tür gösterilerin düzenlenme olasiligi yok denecek kadar azalmistir.

Böyle bir kavgayla karsilastirilinca AKP-Cemaat arasindaki kavga ayrinti düzeyinde ve fazla “politik” kaliyor. Bu kavganin secimlerden önce sahneye konmus olmasi dikkatle not edilmelidir. Acaba AKP, Cemaat ile arasindaki ipleri gevsetmeye neden secim ortaminda ihtiyac duydu? Bunun, ikide bir "Rabbim, Rabbim" diye söze baslayan Sarigül`ün Istanbul Belediye Baskanligi`na adayligini koymasi ile yakin bir iliskisi olmasin sakin? Siz Cemaat yazarlarindan, Sarigül`e karsi elestiri mahiyetinde yazilmis tek bir cümle okudunuz mu simdiye kadar? 

Sarigül, uzun süre liberal demokrat cevrelerde, Erdogan`in kisiliginde somutlasan pragmatist islamci politikaci tipine, liberal ve demokrat cevreler tarafindan verilmis, yine pragmatist bir cevap olarak görüldü. Erdogan nasil balkon konusmalariyla liberal demokrat cevrelerin gönlünü aliyor, demokrat oldugu izlenimi veriyor, ama sonra anti-demokratik uygulamalarina kaldigi yerden devam ediyor idiyse, Sarigül de "Rabbim, Rabbim" diyerek, dinci cevrelerin gönlün alma yarisina girmis gibi göründü. 

Sarigül, pisirilip sofraya konan bir yemegi andiriyor. Gezi olaylari sirasinda, acikca protestocularin yaninda yer alan Zaman yazarlarini hatirlayalim. Bu yazilarin Cemaat`in hayirhah destegini almadan yayinlandigini öne sürmek mümkün degildir. Ya o olaylar sirasinda, Türkiye ekonomisine yön veren hemen bütün holdinglerin AKP`ya karsi sessiz tavir alisina ne demeli? Bu tavir alis, hic bir zaman direkt cephelesme seklinde olmadi. Sadece bazi seyleri yapabilecekken yapmama seklinde tezahür etti. Mesela Koc Holding, Divan Oteli`nin kapilarini, protestoculara kapatabilecekken, kapatmadi, protestoculari iceriye aldi. Gezi parki eylemcilerine, Divan Oteli`nin mutfagindan sandvic servisi yapildi. Divan Oteli`nin tuvaletleri, protestocular tarafindan kullanildi. Olaylar sonrasinda da Koc Holding`in yöneticileri, hükümet aleyhine tek bir söz sarfetmediler. Sanki bir iktidar savasi yokmus gibi davrandilar. Ama hükümet cephesi, olaylar sonrasinda ikide bir vergi denetimleri yapti. Bankalara ´cesitli nedenlerle yüksek tutarli cezalar kesildi. Daha sonra da dershanelerin kapatilmasi gündeme geldi. Bütün bunlardan yola cikarak, Türkiye elitlerinin bir cicegin acilma hiziyla, aslinda bir iktidar degisimine hazirlandiklarini ama AKP`nin bu degisime direndigi sonucunu cikarabiliriz.

Pekiyi neden simdi? Neden, Türkiye tarihinde görülmemis bicimde %51`lik bir iktidar cogunlugu yakalanmisken, politik istikrarsizliga yol acacak ve ekonomik sonuclari kriz düzeyinde olacak bicimde bir iktidar degisikligi tezgâhlanmaktadir? Bunun, sahip oldugu iktidarin gücüyle sarhos olan ve elitlerin öngörmedigi bicimde, örnegin Suriye`de oldugu gibi, bazi süpheli yapilanmalarla politika gelistiren iktidarin giderek beliginlesen söz dinlemez yapisiyla direkt bir iliskisi var mi? Yani iktidara biraz ceki düzen mi verilmek isteniyor? Gücün tek elde temerküz edilmesine engel olunmak mi isteniyor? Yoksa daha baska nitelikte ve daha büyük bir oyun mu söz konusu? Secimler firsat bilinerek bu oyun mu sahneleniyor?

AKP cemaat arasinda koalisyonun catirdamasi, Orta Dogu`da olan bitenlerle cok yakin iliskisi olan, Cemaat`´n asil catismayi baslatan taraf konumunda oldugu, AKP`nin ise kendini savundugu, ama Türkiye`deki insanlarin demokratik taleplerine bir cevap niteligi tasiyan, cok yönlü bir gelisimin ürünüdür. Yani AKP, bürokratik vesayeti ortadan kaldirmayi tercih ederek Pandora`nin kutusunu kendisi acti, öyle diyelim. Bürokratik vesayet, bir daha geri gelmemek üzere tarihe karisirken AKP bunun yerine kendi vesayetini kuramayacak, buna büyük bir ihtimalle gücü yetmeyek. Cünkü kutunun kapagini acarken, öyle yüzyillik sürecleri harekete gecirdi ki, bu sürecler kutunun kapagini yeniden kapatmasina engel olacak.

Demokratik talepleri isine geldikleri icin taktik amaciyla kullanmanin söyle bir maliyeti var: Ortaya koymak istediginiz oyun, bazen sizi yutarak gercege dönüsebilir.