19 Eylül 2015 Cumartesi

Mülteci krizi Avrupa`yı vuracak.

Mülteci krizi Avrupa`yı vuracak. Çünkü Avrupa`ya yönelen göç dalgası kısa sürede durulacak gibi görünmüyor. Ayrıca mültecileri durduracak hiçbir güç dünyada mevcut değil. Bu dalga, aynı bir sel gibi ona karşı direnenleri de önüne katıp sürükleyecek bir güce sahip.

Bunun yanında uluslararası hukuk da mültecilerden yana. Cenevre Konvansiyonu „kaçmanın bir suç değil hak olduğunu“ belirtiyor. Dünya kamuoyu da, hayatını ve ailesini yok olma tehdidine karsı savunmanın hak olduğu konusunda hemfikir. Dolayısıyla mülteci akınına maruz kalan Avrupa ülkelerinin eli kolu bağlı. Mecburen kapıları açmak zorundalar.

Fakat bütün bunlar Avrupa`nin sosyo kültürel yapısının mülteci akınına karşı dayanıksız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye`nin 2 milyonu aşkın mülteciyi gıkını çıkarmadan ağırladığı bir ortamda, Avrupa`nın şu ana kadar topraklarina ayak basan 430.000 Suriyeli mülteciyi barındıramayacağını savunmanın mantıksız, hatta gülünç olduğu düşünülebilir. Ama Avrupa ile Türkiye`nin mülteci akını açısından çok önemli bir farkı var: Türkiye her ne kadar mültecilerin ilk ayak bastığı ülke ise de, gelenlerin önemli bir kısmı Türkiye`de kalmak istemiyor. Dolayısıyla Türkiye`deki sayının 2 milyonu artık çok fazla aşması mümkün değil. Avrupa`da ise gelen Suriyeli sayısı şimdiden 430.000`i buldu ve bu sayının nerde duracağı belli değil. Ancak tahminler yapılabiliyor. Aynı durum Suriye dışından gelen göçmenler için de geçerli.

Türkiye daha dayanıklı, Avrupa ise kırılgan

Evet Türkiye 2 milyonu aşkın Suriye`liyi barındırıyor. Ama Türkiye`nin bu göçmenlerle ilişkilerinde bazı avantajları var:

Bir kere gelenlerle Türkiye arasında kültürel ve coğrafi akrabalık var. Gelen Kürt ve Arap`lar için Türkiye yabancı bir ülke değil. Yanıbaşlarında bulunan varlığına alışkın oldukları bir ülke. Arada 911 kilometrelik bir sınır boyunca yüzyıla yakın zamandır sınır ticareti ile de pekişen doğal bir ilişki ve tanışıklık, kültürel ve tarihi ortaklık tesis edilmiş durumda. Bu ülkelerle Türkiye`nin yemekleri bile aynı. Bunun yanında Türkiye`de de Araplar ve Kürtler yaşıyor. Gelenlerle direkt akrabalık ilişkisi bulunan binlerce aile var Türkiye`de.

Avrupa`da ise tam tersine ırkçılık, yabancılara karşı korku ve çekingenlik, hatta saldırganlık söz konusu. Avrupa`nın kapalı bir kutu olması gerektigini öne süren Macaristan Başbakanı Viktor Orban gibi politikacıları var. Bu tür politikacılar Almanya`da da var.

Mülteciler Türkiye`ye herhangi bir tehlikeyi göze almadan geliyorlar. Geldikleri andan itibaren kendilerine bir takım hizmetler götürülüyor. Güvenlik yüzde yüz sağlanmış durumda. Horlanmıyorlar, aşağılanmıyorlar. Yüzlerine biber gazı sıkılmıyor. Avrupa`da olduğu gibi baskı ve engelleme, insan kaçakçılarına avuç dolusu para ödeme, yollarda can verme, günlerce aç ve susuz yürüme, yorgunluktan bitme ve kamyonlarda havasızlıktan ölme gibi riskleri yaşamıyorlar. Avrupa`ya gelmek için ise hem yol çok uzun, hem de hemen hepsinde geçirdikleri tehlikelerin üstüne polis şiddeti, aşağılanma sürecinden geçmiş olmaktan kaynaklanan ilave tepki ve hınc var. Gelenlerin psikolojik travma görmeden gelmesi hemen hemen mümkün değil.

Bunlardan belki de daha önemlisi Avrupa`nin Türkiye`ye nazaran konut ve şehirleşme standartlarının daha iyi, dolayısıyla pahalı olması. Ayrıca sağlık, kültür ve eğitim alanında Avrupa halklarının elde etmiş olduğu bazı haklar var. Hukuk düzeni, aynı hakların yeni gelenlere de tanınmasını zorunlu kılıyor. Avrupa maliyet açısından belli bir süre bu akına dayanabilirse de durum aslında bu dayanmanın pek uzun sürmeyeceğini gösteriyor. Çünkü rakamlar korkutucu. Burada daha çok bir mülteci akınından ziyade yuvarlandıkça büyüyen bir çığdan bahsetmek belki de daha doğru.

 Rakamlar korkutucu

2011`den Ağustos ayı sonuna kadar Avrupa`ya giren Suriyeli mülteci sayısı 430.000. Bu sayının yaklaşık dörtte biri (tamı tamına 108.897 kişi) Almanya`ya giriş yapmış durumda. Almanya aynı zamanda Afrika`da Eritre ve Nijerya`dan ve Asya`daki Afganistan-Pakistan ekseninden de mülteci alıyor. Yani Suriye`liler toplam mültecilerin şu anda sadece beşte birini oluşturuyorlar. Buna göre şu anda Almanya`da 629.000 civarında mülteci var zaten. 2015 sonuna kadar bir yıl içinde giren toplam mülteci sayısının 800.000’i bulması bekleniyor. Böylece 2015 sonunda Almanya`daki mülteci sayısı 1.400.000`i bulacak.

Aynı hızla mülteci akını sürerse 2016 yılı içinde ilave olarak 1.740.000 mülteci gelecek. Bunların tabii yine beşte biri Suriye`lilerden oluşacak. Buna göre 2016 sonunda Almanya’daki mülteci sayısı 3 milyonu, Avrupa’da 9 milyonu bulacak. Bu sayı 2020 sonunda Almanya’da 10 milyonu, tüm Avrupa çapında ise 30 milyonu bulacak. Tabii ki Suriye`den kaynaklanan akının hızı biraz kesilebilir. Çünkü Suriye mülteci akını bu ülkede devletin çökmesi sonucu oluştu. Oysa Afrika`dan kaynaklanan akının sefalet ve toplumsal organizasyon yokluğu gibi çok daha derin nedenleri var, bu nedenle hız kesmesi pek mümkün değil. Bu nedenle bu rakamın yine de her yıl, Almanya bazında yıllık 1.740.000 civarında bir ilaveyle 2020 sonuna kadar 10 milyonu, bütün Avrupa’da ise 30 milyonu bulması mümkün.

Yine de 450 milyonluk Avrupa nüfusu içinde bu rakam %7’lik bir rakam ve sindirilebilir gibi geliyor. Ama Avrupa parçalı bir bütün ve her ülke mültecileri kabul etme konusunda aynı derecede istekli değil. Ayrıca Doğu Avrupa`da yabancılara olan hoşgörü ve empati Batı Avrupa`dan çok daha az. Macaristan`da polisten kaçan mültecilere çelme takan kadın kameramanlardan bu ülkelerde milyonlarca var. Ayrıca Ingiltere ve Fransa bu konuda Almanya`yı yalnız bırakacak gibi konuya uzak duruyorlar. Bu nedenle geriye Almanya başta olmak üzere mültecilerin yükünü taşıyacak üç-beş Avrupa ülkesi kalıyor. Zaten mülteciler de kendilerini kabul etmek istemeyen ülkelere gitmek istemeyecekler, her ne pahasına olursa olsun germen asıllı Kuzey ülkelerine Almanya, Hollanda, Isveç`e yöneleceklerdir.

Mültecilerin toplam maliyetinin, Avrupa Birliği standartlarının yüksekliği yüzünden Avrupa çapında yıllık 30 milyar dolardan daha fazla olması pekâlâ mümkün. Türkiye 2 milyon mülteci için 2011-2015 arası 7 milyar dolar harcama yaptı. Kabaca milyon kişi başına 1 yılda 1 milyar dolar harcama gerekiyor. Yani bütün mülteci sorununun Avrupa`ya maliyeti 2020`ye kadar 150 milyar dolar olacağı hesaplanabilir. Bu rakamın kısa vadede tabii ki, Avrupa halklarından toplanacak vergilerle karşılanması gerekiyor. Çünkü gelenlerin hemen ekonomiye katkıda bulunması mümkün değil.
Bu nedenle mülteci sorununun finansal yükünün paylaşımı için Avrupa çapında bir ortak fon kurulması gündeme gelebilir. Ancak işin finansal yükü, entegrasyon denilen devasa sorunun sadece bir yönü. Işin bir de toplumsal yönü var. Işte bu yük sadece üç-beş ülkenin sırtında kalacak. Çünkü mülteciler sadece birkaç ülkede yoğunlaşacak. Avrupa`nın toplumsal ve siyasi yapısını en fazla tehdit edecek olan da bu.

Özellikle Almanya topraklarındaki 10 milyonluk yeni gelen ve entegrasyonu gereken kişilerle diğer ülkelerden daha fazla uğraşmak zorunda kalacak. Almanya Doğu Almanya`yi bünyesine 20 yılda katabildi. Doğu Almanya ile arasında kültürek farklılık, dil sorunu gibi problemler yoktu. Buna rağmen entegrasyonu daha yeni tamamlayabildiler. Yeni gelen göçmenlerle ise bütünleşme sorununu aşabilmek daha uzun bir zamana tabi ve daha maliyetli.

Ancak bir de işin çıkmazdan kurtulmayı kolaylaştıracak tarafı var. Gelenlerin hepsi genç, dinamik ve çalışmak istiyorlar. Içlerinde Avrupa özlemi çeken ve nitelikli işgücü anlamına gelebilecek aydınlar da bulunuyor. Ayrıca ihtiyaç içinde olduklarından her çeşit iş için en düşük ücreti kabul etmeye razılar. Bu kişilerin tasarruf oranları çok uzun bir süre düsük seviyede kalacak ve ev, beslenme ve eğitim için kazandıklarından daha fazla para harcayacaklardır. Bu da yüksek tasarruf oranlarıyla büyüme oranları baskılanan Avrupa ekonomilerine canlılık getirecek, kredi mekanizmasının çarklarını harekete gecirecektir. Yani bir bakıma gelen mülteciler kendi kendilerini finanse etmiş olacaklardır.  

Bu arada eğer Suriye iç savaşı öyle veya böyle bir çözüme yönelirse, giden Suriye`lilerin bir kısmının geri dönme ihtimali de var.

Ancak bu mekanizmalar oluşturuluncaya kadar toplumsal çalkantıların ortaya çıkması kaçınılmaz görünüyor. Bu kapsamda Almanya`da iktidar değişikliği, yani Merkel`in iktidarı bırakması sürecinin hızlanması kaçınılmaz. Avrupa mecburen siyasi anlamda sosyal demokrasiye kayacak. Başka çare yok. Avrupa eski kapalı kapıcı, muhazakâr çizgisinde ısrar edemez. Bu da karşı tarafı, yani ırkçı şiddeti keskinleştirecek.

Avrupa Mülteci Sorunuyla ilgili rakamlar

Almanya
2014 öncesi
2014
2015 Ocak Temmuz arası
Toplam 2015 Temmuza kadar
2015 toplam mülteci sayısı tahmini
Suriyeli mülteciler
          13.384  
          41.100  
          44.299  
  98.783
   285.444
Toplam mülteciler 
         426.355  
        202.645  
        218.221  
 847.221
1.427.221
Avrupa

625.920


4.281.663

Kaynaklar:

1-  Die Welt, 13 Fakten über Flüchtlinge in Deutschland


            2- EUROSTAT


3- BBC




12 Eylül 2015 Cumartesi

AKP ve İç Savaş

AKP`nin iktidarı bırakmamak icin ic savaşı kışkırttığına dair özellikle Batı basınında yer alan görüşler, fazlasıyla banal ve kolaycı görüşlerdir. Bunlar büyük bir ihtimalle Türkiye`ye hiç ayak basmamış insanlar tarafından dile getiriliyor. Çünkü Türkiye`de yaşamış olan herkes iç savaş olasılığının en çok artması gereken 1970`li yıllarda bile sıfıra yakın bir çizgide seyrettiğini bilir.
İç savaş her ülkede çıkmaz. İç savaşın çıkması için ona uygun isyan kültürünün yüzyillar boyunca bir ülkede zihinlere iyice yerleşmiş olması gerekir. Mesela Japonya`da iç savaş çıkmaz. Japonya`da devrim de olmaz. Almanya, Iskandinav ülkeleri, genel olarak bütün Germenler bu durumdadır. Latinler, Araplar, Iranlılar, Afganlar, Hintliler ve Slavlar farklıdır mesela. Slavlar en çok birbirinin canına kıyan ırktır. Bunun son örneğini korkunç görünümler sergileyen Yugoslavya`nın parçalanması sürecinde gördük. Yine aynı sekilde Ispanya Iç savaşı, Suriye Iç Savaşı, Arapların ve Latinlerin birbirlerinin kanına nasıl susadıklarını çok açık bir şekilde gösterdi.
Genel olarak bütün Altay ve Ural ırkları, Türkler, Moğollar, Finliler, Macarlar iç savaşa uzaktır. Bu milletlerin fertlerinin iki karşıt kampa ayrıldıkları ve birbirleriyle savaştıkları, Kore örneği dışında, pek görülmemiştir. Yani ırksal etkiler iç savaş açısından önemlidir. Soğuk savaş yıllarına rastlayan Kore örneğinde dışsal etkiler daha fazladır.
İngilizlerin Türkiye politikasının 1. Dünya savaşı bitiminde iflas etmesinin belki de tek nedeni, onların Türk ırkının özelliklerini zerre kadar tanımamıs olmalarıdır. Rıza Nur anılarında, Ingilizlerin Kurtuluş Savaşı sırasında Türklerin birliğini bozmak için, Konyalılara „Sizler Türk değilsiniz, Selçukîsiniz“ diye propaganda yaptıklarını anlatır. Ingilizlerin „böl ve yönet“ politikası Türkiye`de işlemedi. Çünkü onlar aynı Arap kabilelerini nasıl para ile satın alıp birbirine düşürdülerse ve Umman`ı silahsız 10 memurla, tamamen bu fitne fücur politikası sayesinde yönettilerse, aynı taktiklerin Türkleri yönetmek için yeterli olduğunu sanma hatasına düştüler. Sonunda olan, onların kışkırtması üzerine Anadolu topraklarında ilerlemeye cüret eden Yunanlılara oldu.
Şimdi aynı şekilde yarı cahil Batı basını Türkiye`de iç savaş olasılığının arttığını yazıyor. Suriye iç savaşının Türkiye`ye de sıçradığını ima ediyorlar. Ama bir kez daha Türklerin Araplardan çok farklı olduğunu görememe hatasınına düşüyorlar. Görünen o ki, bir kere daha kayaya toslayacaklar.
Fakat yine de AKP`nin tavırları birçok bakımdan sanki böyle bir algıyı yaratmaya yönelik bir çabayı yansıtıyor gibi. Her şeyden önce Gezi olayları sonrasında eli sopalı adamların ortaya çıkması, AKP`nin milis gücü oluşturduğu ve bir iç savaşa hazırlandığı şeklinde yorumlandı. Erdoğan bir konuşmasında „%50`yi zor tutuyoruz,“ dedi. Gezi olayları sırasında Erdoğan`ı karşılayan kalabalık, „Izin ver gidelim, Taksim`i ezelim“ şeklinde slogan attı. Yine o olaylar sonrasında jöleli danışman Yiğit Bulut „Türkiye Cumhuriyetinin  başbakanının kılına sandık dışı yollarla bir zarar gelirse bu topraklarda önümüzdeki yüz sene kimse huzurla kahvaltı edemez“ şeklinde bir cümle sarfetti.  
Daha sonra bu söylemler devam etti. AKP 7 Haziran 2015`te iktidardan düşünce, söylemler iki üc katına cıktı. Hürriyet gazetesine yapılan saldırının Erdoğan`i destekleyici sloganlar atan bir grup eylemci tarafından gerçekleştirilmesi ve bunların parmaklariyla bozkurt işareti yapmaları çok manidardır. Yine gazeteci Ahmet Hakan`ın açıkça başka bir köşe yazarı tarafından ölümle tehdit edilmesi, HDP binalarına yapılan saldırılar kışkırtmanın boyutlarını gösteriyor. AKP çevrelerinin bu eylemleri destekledikleri çok açık biçimde görülüyor.
Fakat olaylara biraz daha yakından bakılırsa, aslında resmin hiç de öyle olmadığını görüyoruz.
Burada gerçek bir iç savaş olasılığından çok Ingilizcede „brinkmanship policy“ yani „uçurum politikası“ olarak adlandırılan geçici denge durumu söz konusu. Uçurum politikası birbirine eşit iki karşıt gücün yenişemediği zamanlarda içine düşülen ve soğuk savaş yıllarında olduğu gibi bazen 30-40 yıl sürebilen bir kararsız denge durumudur. Bu durumda karşıt güçler birbirlerini şiddet tehdidi ile psikolojik olarak çökertme amacını güderler. Şiddet nadiren uygulanır, daha çok şiddet uçurumunun kenarına gidip gidip gelinir. Yani uçurum politikası birçok yönleriyle aslında dayanıklı olanın kazandığı bir sinir savaşıdır.
Şimdiki Türkiye`de olduğu gibi.
AKP gerçi iktidarı kaybetmiş durumda, ama kaybını dengeleyecek cumhurbaşkanlığı kozunu elinde tutuyor. Öte yandan muhalefet, gerçi çoğunluğu eline geçirdi, ama kendi içinde uzlaşmaz çelişkileri barındırıyor. Muhalefetin esas çekirdeğini ise HDP ve ona oy veren demokrat Türkler oluşturuyor.
AKP`nin iç savaş çağrısı anlamına gelebilecek söylem ve davranışlarının işte bu çekirdek muhalefeti (yani Kürtlerle birlikte onlara oy veren demokrat Türkleri) yıpratmaya yönelik bir sinir savası olduğunu söyleyebiliriz. Karşı tarafın örgütlenme zafiyetine ve iç çelişkilerine oynuyorlar. Nitekim bu çaba hiç sonuç vermiyor da değil. PKK ile HDP arasındaki çelişkiler bu çaba sayesinde iyice su yüzüne çıktı. HDP, PKK ile devlet arasında kalmış olmanın sıkıntısını yaşadı ve hâlâ da yaşıyor. Yeni bir seçimde, Güneydoğu`da sandık güvenliğinin sağlanamayabileceği propagandası altan alta yapılıyor.
HDP`yi destekleyen demokrat ve sosyalist Türkler üzerinde ise psikolojik savaş taktiklerinin neredeyse hepsi denendi.Hattâ daha da ileri gidilip ikinci seçimde de AKP için tek başına iktidar çıkmazsa kaosun artabileceği ima ediliyor. Verin başkanlığı, kaos dursun, çocuklarınız ölmesin. Kısaca söylenen bu. Can derdine düşen halkın, HDP`yi desteklemekten vaz geçeceği hesap ediliyor.
Ama AKP`nin bu uçurum politikasının başarılı olabilmesi yine de mümkün değil. Bunun bir değil, birçok nedeni var:
1-  Uçurum politikasında tehdidin geçerli olabilmesi için „ortak zemin“, „aynı geminin içindeyiz“ fikrinin olmaması gerekir. Ki karşı taraf tehdidi iyice algılasın. Nitekim soğuk savaş yıllarında Sovyetler ve Batı`nın ilk vuranın kazanacağı bir savaşı gerçekten çıkartma ihtimali her zaman vardı. Öysa AKP`nin uçurum politikasında böyle değil. Her tarafı savaşlarla ve bunalımlarla çevrili Türkiye`de halk AKP`nin daha fazla ileri gidemeyeceğini, her şeyden önce Batı`nın böyle bir istikrar adasını feda edemeyeceğini çok iyi biliyor. Aynı zamanda Türkiye`nin daha olumsuz koşullarda bile iç savaşa sürüklenmediğinin, halkın sükûnetini koruduğunun herkes farkında.
2- Uçurum politikasında aynı zamanda „zaman“ sınırlamasının olmaması gerekir. Taraflar birbirlerinin ilelebet tehdit edebilecekleri algısı üzerinden politika yaparlar ki yılgınlık eninde sonunda taraflardan birinin saflarında ortaya çıkabilsin. Oysa Türkiye`de anayasal saatin tiktakları sürekli duyuluyor. Bu öyle bir saat ki, Erdoğan Davutoğlu`nu görevlendirmeyi ancak  iki hafta geciktirebildi.
3- Uçurum politikasında meşruiyet, yasalar, insanlık gibi şeyler yoktur. Taraflar birbirlerine her çeşit alçaklığı yapabilme özgürlüğüne sahiptirler. Oysa Türkiye`de oyunu bozanın oyun dışı kalacağı bir anayasal meşruiyet zemini ve onun temelinde gelişen bir seçim süreci var.
4-  Fakat belki de bunlardan daha önemlisi AKP`nin politik eğrisinin bir kez yönünü aşağıya çevirdiği, bir daha yukarı dönemeyeceği gerçeğidir. Politik arenada geri çekilme bir kez başladı mı kolay kolay durulmaz. Arınç`ın „Bu iş bitti“ demesinin nedeni de bu. Üstelik bu işin bittiğine yönelik algı AKP saflarında engelenemez biçimde yayılıyor. AKP en güçlü olduğu zamanda Gezi olayları denen kayaya toslamıştı. Bu kaya, AKP`nin hiçbir zaman söz geçiremeyeceği Türkiye`nin diğer yüzde ellilik kısmının başladığı sınırı ifade ediyordu. Şimdi o kayaya toslamadan sonra kaçınılmaz biçimde gündeme gelen geri çekilmeyi yaşıyoruz. Bu geri çekilmeyi tekrar kayaya toslamaya neden olacak bir ileri dalgaya dönüştürmek hemen olacak bir şey değil. Hattâ tam tersi, bu geri çekilmenin, AKP`nin her çırpınmasında daha da hızlanacağı muhakkak.
Dolayısıyla AKP`nin uçurum politikasının hiç de soğuk savaş yıllarında olduğu gibi gerçek bir tehdit algılaması yaratması ve AKP`nin rakiplerinin yüreğine korku salması mümkün değil. Bu gerçek tabii ki AKP kurmayları tarafından biliniyor. Özellikle anket sonuçlarının AKP lehine bir milim bile kıpırdamadığı bir ortamda.
Pekiyi o zaman neden AKP, özellikle Erdoğan`dan ve onun danışmanlarından kaynaklanan bu politikada ısrar ediyor?
Çünkü AKP iktidardan çekildiği andan itibaren saflarındaki çözülmeyi engellemek ve kendisinden hesap sorulmasının önüne geçmek için gerektiğinde şiddet kullanmaktan kaçınmayacak militarize bir güç haline gelmeyi planlıyor (Eli sopalı adamlar vs.). Gezi olaylarından beri süre gelen politik geri çekilme hareketinin %25-30 sınırlarında duracağını, sonra yeni bir ileri hamlenin mümkün olacağının hesabını yapıyor.
AKP kendisini dokunulmaz kılacak bütün tedbirleri aldıktan sonra iktidarı bırakabilir ancak. Bu da tabii ki Türkiye için sancılı bir süreç.