24 Temmuz 2016 Pazar

15 Temmuz 2016 : Türkiye açısından tam bir milat

Tabii bundan sonra gerçek önemi ve niteligi daha çok tartışılacak ama, şimdiden 15 Temmuz 2016`nın, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş önemde bir olayın meydana geldiği bir tarih olarak hatırlanacağı kesin.

Hatta bu olay, topluma yön vermek bakımından, 27 Mayıs 1960 darbesinin bile önüne geçmiştir denebilir.

Aslında olayın 27 Mayıs`la birçok benzerliği de yok değil. Mesela olayların her ikisi de siyasi anlamda birer darbedir. Her iki darbe öncesınde de toplumdaki iktidar ve muhalefet blokları arasındaki kutuplaşma had safhadadır. Toplumdaki zıtlaşma ve kilitlenmelerin darbe olasılığını artırdığı böylelikle bir kere daha açığa çıkmıştır. Her ikisinde de darbeye veya onun girişimine maruz kalan iktidarlar uzun süre işbaşında bulunmaktan dolayı yıpranmış, buna rağmen toplumun onların yerine başkasını getirme konusunda isteksiz ya da kararsız davrandığı iktidarlardır. Toplumdaki kutuplaşma nedeniyle iktidar blokundan muhalefet blokuna oy kaymaları söz konusu olamamaktadır. Her iki iktidar da (yani Erdoğan ve Menderes iktidarları) toplumsal denetim mekanizmalarının işlemediği bir ortamda ne yaparlarsa yapsınlar iktidarda kalmayı bu kutuplaşma nedeniyle garantilemişlerdi. Halktan bütün perişanlıklarına, yolsuzluklarına ve dağınıklıklarına rağmen onları iktidarda tutacak derecede oyu alacaklarına kesin gözüyle bakmaktaydılar. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 öncesi Menderes`le, 15 Temmuz 2016 öncesi Erdoğan arasında, kendine güven, eleştirilere aldırışsızlık, saygısızlık ve otokrasiye yönelme açılarından birçok benzerlik bulunmaktadır. Bu özellikler, seçimin aynı zamanda denetim mekanizması olmadığı, halkın gözü kapalı oy verdiği bizim gibi az gelişmiş demokrasilerde bir bakıma kaçınılmazdır zaten.

Bunun yanında her iki darbe de silahli kuvvetlerin üst komuta kademesinin başını çektiği hiyerarşik bir yapıda değil, daha çok alt kademeli subaylar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu da aslında uzun süre iktidarda kalmanın bir sonucudur. Çünkü uzun süreli iktidarlar, muktedirlere, aynı zamanda silahlı kuvvetler bürokrasisi içine kendi adamlarını yerlestirme ve üst komuta kademesini kendine bağlı kılma imkânı vermektedir. Dolayısıyla iktidarda kalma süresi ne kadar uzarsa, silahlı kuvvetlerin üst komuta kademesinin iktidarla uyum içinde çalışan komutanlardan oluşması eğilimi o ölçüde artmaktadır.

Tabii bu benzerliklerin yanında önemli farklılıklar da var. Bunların başında, tabii ki, 27 Mayıs`ın başarılı, 15 Temmuz darbesinin ise başarısız olması geliyor. Yani yapı itibariyle birbirinin aynı olan iki darbenin farklı toplumsal yapılar karşısında birbirinin tam tersi sonuçlar verdiğini görüyoruz. Buradan 15 Temmuz 2016 darbesini yapmaya teşebbüs edenlerin, 36 yıllık süre boyunca gerçekleşen toplumsal değişmeyi hemen hiç önemsemedikleri veya bu değişmenin hiç farkında olmadıkları sonucunu çıkarabiliriz. Belki bu sonuçla direkt bağlantılı bir başkası da, 27 Mayıs 1960 darbesini muhalefet partileri sessiz biçimde de olsa desteklemişken 15 Temmuz 2016`da muhalefetin bütünüyle iktidarla ve kendi aralarındaki çelişkileri bir yana bırakarak darbenin karşısında yer almış olmasıdır. Bu açıdan 15 Temmuz`un toplumu dönüştürme gücü bakımından 27 Mayıs`ın önüne geçtiği kesin.

Nedir 15 Temmuz`u benzersiz kılan?

Birincisi: 5 Temmuz`dan sonra bir daha Türkiye`de darbe yapmanın mümkün olmadığı anlaşıldı. Tankların üzerine göstericilerin çıkması ve bütün can kayıplarına rağmen darbecileri etkisiz hale getirmeleri, Türkiye Cumhuriyeti`nin ilk çocukluk devresini bir daha geri gelmemek üzere geride bırakmasına neden oldu. Cumhuriyet bu geceden sonra olgunluk çağına girdi.

Evet, Murat Belge haklı, kitleler sokağa darbenin başarısız olduğunun anlaşılmasından sonra çıktı. Tayyip Erdoğan, kitleleri sokağa davet etmeden önce, tankların üzerine çıkma hadiseleri başlamamıştı. Ama dikkat edilsin: o çağrı karşılığını bulmayacak olsaydı, büyük bir ihtimalle hiç yapılmayacaktı. 27 Mayıs`ta Menderes bir fırsatını bulup çağrı yapsaydı bile, kitleler yine de sokağa çıkmazdı. Çünkü o zamanlar, itaat kültürü toplumda çok derinlere kök salmış durumdaydı. Devlete itiraz etmek zaten ihanet sayılıyordu. Aradan geçen 36 sene boyunca bu sivil itaatsizlik kültürünün, itaat kültürünün yerini aldığını görüyoruz. Hatta şunu bile söyleyebiliriz: olası bir darbe karşısında nasıl davranılması gerektiği konusunu geniş kitleler kendi arasında defalarca tartışmış ve nasıl hareket edilmesi gerektiği kararlaştırılmış idi. Yani darbeye karşı direnme iradesi uzun yılların birikimi sonucu topluma kök salmıştı. Tayyip Erdoğan o çağrıyı yapamasaydı, hatta öldürülmüş olsaydı bile, darbeye karşı çıkma iradesi yine de bir şekilde kendine yol bulacaktı.

Ikincisi:  İlerleyen saatlerde sokağa çıkanların sayısının artması, darbeye karşı partiler üstü bir karşı koyuşun ortaya çıkmasına yol açtı. Öyle ki, demokratik kitlelerin, herhangi bir siyasi parti referansı olmadan, sırf darbe karştlığı temeli üzerinde gelişmelere yön verdiği görüldü. Yani saatler ilerledikce tepki sırf AKP`li olmaktan çıkıp toplumun geneline yayıldı. Demokratik kitlelerin bu şekilde siyaset sahnesine çıkışı, aslında daha önce 2013 Gezi olaylarıyla gözler önüne serilmişti. Daha sonra aynı türden bir inisiyatifi 2015 seçimlerinde sandıkta yapılan seçim hilelerini önlemeye yönelik „oy ve ötesi“ hareketinde de gördük. Ama bu derece geniş katılımlı ve gelişmelere yön verme bakımından belirleyici öneme sahip değildi daha önceki sahneye çıkışlar.

Tabii bu sırada bu önermeye karşı yükselen itirazları duyar gibiyim: Efendim Gezi olaylarında AKP karşıtlığı söz konusu idi. 15 Temmuz 2016`da ise inisiyatif büyük ölçüde AKP yandaşlarının katılımıyla gerçekleşti. Hatta 15 Temmuz 2016`nin bizzat AKP liderliğinde sahneye konduğu bile söylenebilir. Buna verilecek cevap şudur: Farketmez. Her iki inisiyatifte de, toplum tarafından kendisine karşı yapılan bir dayatmaya karşı ayağa kalkışı söz konusudur. Bu nedenle her iki hareketin de, siyasi kimliğinden bağımsız olarak, demokrat nitelikli olduğunu teslim etmek gerekmektedir. Bu durum ileride yeni siyasi oluşumların önünü açacaktır. Hatta açtı bile: darbe sonrası toplumda inanılmaz bir birlik havası oluştu. Partiler birbirine yakınlaştı. Parlamentoda 4 partinin katılımıyla bir ortak bildiri yayımlandı.

Tabii bu gelişmelerin Erdoğan`ın şimdiye kadar uygulayageldiği çatışmacı politikalara taban tabana yıt olduğu ortada. Zaten toplumda kutuplaşmayı ve darbe tehlikesini artıran da bu politikaydı. Ama öte yandan Erdoğan dahil bütün AKP‘lilerin CHP’ye kucak açmalarını ‚Denize düşen yılana sarılır‘ atasözü ile açıklamak mümkün. Fakat bu sarmaş dolaş olma halinin uzun sürmeyeceği de bir o kadar kesin. Sosyal demokrat kesimle AKP tabanı arasındaki her çeşit yakınlaşma kitlelerin demokratik taleplerinin yoğunlaşmasına yol açar çünkü. Bu ise Erdoğan`in otokrat hayallerinin sonu demektir. Erdoğan`ın bütün çabası, kitlelerin demokratik içerikli taleplerine yolu açmak değil, ne yapıp ne edip olası bir referandumda MHP`yi de yanina çekip başkanlik sistemini kotarmaktır. O nedenle Parlamento`daki birlik oturumunda yer almak istememesi doğal. Şimdi araya nifak sokacak, örneğin Taksim`e kışla inşası ve Gezi Parkı`nın yok edilmesi gibi, kitleleri parçalayacak binbir türlü taktikle, ama şimdi değil, ortalık sakinledikten sonra, darbe öncesi çatışma ortamına geri dönmeye çalışacaktır.

Tutar mı? Erdoğan, darbe karşıtlığında birleşmiş AKP, CHP, MHP ve HDP tabanını yeniden kutuplaştırabilir mi? Ben 15 Temmuz 2016`nin aynı zamanda Erdoğan`ın otokratik hayallerinin sonu olduğunu düşünüyorum. Çünkü 15 Temmuz 2016, AKP`nin ve Erdoğan`ın Türkiye`yi tek başına yönetemez olduğunu belgeledi aynı zamanda. Burunlarının dibine kadar sokulmuş olan tehlikenin varlığını muhtemelen bilmesine rağmen, buna karşı bir şey yapamamış bir iktidardan söz ediyoruz. Bu bakımdan Erdoğan`ın bu kanıtlanmış zayıflığını gözlerden gizlemesi mümkün değildir.

Türkiye bugün tek bir gücün kontrolünde değildir ve büyük bir ihtimalle artık tek bir gücün kontrolüne hiç bir zaman girmeyecektir. AKP varolan basit yapısıyla, itaat kültürü ile, sorunları kendi içinde yeterince tartışamamaşıyla, onu aşacak derecede karmaşıklaşmış bir toplumu yönetememektedir. Bunun için bambaşka, kapsayıcı, sivil toplumcu bir bakış açısı gereklidir. Erdoğan ve hatta bütün AKP, çatışma içinde oldukları medya ve sosyal demokrat kesimin ve hatta HDP`nin desteği ile uçurumun kenarından döndü. Şimdi onlarla yeniden çatışmacı bir ortam yaratmak istemesi etkili olmayacaktır.

Sadece AKP`nin değil, Türkiye`de şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün iktidarların derin devlet yapilanmasına karşı çaresizliğidir söz konusu olan. Istenildiği kadar devletin içinde temizlik yapılsın, yarın bütün derin devlet yapılanmaları, yeni katılımlarla, sanki hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkacaktır. Bu yapı Türkiye Cumhuriyeti kurulurken devletin mayasına karıştırılmış olan ittihatçı geleneğin bir ürünüdür.

Hükümetlerin derin devletin karşısındaki bu zayıflığı, halk kitlelerıninö ister AKP`li, ister sosyalist veya sosyal demokrat olsun, 15 Temmuz 2016`dan aldıkları güçle önümüdeki dönemde daha çok inisiyatif almasına yol açacaktır. Unutmayalım ki, partilerin kimliğinden bağımsız olarak demokrat kitleler ilk defa 2013`teki Gezi olayları sırasında sahneye çıktılar. Üç yıl sonra, 15 Temmuz 2016 ikinci kez bu kez daha büyük bir katılımla darbenin karşısına dikildiler. Bu sahneye çıkışlar, önümüzdeki dönemde sıklaşarak devam edecektir. Yani siyasi partilerden çok, çeşitli siyasi eğilimlerin birlikteliğinden oluşmuş, ama yapı itibariyle onları aşan sivil toplumcu bir demokratik hareket Türkiye`ye yön verecektir. Bu hareket, toplumun daha fazla otokratlaşmasının önüne geçecektir.

Ister FETÖ`cü, ister Amerika`nın güdümünde eski Kemalist cuntanın artıklarından oluşsun (Murat Belge bu açıdan da haklı, yani cunta sadece Fethullah Gülen hareketı mensuplarından oluşmuyor, bunların arasında eski Kemalist cuntanın adamları da bol miktarda var). Daha doğrusu derin devletin ne kadar Erdoğan karşıtı unsuru varsa (FETÖ`cü, Kemalist su bu) hepsi Amerikan gizli servisinin yönlendiriciliğinde örgütlendiler.

Ancak yaptıkları çılgınlık toplumdaki yepyeni, sivil toplumcu, siyasi parti kimliğini ikinci plana iten, yani en modern batı demokrasilerinde şu an gündemde olan bir gelişmenin önünü açtı. Türkiye toplumunun demokrasi yolunda örneğin bir Ingiltere toplumundan hiç de geri olmadığı ortaya çıktı. Murat Belge`nin söylemiyle, Brexit referandumunun her aşamasında ortaya çıktığı üzere özellikle Işçi Partisi ve Muhafazakar Parti gibi merkez partilerinin her birinin içinde EU karşıtları ve yandaşları varsa, yani bir bakıma siyasi partileri enine kesen bir gelişme söz konusu olmuşsa, aynı şey, yani siyasi parti kimliğini enine kesen, Gezi benzeri, bir başka gelişme Türkiye`de de yaşanmış, dayatmalara karşı bütün siyasi partileri içine alan genel bir karşı koyuş ortaya çıkmıştır.

Siyasi parti kimliğinin ikinci plana atılışı, 15 Temmuz 2016`da Brexit`ten veya Gezi`den daha yaygın ve kapsamlı oldu. Çünkü toplum, neredeyse canına kasteden bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştı.


15 Temmuz 2016`nın sanırım en önemli sonucu bu.