12 Kasım 2015 Perşembe

1 Kasim 2015 secimleri ve "yeni" AKP

1 Kasım 2015 seçimleri, kaos ve terör karşısında duyulan korkunun insanlar arasındaki farklılık ve çelişkileri azalttığı, bütünleşme ve birbirine yaklaşma eğilimini artırdığı bir ortamda yapıldı. Insanlar iki farklı tehditle karşı karşıya kaldılar. Bunlardan biri PKK kaynaklı, bir diğeri ise bizzat AKP kaynaklı tehditti. Halk, AKP`nin iktidarı bırakmamak için her şeyi göze aldığı ve bu uğurda ülkeyi rahatlıkla ateşe atabileceğini gördü ve bu derece pahalı bir iktidar değişimine gerek olmadığı sonucuna varıp bu değişimi bir süre erteledi. Bu süre muhtemelen Suriye Iç Savaşı sona erdiği tarihte bitecektir. Bu sonuçtan hareketle AKP`nin terör ve korkudan beslenen bir iktidar görüntüsü verdiğini söyleyebiliriz.

Seçim sonuçları halkın AKP‘den ve onun politikalarından memnun olduğu anlamına gelmiyor. Böyle olsaydı AKP 7 Hayiran’da yenilgiye uğramazdı. Aksine AKP‘nin kendisine karşı hoşnutsuzluk ve tepkinin giderek büyüdüğü bir ortamda, eski reformist içeriğinden tamamen soyutlanmış militarist bir aygıt olarak iktidara geldiği anlamina geliyor. Çünkü halk 4 ay gibi kısa bir zamanda ancak tehditle fikir değiştirebilir. Ölüm korkusundan başka hiçbir neden büyük kitlelerin 4 ay gibi kısa bir zamanda fikir değiştirmesine neden olamaz.

Bu gerçeği en iyi, AKP’nin yeniden iktidara geldiği anlaşıldığı gün oralığı saran derin sessizlikten anlayabiliriz. Bir parti iktidara geldiğinde, normalde taraftarların sevinç gösterileri ortamı hareketlendirir ve genel olarak toplumu taze bir başlangıcın umudu sarmalar. Oysa 2 Kasım sabahı sevinç gösterileri yerine toplumu isteneni verip baskıdan kurtulmuş olmanın derin bir sessizliği sarmıştı. Bu sessizlik, yeniden iktidara gelen AKP'nin toplumda yarattığı derin bıkkınlığın eseridir. Çünkü iktidarın ne vereceği bellidir. Içeriksizleştiği, kuruluşundaki vizyonundan geriye bir şey kalmadığı apaçıktır. Toplum bunu ezbere bilmektedir. Halkın ekranda göründüğü an dayanamayıp televizyonları kapattığı kavgacı ve çatışmacı bir liderin toplumu kabule mecbur ettiği bir dayatmaya karşı tepkinin ürünüdür bu sessizlik.

Ve aynı zamanda kararsız bir dengenin kurulmuş olduğunun, dengenin bir kere bozulmasıyla olayların peşpeşe birbirini takip edeceginin bir göstergesidir.

Yani AKP`nin bu zaferi hiçbir şekilde sosyolojik bir temele sahip değildir. ‚Muhafazakâr modernler‘ teorisinin mucidi Etyen Mahçupyan’ın AKP’yi bu açıdan süsleme çabası boşuna. Eğer böyle olsaydı 7 Haziran’da AKP iktidardan düşmezdi. Sandığa gitmeyen AKP‘lilerle 7 Haziran’ı açıklamaya çalışmak halkın zekâsı ile alay etmektir. Sosyolojik temeli olan sonuç 7 Haziran sonucudur. 1 Kasım sonuçları ise kaos ve terör ortamının eseridir. Bu nedenle de uzun ömürlü olmayacak, iktidarın miadı Suriye iç savaşı sona erdiği an dolacaktır.  

Korkunç tablolarla gelişen ve mülteci krizi şeklinde dehşeti sınırlarının ötesine taşınan Suriye içsavaşı Türkiye halkında derin bir travmaya yol açmış ve halkta her çeşit toplumsal kargaşaya karşı derin bir ürkeklik yaratmıştır. Dolayısıyla halk sadece bu dehşetin Türkiye`nin sınırlarından içeri girmemesi için, sinirini bozan ve aslında derinden derine nefret ettiği bir iktidara evet demek zorunda bırakılmıştır.

AKP`nin 2015 zaferi birçok bakımdan Kenan Evren`nin 1992`deki Anayasa referandumunda kazandığı %92`lik zafere benziyor. O zamanda Kenan Evren gibi „sığ kavrayışlı, dar kafalı, bağnaz, zalim, vicdansız, kültürsüz ve anti-entelektüel bir paşa“ya (Kenan Evren için sarfedilmiş bu kelimeler Kadri Gürsel`e aittir ama bence bugünkü AKP`yi de çok iyi özetlemektedir)  „evet“ demek zorunda kaldı. Ama ondan sadece 2 yıl sonra, 1984`te Kenan Evren`in siyasetteki uzantısı olan partiyi Milliyetçi Demokrasi Partisi`ni sandıkta feci şekilde cezalandırdı. Aynı tür cezalandırmaya 1964 seçimlerinde, darbeye karşı aktif tavır almayan ve hattâ destek olan CHP de maruz bırakılmıştır.  

AKP aynı militarist bir darbeci gibi davranarak, iktidardan sandıkta uzaklaştırılması halinde her çeşit çılgınlığı yapabileceği mesajını topluma bütün açıklığı ile verdi. Halk bu mesajı çok iyi aldı. Ve AKP`den korktuğu için değil, sadece hesaplaşmayı ertelediği için AKP`yi yeniden iktidara getirdi. Bu söylediklerim özellikle Kürt seçmenler için geçerlidir. Çünkü AKP`nin Kürt seçmenlere yönelik tehdidi, Davutoğlu`nun ağzından açıkça „beyaz toroslar“ simgesi çerçevesinde çok açık biçimde dile getirilmiştir.

Davuoglu`nun bu tehdidi içerik ve tarz açısından yeraltı dünyasının tehditlerini andırmaktadır. Yeraltı dünyasında insanlar „seni mahvederim“ şeklinde değil de, „sana yazık olur, sana bir kötülük gelmesini istemem“ şeklinde tehdit edilir. Sanki kurbanı kolluyormuş gibi bir tavır takınılır. Çünkü yeraltı dünyasında her çeşit cürüm ve suç; sabır, şefkat ve kol kanat germe görüntüsü altında gizlenir. Bu tür tehdidi Murat Belge bir yazısında şöyle anlatır:

„Bizim ilk arada, Daşnak lafı devam etti. Hırant Dink de, ben de, Daşnak'a hiçbir sempati duymadığımızı söyledik. Bunun üstüne, adını hatırlamadığım, ama ASAM üyesi olduğunu söyleyen emekli diplomat, 'Zaten ben korkuyorum. Bunlar çok kötü adamlar. Bir gün sizi vuruverirler' yollu bir şeyler söylemeye başladı.

„Buydu beni o programda ifrit görmüş hale getiren. Nitekim görmüştüm ifriti. Yıllardır bu cephenin adamlarından devamlı böyle imalı, kinayeli, ölüm tehditleri duymaktan bıktık“.

"Evet" dedim, "öldürülme keyfiyeti bu memlekette hep vardır. Bu seferinde 'Daşnak yaptı' mı diyeceksiniz?" (Bakiniz: Tartışma ve tehdit, Murat Belge, 31/05/2005, Taraf Gazetesi.)

Dolayısıyla Davutoğlu`nun Kürtlere karşı savurduğu bu „faili meçhul“ tehdidinin üslup ve içerik yönünden Murat Belge`ye ASAM üyesi emekli diplomatın üstü kapalı tehdidinden bir farkı yoktur. Işin ilginç yani, Murat Belge`nin anlattığı o tartışmada Hırant Dink de vardı ve tehdidin nasıl bir gerçeğe dayandığı, Hırant Dink`i öldüren gencin emniyet mensupları tarafından sarmaş dolaş tebrik edilmesiyle anlaşıldı.

Davutoğlu`nun sözlerinde bir gerçek daha gizli. „Beyaz Toroslar“ gelir derken, devlet içinde yuvalanmış cinayet şebekelerinin aynen mevcudiyetlerini koruduğu ve onlara dokunulmadığı üstü kapalı bir biçimde itiraf edilmiştir aslında. Onları tutan biziz, demeye getiriyor. Biz olmasak onların size saldırmaması için bir neden kalmaz. Nitekim aynı Davutoğlu „IŞID`in canlı bombaların listesi elimizde, ancak eyleme geçmedikleri müddetçe tutuklayamıyoruz“ dememiş miydi?

Yani burada terör ve cinayet şebekeleriyle iktidar arasında çok ince bir çizgi var. Yani canavar kafesinde hazır ve nazır bekliyor. Sadece kapısını kilitlemeyi arada bir „unutmamak“ gerekiyor.  

Halk neden yuttu bu tehdidi? Şundan: Çünkü insanlık ancak çözebileceği sorunları gündemine alır. Çözemeyeceği bir sorunla karşılaşınca o soruna katlanmayı tercih eder. Şartların olgunlaşmasını bekler. Halk, AKP`nin iktidardan düşmemek için her çeşit çılgınlığı yapabileceğini görmüştür. Jöleli danışmandan başlayarak AKP`nin bütün ağızları bu mesajları seçim kampanyası sırasında değişik vesilelerle ve her biçimde tekrarladılar. Halkın karşısında bu çılgınlığı yapabilecek yapabilecek militarize bir güç de vardır: gösterilerde ellerinde sopalarla ve palalarla ortalığa fırlayan sokak faşistlerinden tutun da, kitle halinde gazete binalarına saldıran kalabalıklara kadar… Ama o militarize çılgınlığı etkisiz hale getirecek herhangi bir mekanizma, ne muhalefette ne de başka bir yerde, yoktur.

Ama yine de bunlar AKP`nin 1 Kasım 2015 zaferini tamamen açıklamıyor. Çünkü bazı kitleler tehdit edildiklerı için değil başka nedenlerden ötürü AKP’ye yöneldiler.

Tehdide boyun eğen daha çok muhafazakâr Kürt seçmenlerdir ve bunların bir kısmı zaten AKP`den hiç kopmamıştır. Bunların işi gücü, dükkânı, düzenle kurdukları ilişkiler vardır. Bu kesim AKP`den 7 Haziran 2015´te kopup sonra 1 Kasım`da ölümü görüp sıtmaya razı olarak AKP`ye geri dönmüşlerdir. Toplam seçmen sayısına oranları %3`´tür. AKP`deki oy oranındaki artış %8 olduğuna göre geri kalan %5, MHP`den, diğer sağcı muhafazakâr küçük partilerden ve daha önce sandığa gitmeyen AKP`lilerden gelmektedir. Özellikle MHP`den kopup gelenler, AKP`nin giderek Kürt sorununa bakışta MHP`ye benzediğini görüp, MHP`den daha etkin saydıkları AKP yönelmiş olan seçmenlerdir. Bunları tehdide muhatap oldukları pek söylenemez.

Dolayısıyla AKP`nin Güneydoğu`da daha feodal aşiret-toprak ağası-iş adamı tabanına oturduğu, bu kesimin Kürt kimliğinden daha ziyade düzenle kurduklari cıkar ve menfaat ilişkilerini önemsedikleri, bu özellikleriyle özellikle toprak ağası-iş adamı toplumsal tabanına dayanan MHP ile aralarında çıkar ilişkisi olduğu, HDP`nin ise daha çok Güneydoğu`daki işçi-köylü sınıfsal tabanına oturduğunu bu nedenle Şırnak ve Hakkari`de oy kaybetmezken, Bingöl, Muş, Van ve Urfa`da oy kaybına uğradığını söyleyebiliriz.

Güneydoğu`daki Kürt toprak ağaları ve iş adamlarının HDP`den kopmasında 7 Haziran 2015`ten sonra PKK`nın askeri açıdan ezilmesinin payı da çok büyüktür. AKP, Suriye içsavaşının öyle bir dönemecinde seçim kampanyası yürütmüştür ki, ABD ve Batı, IŞID tehlikesine karşı AKP`nin yardımını istediklerinden, AKP`nin PKK`yı ezmesine ses çıkaramamıştır. PKK ezilince onun baskısından kurtulan Kürt üst sınıfı AKP`ye dönebilmiştir.
Dolayısıyla Çözüm Süreci iki yönden AKP`ye oy kaybettiriyor. 1- Kürtlere taviz verildikçe bundan özellikle MHP`ye yakın olan seçmen tabanı ürküyor ve AKP`den ayrılıyor. 2- Çözüm sürecinden yararlanarak Güneydoğu`da önce kırsalda, sonra yavaş yavaş şehirlerde egemen olmaya başlayan PKK, %3`lük bir kesimi AKP`den koparıyor.

Bu nedenle AKP mümkünse bir daha çözüm sürecini ağzına almayacaktır. Dahası var: Ortamı sürekli gergin tutup PKK`ya karşı zafer üstüne zafer kazanmak zorundadır, ki bir yandan milliyetçi kesimin coşkulu hayranlığı kazansın, ama öte yandan Güneydoğu`yu PKK`dan temizleyerek güç ve çıkar ilişkisi yoluyla Kürt üst sınıfını kendine bağlayabilsin.

Yani militarist bir gerginlikten beslenen bir iktidar olacaktır AKP. Belki de PKK`nın tamamen ezilmesi bu nedenle fazla istenmeyecektir. Türk liberalleriyle ve Kürt dünyasıyla diyalog sürecini başlatan o eski reformist AKP çoktan tarihe karışmıştır.  Yani AKP`nin bu noktadan sonra „fabrika ayarları“na, yani o eski reformist çizgisine geri dönmesi çok zordur.



17 Ekim 2015 Cumartesi

Gelecekteki Ortadoğu Nasıl Şekillenecek 3- PKK ve IŞID`in karşılıklı görevleri

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi Batı`nın, Kürtler`in Türkiye`den ayrılmasının önüne geçmek için Türkiye`ye sunduğu perspektif; Kürtlere ayrılmayı gereksiz kılacak ölçüde ekonomik ve kültürel özgürlükler sunmak ve hatta gerekirse Suriye ve Irak`taki Kürtleri de bu plana dahil ederek Türkiye`nin olası sınırlarını güneyde Kürt bölgelerini de içine alacak şekilde genişletmek şeklinde idi.

Bu perspektifin içinde Avrupa Birliği üyeliği de bulunmaktaydı. Yani Türkiye`ye, bu planı kabul etmesi karşılığında, Avrupa Birliği üyeliği gibi bir hediye de verilmekte idi. Avrupa federal bir yapıda ısrar etmiyor gibi görünüyordu. Yani özerk Kürt bölgesi, ileride ayrılmayla sonuçlanacak bir Kürdistan fikri bu perspektifin içinde yoktu.

PKK veya daha geniş anlamda KCK perspektifi ise Batı`nn bakış açısını kendi uzun vadeli planlarının bir taktik aşaması olarak kabul etmek şeklinde gelişiyordu. Yani aslında amaç büyük Kürdistan`ın yaratılmasıdır. Bu amaç gerçeklesinceye kadar Türkiye çatısı altında Türkiye, Irak ve Suriye Kürtlerinin özerk yönetim adı altında veya eyaletler sistemi içinde birleştirilmesi, sonra olası bir siyasi kriz yaratılarak Kürt eyaletlerinin bağımsız bir devlet şeklinde Türkiye`den ayrılmasını sağlamak şeklinde ortaya çıkan bir perspektifti bu. Bu açıdan bağımsızlık kararından vazgeçildiğine dair PKK'nın Şubat 2000 tarihli 7. Parti Kongresi kararı bir taktik geri çekilmedir. Asıl amacın gizlenmesi ve şimdilik eyalet sistemi ile yetinilmesi, asıl büyük amacın daha sonraya bırakılmasını ifade eder. Nitekim bunu Öcalan bizzat kendisi söylemiştir:

"Hiçbir şeyden vazgeçmedim. (Bağımsız Kürdistan idealinden bahsediyor-Benim notum) Ben sadece, 'demokratik Türkiye olmadan bunların hiçbiri olmaz, zamanı da değil, arabayı atın önüne koymayın' diyorum. Önce demokratik Türkiye olmalı." (3 Nisan 2013 tarihli görüşme tutanağından)‘ Bakınız Aydınlık Gazetesi, Ceyhun Bozkurt imzalı tutanaklar
Batı başından beri eyalet sistemine de bağımsız Kürdistan fikrine de soğuk baktı. Çünkü bunun Türkiye`nin parçalanmasını gündeme getireceğini, planın Türkiye tarafından kabulünü zorlaştıracağını biliyordu. Üstelik ayrı bir Kürdistan kurulsa bile böyle bir devlete Avrupa Birliği avantajı sağlanamayacağı ve devlet aynı Israil gibi Arap-Iran kuşatmasına maruz kalacağı için pratikte faydadan çok zarar getirecekti. Devlet kurulduğu anda PKK-KCK devleti olacak, Kürtler arasında muhtemel hesaplaşmalar gündeme gelebilecekti. Bu nedenle devletin kısa zamanda bir terörist yatağı haline gelmesi de mümkündü. Çünkü her ne kadar Türkiye Kürtlerinin parlamenter geleneği varsa da, Irak ve Suriye Kürtleri bu açıdan çok geri durumdaydılar. Kuracakları devlet kısa zamanda totalitarizmin kucağına düşecek, Esat benzeri bir rejimle yönetilmeye başlayacaktı.

Batı ile PKK perspektifleri arasındaki en önemli fark budur: yani Kürtlerin ayrılması meselesi. Batı böylesi bir ayrılmaya kesinlikle karşıdır.

O halde Batı ile PKK arasında uzlaşmaz bir çelişki var demektir. Zaman zaman PKK`nın Türkiye tarafından ezilmesine ses çıkarılmaması bu çelişkiden kaynaklanıyor. Oysa hiçbir zaman Türkiye`nin PKK`yı tam anlamıyla ezmesine müsaade edilmiyor. Neden?

Nedenlerden en önemlisi Türkiye`deki demokratik parlamenter rejimin muhafazakâr sünni Türklerin hakimiyeti altında olması… Eğer PKK olmazsa, Kürtler de sünni olduklarından Fethullahçı ve benzeri akımların kısa zamanda Türkiye Kürtleri içinde yeniden kök salarak Kürtleri yeniden Türklerin dümen suyuna sokması ve Türkiye`nin alışageldiği, ta Atatürk`ten kalma eski düzenini yeniden kurması mümkün. Nitekim bu eski düzene özlem bazı Atatürkçü kesimlerde hâlâ gündemdedir.

Eski Türkiye Orta Doğu`dan kopuk, yapay ve gerçekle ilgisi olmayan kendine özgü bir yarı demokrasi içinde yaşayan bir ülkeydi. Şam ve Bağdat Türkiye`ye New York ve Washington`dan daha uzaktı. Oysa Ortadoğu`nun giderek çözülmez hale gelen sorunlarının yeniden çözülebilir olması için bir dışarıdan müdahale, yani Türkiye`nin Ortadogu`ya açılması lazımdı. AKP`nin Yeni Osmanlılık hayalleri tam da bu amaca uygun düşüyordu. AKP`deki Osmanlıcılık bu amaçla körüklendi.

PKK da bu müdahalenin, yani Türkiye`yi Ortadoğu`yla ilgilenmek zorunda bırakmanın bir başka adıdır. PKK ezildiği anda, Türkiye yeniden kendi içine kapanacak ve su yüzüne çıkmamış sorunlarını daha da içine gömerek yeniden Orta Doğu`dan uzaklaşmaya başlayacaktır.

Ama PKK`ya çok fazla imkan da verilmemelidir. Çünkü o takdirde Türkiye`nin ayrışması söz konusu olabilecektir. Bu yüzden PKK`yı Türkiye`den sürekli darbe yiyen ama yine de bir türlü ölmeyen bir örgüt seviyesinde tutmak gerekmektedir.

Öte yandan bu Türkiye Kürtlerinin Suriye ve Irak’ta yaşayan soydaşlarına yaklaşması için PKK-KCK gibi sınır ötesi yapılanmalara ihtiyaç vardır. PKK-KCK sınır ötesi özelliği dolayısıyla böylesi bir bütünleştirici siyaset güdebilecek Ortadoğu`daki tek örgüttür. Kuzey Irak Kürtleri Barzani ve benzerleri çürümüş ve fazlasıyla bölgesel karakterleri dolayısıyla böylesi bir role çok uygun değildirler. Nitekim bunun en iyi örneğini Kobani direnişi öncesi ve sonrasında gördük. Kobani`ye sözüm ona direnmeleri için gönderilen peşmergelerden bazıları kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, Batı`ya sığınıp orada iyi bir hayat yaşamak isteyen insanlardan başka bir şey değildiler. Bunların ideolojik yapısı hiç olmadığından Taliban karşısında kaçan Afgan askerlerinden veya IŞID karşısında kaçan şii askerlerinden temelde hiçbir farkları yoktu. Batı`nın Afganistan`da Taliban karşısında hiç elde edemeyeceği bir zaferi belki de Ortadoğu`da IŞID karşısında Batı`ya bir hediye gibi sunan yapılanma, PKK-KCK yapılanmasıdır. Çünkü PKK-KCK yapılanması en az Taliban veya IŞID kadar ideolojik bir içeriğe sahiptir. Onlardan tek farkı ideolojisinin dinsel değil, seküler oluşudur. Oysa kendi özel veya ailevi çıkarlarının dışında daha genel bir amaç uğruna ölmeye hazır olmak yeteneği Ortadoğu`da Batı yanlısı başka herhangi bir örgütte bulunmamaktadır. Obama'nın Suriye muhaliflerine yönelik "eğit-donat" programının çökmesinin bir nedeni de budur.   

Tabii bu, „bir amaç uğruna ölmeye hazır olmak“, savaşılan coğrafyaya göre farklılık gösteriyor.  Mesela Irak`taki şii askerler, tehlike kendi evlerine doğru yaklaşınca, gözünü budaktan sakınmaz birer kahraman haline gelebiliyor. Aynı şey Kuzey Irak`taki peşmergeler ve Afganistan`daki hükümet güçleri için de söylenebilir. Mesela Afganistan`daki Kunduz düşmesinin tek nedeni, Kunduz halkının genellikle peştun milliyetine mensup olması ve savaşan hükümet askerlerinin ise Afganistan`nın başka yörelerinden gelmiş olmasıdır. Yani onlar evlerini savunmuyorlardı. O nedenle kaçtılar. Aynı şekilde Şiiler de Musul önlerinde IŞID`den o nedenle kaçtı. Çünkü Musul şii değil, sünnî idi.

PKK-KCK`da farklı olan ise her yerde aynı sevk ve enerji ile, ideolojik bir amaç uğruna savaşma yeteneğidir. Bu açıdan islamiyet için savaştığı iddiasında olan IŞID ve Taliban örgütlerle aralarında bir benzerlik vardır. PKK-KCK işte IŞID karşısında bu nedenle tutunabilmektedir.

Peki ya IŞID? Onu ortaya çıkaran da Batı değil mi? Onun rolü ne peki?

Aslında yukarıda yazılanlardan sonra IŞID`e Batı tarafından neden gereksinme duyulduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Kürtleri birleştirmek için sadece PKK gibi sınırlar ötesi bir örgüt değil, belki de ondan daha etkili olan ortak bir düşman yaratmak gerekmektedir.

IŞID bu nedenle El Kaide`den daha farklı bir muameleye tabi tutulmuştur. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide`nin önder kadrosu 2-3 yıl içinde ortadan kaldırıldı. Oysa IŞID`in önder kadrosuna yönelik böylesi bir ortadan kaldırma hareketini Batı kaynaklı olarak görmüyoruz. Obama daha işin başında „Bu iş uzun sürecek“ deyiverdi. Aslında uzun sürecek derken kastettiği şu: 'IŞID`in kitle tabanı var. O nedenle hemen yok edilemez! Ayrıca ben IŞID`i yok etmek için kendi askerimi de oraya gönderemem'. Ama aslında arka planda gizli bir amaç da var. O da IŞID`in yok edilmesi için verilen mücadeleyi Ortadoğu`yu yeniden düzenlemek için siyasi bir araç olarak kullanmak. Yani IŞID sayesinde Kürtleri Araplardan ayrıştırmak ve onları kuzeye yani Türkiye`ye doğru itmek. Alman sol harelet lideri Sahra Wagenknecht, “Kendi yarattıkları terör örgütleriyle görünüşte savaşmak”la Batı`yı suçlarken bunu demek istiyor. Daha önce de Arjantin cumhurbaşkanı Cristina Fernández de Kirchner de buna benzer bir konuşma yapmıştı Birleşmiş Milletler`de. Bu arada Arjantin`in Falkland adaları dolayısıyla Batı ile arasının bozuk olduğunu ve Batı karşıtı bütün düşünce akımlarını gönüllü olarak desteklediğini belirtelim.

Öyleyse şu: karşılıklı emme başma tulumba gibi çalışan bir mekanizma var karşımızda: PKK-KCK ile Kürtleri tek bir amaç uğrunda seferber ederken, IŞID bütün bir Kürt ulusunun canına kasteden bir düşman olarak Kürtleri Kuzeye, yani Türkiye`ye doğru itiyor. Yani Türkiye ve Kürtler arasındakı ilişkilerde PKK-KCK ayrıştırıcı, İŞID de birleştirici, yapıştırıcı bir rol oynuyor. HDP ile de bu Türk-Kürt zoraki yakınlaşmasının ve olası birleşmesinin ideolojik, kurumsal ve kültürel alt yapısı hazırlanıyor. HDP`nin Türkiye`de iktidar ortağı olması seçeneği ile birlikte birleşme yönünde bir adım daha atılmak isteniyor. Ama birleşme çok hızlı olmamalı, ki alt yapı, yani demokratik kurumlar ve Türkiye`nin bu amaç uğrunda topyekun reformasyonu tamamlanabilsin. Birleşmeyi yavaşlatmak için ara ara Türkiye ile PKK arasında savaş patlatmak kolay. PKK zaten işarete bakıyor saldırmak için. PKK`nın burada üçüncü bir rolü daha çıkıyor ortaya: Birleşmeyi yavaşlatmak fonksiyonu.

AKP de bütün bunların uygulayıcısı durumunda şimdilik. Ama fazlasıyla kullanıldığından artık eski popülaritesi kalmadı o başka. Bu nedenle şimdi ona bir koltuk değneği, yani CHP gerekiyor.

CHP`yi silkeleyip onu modern reformist bir parti haline getirmeyi deneyebilirler. HDP`nin hükümet ortağı olması bu şekilde sağlanabilir. Olası bir CHP-HDP koalisyonunun Israil dostu olacağını söylemeye gerek yok tabii.

Aslında AKP`nin kuruluş amacı, onu bizzat kuranlarca çok farklı tanımlanıyordu. Yani AKP kurulurken, ona Batı tarafından hangi rolün biçildiğinden tamamen habersizdi. Bu husus da gelecek yazımın konusu olacak.



19 Eylül 2015 Cumartesi

Mülteci krizi Avrupa`yı vuracak.

Mülteci krizi Avrupa`yı vuracak. Çünkü Avrupa`ya yönelen göç dalgası kısa sürede durulacak gibi görünmüyor. Ayrıca mültecileri durduracak hiçbir güç dünyada mevcut değil. Bu dalga, aynı bir sel gibi ona karşı direnenleri de önüne katıp sürükleyecek bir güce sahip.

Bunun yanında uluslararası hukuk da mültecilerden yana. Cenevre Konvansiyonu „kaçmanın bir suç değil hak olduğunu“ belirtiyor. Dünya kamuoyu da, hayatını ve ailesini yok olma tehdidine karsı savunmanın hak olduğu konusunda hemfikir. Dolayısıyla mülteci akınına maruz kalan Avrupa ülkelerinin eli kolu bağlı. Mecburen kapıları açmak zorundalar.

Fakat bütün bunlar Avrupa`nin sosyo kültürel yapısının mülteci akınına karşı dayanıksız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye`nin 2 milyonu aşkın mülteciyi gıkını çıkarmadan ağırladığı bir ortamda, Avrupa`nın şu ana kadar topraklarina ayak basan 430.000 Suriyeli mülteciyi barındıramayacağını savunmanın mantıksız, hatta gülünç olduğu düşünülebilir. Ama Avrupa ile Türkiye`nin mülteci akını açısından çok önemli bir farkı var: Türkiye her ne kadar mültecilerin ilk ayak bastığı ülke ise de, gelenlerin önemli bir kısmı Türkiye`de kalmak istemiyor. Dolayısıyla Türkiye`deki sayının 2 milyonu artık çok fazla aşması mümkün değil. Avrupa`da ise gelen Suriyeli sayısı şimdiden 430.000`i buldu ve bu sayının nerde duracağı belli değil. Ancak tahminler yapılabiliyor. Aynı durum Suriye dışından gelen göçmenler için de geçerli.

Türkiye daha dayanıklı, Avrupa ise kırılgan

Evet Türkiye 2 milyonu aşkın Suriye`liyi barındırıyor. Ama Türkiye`nin bu göçmenlerle ilişkilerinde bazı avantajları var:

Bir kere gelenlerle Türkiye arasında kültürel ve coğrafi akrabalık var. Gelen Kürt ve Arap`lar için Türkiye yabancı bir ülke değil. Yanıbaşlarında bulunan varlığına alışkın oldukları bir ülke. Arada 911 kilometrelik bir sınır boyunca yüzyıla yakın zamandır sınır ticareti ile de pekişen doğal bir ilişki ve tanışıklık, kültürel ve tarihi ortaklık tesis edilmiş durumda. Bu ülkelerle Türkiye`nin yemekleri bile aynı. Bunun yanında Türkiye`de de Araplar ve Kürtler yaşıyor. Gelenlerle direkt akrabalık ilişkisi bulunan binlerce aile var Türkiye`de.

Avrupa`da ise tam tersine ırkçılık, yabancılara karşı korku ve çekingenlik, hatta saldırganlık söz konusu. Avrupa`nın kapalı bir kutu olması gerektigini öne süren Macaristan Başbakanı Viktor Orban gibi politikacıları var. Bu tür politikacılar Almanya`da da var.

Mülteciler Türkiye`ye herhangi bir tehlikeyi göze almadan geliyorlar. Geldikleri andan itibaren kendilerine bir takım hizmetler götürülüyor. Güvenlik yüzde yüz sağlanmış durumda. Horlanmıyorlar, aşağılanmıyorlar. Yüzlerine biber gazı sıkılmıyor. Avrupa`da olduğu gibi baskı ve engelleme, insan kaçakçılarına avuç dolusu para ödeme, yollarda can verme, günlerce aç ve susuz yürüme, yorgunluktan bitme ve kamyonlarda havasızlıktan ölme gibi riskleri yaşamıyorlar. Avrupa`ya gelmek için ise hem yol çok uzun, hem de hemen hepsinde geçirdikleri tehlikelerin üstüne polis şiddeti, aşağılanma sürecinden geçmiş olmaktan kaynaklanan ilave tepki ve hınc var. Gelenlerin psikolojik travma görmeden gelmesi hemen hemen mümkün değil.

Bunlardan belki de daha önemlisi Avrupa`nin Türkiye`ye nazaran konut ve şehirleşme standartlarının daha iyi, dolayısıyla pahalı olması. Ayrıca sağlık, kültür ve eğitim alanında Avrupa halklarının elde etmiş olduğu bazı haklar var. Hukuk düzeni, aynı hakların yeni gelenlere de tanınmasını zorunlu kılıyor. Avrupa maliyet açısından belli bir süre bu akına dayanabilirse de durum aslında bu dayanmanın pek uzun sürmeyeceğini gösteriyor. Çünkü rakamlar korkutucu. Burada daha çok bir mülteci akınından ziyade yuvarlandıkça büyüyen bir çığdan bahsetmek belki de daha doğru.

 Rakamlar korkutucu

2011`den Ağustos ayı sonuna kadar Avrupa`ya giren Suriyeli mülteci sayısı 430.000. Bu sayının yaklaşık dörtte biri (tamı tamına 108.897 kişi) Almanya`ya giriş yapmış durumda. Almanya aynı zamanda Afrika`da Eritre ve Nijerya`dan ve Asya`daki Afganistan-Pakistan ekseninden de mülteci alıyor. Yani Suriye`liler toplam mültecilerin şu anda sadece beşte birini oluşturuyorlar. Buna göre şu anda Almanya`da 629.000 civarında mülteci var zaten. 2015 sonuna kadar bir yıl içinde giren toplam mülteci sayısının 800.000’i bulması bekleniyor. Böylece 2015 sonunda Almanya`daki mülteci sayısı 1.400.000`i bulacak.

Aynı hızla mülteci akını sürerse 2016 yılı içinde ilave olarak 1.740.000 mülteci gelecek. Bunların tabii yine beşte biri Suriye`lilerden oluşacak. Buna göre 2016 sonunda Almanya’daki mülteci sayısı 3 milyonu, Avrupa’da 9 milyonu bulacak. Bu sayı 2020 sonunda Almanya’da 10 milyonu, tüm Avrupa çapında ise 30 milyonu bulacak. Tabii ki Suriye`den kaynaklanan akının hızı biraz kesilebilir. Çünkü Suriye mülteci akını bu ülkede devletin çökmesi sonucu oluştu. Oysa Afrika`dan kaynaklanan akının sefalet ve toplumsal organizasyon yokluğu gibi çok daha derin nedenleri var, bu nedenle hız kesmesi pek mümkün değil. Bu nedenle bu rakamın yine de her yıl, Almanya bazında yıllık 1.740.000 civarında bir ilaveyle 2020 sonuna kadar 10 milyonu, bütün Avrupa’da ise 30 milyonu bulması mümkün.

Yine de 450 milyonluk Avrupa nüfusu içinde bu rakam %7’lik bir rakam ve sindirilebilir gibi geliyor. Ama Avrupa parçalı bir bütün ve her ülke mültecileri kabul etme konusunda aynı derecede istekli değil. Ayrıca Doğu Avrupa`da yabancılara olan hoşgörü ve empati Batı Avrupa`dan çok daha az. Macaristan`da polisten kaçan mültecilere çelme takan kadın kameramanlardan bu ülkelerde milyonlarca var. Ayrıca Ingiltere ve Fransa bu konuda Almanya`yı yalnız bırakacak gibi konuya uzak duruyorlar. Bu nedenle geriye Almanya başta olmak üzere mültecilerin yükünü taşıyacak üç-beş Avrupa ülkesi kalıyor. Zaten mülteciler de kendilerini kabul etmek istemeyen ülkelere gitmek istemeyecekler, her ne pahasına olursa olsun germen asıllı Kuzey ülkelerine Almanya, Hollanda, Isveç`e yöneleceklerdir.

Mültecilerin toplam maliyetinin, Avrupa Birliği standartlarının yüksekliği yüzünden Avrupa çapında yıllık 30 milyar dolardan daha fazla olması pekâlâ mümkün. Türkiye 2 milyon mülteci için 2011-2015 arası 7 milyar dolar harcama yaptı. Kabaca milyon kişi başına 1 yılda 1 milyar dolar harcama gerekiyor. Yani bütün mülteci sorununun Avrupa`ya maliyeti 2020`ye kadar 150 milyar dolar olacağı hesaplanabilir. Bu rakamın kısa vadede tabii ki, Avrupa halklarından toplanacak vergilerle karşılanması gerekiyor. Çünkü gelenlerin hemen ekonomiye katkıda bulunması mümkün değil.
Bu nedenle mülteci sorununun finansal yükünün paylaşımı için Avrupa çapında bir ortak fon kurulması gündeme gelebilir. Ancak işin finansal yükü, entegrasyon denilen devasa sorunun sadece bir yönü. Işin bir de toplumsal yönü var. Işte bu yük sadece üç-beş ülkenin sırtında kalacak. Çünkü mülteciler sadece birkaç ülkede yoğunlaşacak. Avrupa`nın toplumsal ve siyasi yapısını en fazla tehdit edecek olan da bu.

Özellikle Almanya topraklarındaki 10 milyonluk yeni gelen ve entegrasyonu gereken kişilerle diğer ülkelerden daha fazla uğraşmak zorunda kalacak. Almanya Doğu Almanya`yi bünyesine 20 yılda katabildi. Doğu Almanya ile arasında kültürek farklılık, dil sorunu gibi problemler yoktu. Buna rağmen entegrasyonu daha yeni tamamlayabildiler. Yeni gelen göçmenlerle ise bütünleşme sorununu aşabilmek daha uzun bir zamana tabi ve daha maliyetli.

Ancak bir de işin çıkmazdan kurtulmayı kolaylaştıracak tarafı var. Gelenlerin hepsi genç, dinamik ve çalışmak istiyorlar. Içlerinde Avrupa özlemi çeken ve nitelikli işgücü anlamına gelebilecek aydınlar da bulunuyor. Ayrıca ihtiyaç içinde olduklarından her çeşit iş için en düşük ücreti kabul etmeye razılar. Bu kişilerin tasarruf oranları çok uzun bir süre düsük seviyede kalacak ve ev, beslenme ve eğitim için kazandıklarından daha fazla para harcayacaklardır. Bu da yüksek tasarruf oranlarıyla büyüme oranları baskılanan Avrupa ekonomilerine canlılık getirecek, kredi mekanizmasının çarklarını harekete gecirecektir. Yani bir bakıma gelen mülteciler kendi kendilerini finanse etmiş olacaklardır.  

Bu arada eğer Suriye iç savaşı öyle veya böyle bir çözüme yönelirse, giden Suriye`lilerin bir kısmının geri dönme ihtimali de var.

Ancak bu mekanizmalar oluşturuluncaya kadar toplumsal çalkantıların ortaya çıkması kaçınılmaz görünüyor. Bu kapsamda Almanya`da iktidar değişikliği, yani Merkel`in iktidarı bırakması sürecinin hızlanması kaçınılmaz. Avrupa mecburen siyasi anlamda sosyal demokrasiye kayacak. Başka çare yok. Avrupa eski kapalı kapıcı, muhazakâr çizgisinde ısrar edemez. Bu da karşı tarafı, yani ırkçı şiddeti keskinleştirecek.

Avrupa Mülteci Sorunuyla ilgili rakamlar

Almanya
2014 öncesi
2014
2015 Ocak Temmuz arası
Toplam 2015 Temmuza kadar
2015 toplam mülteci sayısı tahmini
Suriyeli mülteciler
          13.384  
          41.100  
          44.299  
  98.783
   285.444
Toplam mülteciler 
         426.355  
        202.645  
        218.221  
 847.221
1.427.221
Avrupa

625.920


4.281.663

Kaynaklar:

1-  Die Welt, 13 Fakten über Flüchtlinge in Deutschland


            2- EUROSTAT


3- BBC




12 Eylül 2015 Cumartesi

AKP ve İç Savaş

AKP`nin iktidarı bırakmamak icin ic savaşı kışkırttığına dair özellikle Batı basınında yer alan görüşler, fazlasıyla banal ve kolaycı görüşlerdir. Bunlar büyük bir ihtimalle Türkiye`ye hiç ayak basmamış insanlar tarafından dile getiriliyor. Çünkü Türkiye`de yaşamış olan herkes iç savaş olasılığının en çok artması gereken 1970`li yıllarda bile sıfıra yakın bir çizgide seyrettiğini bilir.
İç savaş her ülkede çıkmaz. İç savaşın çıkması için ona uygun isyan kültürünün yüzyillar boyunca bir ülkede zihinlere iyice yerleşmiş olması gerekir. Mesela Japonya`da iç savaş çıkmaz. Japonya`da devrim de olmaz. Almanya, Iskandinav ülkeleri, genel olarak bütün Germenler bu durumdadır. Latinler, Araplar, Iranlılar, Afganlar, Hintliler ve Slavlar farklıdır mesela. Slavlar en çok birbirinin canına kıyan ırktır. Bunun son örneğini korkunç görünümler sergileyen Yugoslavya`nın parçalanması sürecinde gördük. Yine aynı sekilde Ispanya Iç savaşı, Suriye Iç Savaşı, Arapların ve Latinlerin birbirlerinin kanına nasıl susadıklarını çok açık bir şekilde gösterdi.
Genel olarak bütün Altay ve Ural ırkları, Türkler, Moğollar, Finliler, Macarlar iç savaşa uzaktır. Bu milletlerin fertlerinin iki karşıt kampa ayrıldıkları ve birbirleriyle savaştıkları, Kore örneği dışında, pek görülmemiştir. Yani ırksal etkiler iç savaş açısından önemlidir. Soğuk savaş yıllarına rastlayan Kore örneğinde dışsal etkiler daha fazladır.
İngilizlerin Türkiye politikasının 1. Dünya savaşı bitiminde iflas etmesinin belki de tek nedeni, onların Türk ırkının özelliklerini zerre kadar tanımamıs olmalarıdır. Rıza Nur anılarında, Ingilizlerin Kurtuluş Savaşı sırasında Türklerin birliğini bozmak için, Konyalılara „Sizler Türk değilsiniz, Selçukîsiniz“ diye propaganda yaptıklarını anlatır. Ingilizlerin „böl ve yönet“ politikası Türkiye`de işlemedi. Çünkü onlar aynı Arap kabilelerini nasıl para ile satın alıp birbirine düşürdülerse ve Umman`ı silahsız 10 memurla, tamamen bu fitne fücur politikası sayesinde yönettilerse, aynı taktiklerin Türkleri yönetmek için yeterli olduğunu sanma hatasına düştüler. Sonunda olan, onların kışkırtması üzerine Anadolu topraklarında ilerlemeye cüret eden Yunanlılara oldu.
Şimdi aynı şekilde yarı cahil Batı basını Türkiye`de iç savaş olasılığının arttığını yazıyor. Suriye iç savaşının Türkiye`ye de sıçradığını ima ediyorlar. Ama bir kez daha Türklerin Araplardan çok farklı olduğunu görememe hatasınına düşüyorlar. Görünen o ki, bir kere daha kayaya toslayacaklar.
Fakat yine de AKP`nin tavırları birçok bakımdan sanki böyle bir algıyı yaratmaya yönelik bir çabayı yansıtıyor gibi. Her şeyden önce Gezi olayları sonrasında eli sopalı adamların ortaya çıkması, AKP`nin milis gücü oluşturduğu ve bir iç savaşa hazırlandığı şeklinde yorumlandı. Erdoğan bir konuşmasında „%50`yi zor tutuyoruz,“ dedi. Gezi olayları sırasında Erdoğan`ı karşılayan kalabalık, „Izin ver gidelim, Taksim`i ezelim“ şeklinde slogan attı. Yine o olaylar sonrasında jöleli danışman Yiğit Bulut „Türkiye Cumhuriyetinin  başbakanının kılına sandık dışı yollarla bir zarar gelirse bu topraklarda önümüzdeki yüz sene kimse huzurla kahvaltı edemez“ şeklinde bir cümle sarfetti.  
Daha sonra bu söylemler devam etti. AKP 7 Haziran 2015`te iktidardan düşünce, söylemler iki üc katına cıktı. Hürriyet gazetesine yapılan saldırının Erdoğan`i destekleyici sloganlar atan bir grup eylemci tarafından gerçekleştirilmesi ve bunların parmaklariyla bozkurt işareti yapmaları çok manidardır. Yine gazeteci Ahmet Hakan`ın açıkça başka bir köşe yazarı tarafından ölümle tehdit edilmesi, HDP binalarına yapılan saldırılar kışkırtmanın boyutlarını gösteriyor. AKP çevrelerinin bu eylemleri destekledikleri çok açık biçimde görülüyor.
Fakat olaylara biraz daha yakından bakılırsa, aslında resmin hiç de öyle olmadığını görüyoruz.
Burada gerçek bir iç savaş olasılığından çok Ingilizcede „brinkmanship policy“ yani „uçurum politikası“ olarak adlandırılan geçici denge durumu söz konusu. Uçurum politikası birbirine eşit iki karşıt gücün yenişemediği zamanlarda içine düşülen ve soğuk savaş yıllarında olduğu gibi bazen 30-40 yıl sürebilen bir kararsız denge durumudur. Bu durumda karşıt güçler birbirlerini şiddet tehdidi ile psikolojik olarak çökertme amacını güderler. Şiddet nadiren uygulanır, daha çok şiddet uçurumunun kenarına gidip gidip gelinir. Yani uçurum politikası birçok yönleriyle aslında dayanıklı olanın kazandığı bir sinir savaşıdır.
Şimdiki Türkiye`de olduğu gibi.
AKP gerçi iktidarı kaybetmiş durumda, ama kaybını dengeleyecek cumhurbaşkanlığı kozunu elinde tutuyor. Öte yandan muhalefet, gerçi çoğunluğu eline geçirdi, ama kendi içinde uzlaşmaz çelişkileri barındırıyor. Muhalefetin esas çekirdeğini ise HDP ve ona oy veren demokrat Türkler oluşturuyor.
AKP`nin iç savaş çağrısı anlamına gelebilecek söylem ve davranışlarının işte bu çekirdek muhalefeti (yani Kürtlerle birlikte onlara oy veren demokrat Türkleri) yıpratmaya yönelik bir sinir savası olduğunu söyleyebiliriz. Karşı tarafın örgütlenme zafiyetine ve iç çelişkilerine oynuyorlar. Nitekim bu çaba hiç sonuç vermiyor da değil. PKK ile HDP arasındaki çelişkiler bu çaba sayesinde iyice su yüzüne çıktı. HDP, PKK ile devlet arasında kalmış olmanın sıkıntısını yaşadı ve hâlâ da yaşıyor. Yeni bir seçimde, Güneydoğu`da sandık güvenliğinin sağlanamayabileceği propagandası altan alta yapılıyor.
HDP`yi destekleyen demokrat ve sosyalist Türkler üzerinde ise psikolojik savaş taktiklerinin neredeyse hepsi denendi.Hattâ daha da ileri gidilip ikinci seçimde de AKP için tek başına iktidar çıkmazsa kaosun artabileceği ima ediliyor. Verin başkanlığı, kaos dursun, çocuklarınız ölmesin. Kısaca söylenen bu. Can derdine düşen halkın, HDP`yi desteklemekten vaz geçeceği hesap ediliyor.
Ama AKP`nin bu uçurum politikasının başarılı olabilmesi yine de mümkün değil. Bunun bir değil, birçok nedeni var:
1-  Uçurum politikasında tehdidin geçerli olabilmesi için „ortak zemin“, „aynı geminin içindeyiz“ fikrinin olmaması gerekir. Ki karşı taraf tehdidi iyice algılasın. Nitekim soğuk savaş yıllarında Sovyetler ve Batı`nın ilk vuranın kazanacağı bir savaşı gerçekten çıkartma ihtimali her zaman vardı. Öysa AKP`nin uçurum politikasında böyle değil. Her tarafı savaşlarla ve bunalımlarla çevrili Türkiye`de halk AKP`nin daha fazla ileri gidemeyeceğini, her şeyden önce Batı`nın böyle bir istikrar adasını feda edemeyeceğini çok iyi biliyor. Aynı zamanda Türkiye`nin daha olumsuz koşullarda bile iç savaşa sürüklenmediğinin, halkın sükûnetini koruduğunun herkes farkında.
2- Uçurum politikasında aynı zamanda „zaman“ sınırlamasının olmaması gerekir. Taraflar birbirlerinin ilelebet tehdit edebilecekleri algısı üzerinden politika yaparlar ki yılgınlık eninde sonunda taraflardan birinin saflarında ortaya çıkabilsin. Oysa Türkiye`de anayasal saatin tiktakları sürekli duyuluyor. Bu öyle bir saat ki, Erdoğan Davutoğlu`nu görevlendirmeyi ancak  iki hafta geciktirebildi.
3- Uçurum politikasında meşruiyet, yasalar, insanlık gibi şeyler yoktur. Taraflar birbirlerine her çeşit alçaklığı yapabilme özgürlüğüne sahiptirler. Oysa Türkiye`de oyunu bozanın oyun dışı kalacağı bir anayasal meşruiyet zemini ve onun temelinde gelişen bir seçim süreci var.
4-  Fakat belki de bunlardan daha önemlisi AKP`nin politik eğrisinin bir kez yönünü aşağıya çevirdiği, bir daha yukarı dönemeyeceği gerçeğidir. Politik arenada geri çekilme bir kez başladı mı kolay kolay durulmaz. Arınç`ın „Bu iş bitti“ demesinin nedeni de bu. Üstelik bu işin bittiğine yönelik algı AKP saflarında engelenemez biçimde yayılıyor. AKP en güçlü olduğu zamanda Gezi olayları denen kayaya toslamıştı. Bu kaya, AKP`nin hiçbir zaman söz geçiremeyeceği Türkiye`nin diğer yüzde ellilik kısmının başladığı sınırı ifade ediyordu. Şimdi o kayaya toslamadan sonra kaçınılmaz biçimde gündeme gelen geri çekilmeyi yaşıyoruz. Bu geri çekilmeyi tekrar kayaya toslamaya neden olacak bir ileri dalgaya dönüştürmek hemen olacak bir şey değil. Hattâ tam tersi, bu geri çekilmenin, AKP`nin her çırpınmasında daha da hızlanacağı muhakkak.
Dolayısıyla AKP`nin uçurum politikasının hiç de soğuk savaş yıllarında olduğu gibi gerçek bir tehdit algılaması yaratması ve AKP`nin rakiplerinin yüreğine korku salması mümkün değil. Bu gerçek tabii ki AKP kurmayları tarafından biliniyor. Özellikle anket sonuçlarının AKP lehine bir milim bile kıpırdamadığı bir ortamda.
Pekiyi o zaman neden AKP, özellikle Erdoğan`dan ve onun danışmanlarından kaynaklanan bu politikada ısrar ediyor?
Çünkü AKP iktidardan çekildiği andan itibaren saflarındaki çözülmeyi engellemek ve kendisinden hesap sorulmasının önüne geçmek için gerektiğinde şiddet kullanmaktan kaçınmayacak militarize bir güç haline gelmeyi planlıyor (Eli sopalı adamlar vs.). Gezi olaylarından beri süre gelen politik geri çekilme hareketinin %25-30 sınırlarında duracağını, sonra yeni bir ileri hamlenin mümkün olacağının hesabını yapıyor.
AKP kendisini dokunulmaz kılacak bütün tedbirleri aldıktan sonra iktidarı bırakabilir ancak. Bu da tabii ki Türkiye için sancılı bir süreç. 

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Demirtaş, HDP, PKK

Tablonun birçok yönden karışık olduğu, çelişik öğelerin birbirinin içine girdiği bir dönem yaşıyoruz. Düğmeye basılmışcasına terör ortamına sürüklenen Türkiye, aslında dipten gelen dalgaların, yüzeyde olup bitenleri anlaşılmaz kıldığı bir dönemden geçiyor.

Bu aşamada en ilginç olan PKK’ın HDP’yi siyaseten bitirmek için açıkça harekete geçmiş olmasıdır. Öcalan’ın HDP’ye kızgın olduğu söylentisi özellikle PKK tarafından fısıltı gazetesi yardımıyla yayıldıkça yayılıyor ve buna iktidar yanlısı gazeteler de yardımcı oluyor. Bu söylentilere Başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan da geçenlerde destek verdi ve HDP’lileri kastederek ‘Öcalan olsaydı bunları sopayla kovalardı’ dedi. Öcalan’ın HDP’ye uluslararası proje dediği iktidarın gazetelerinden Milliyet’te manşetten verildi. Demirtaş’ın Brüksel’de KCK ile yaptığı temasların başarısızlığı özellikle vurgulandı.

Demirtaş`ın PKK ve hatta Öcalan tarafından sevilmediği artık bir sır değil. Demirtaş`ın PKK`nın hemen üstlendiği iki polisin öldürülmesi olayını umutsuz biçimde “Gladio”ya yüklemesi ve “karanlık bir olay” diyerek sanki bu olayların arkasında PKK´nın olmayabileceğini ima etmesi de durumu kurtarmadı. PKK daha sonraki tarihlerde de Demirtaş`ı zor durumda bırakacak söylem ve eylemlerine devam etti. Dolayısıyla öldürmelerin Gladio`nun eseri olduğuna dair Demirtaş`ın tezi havada kaldı.

Ne diyordu Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Şişli Kent Kültür Merkezi'nde?

Temsil ettiğim ilkeler, barış sürecinin şifrelerini fısıldamaktadır. Bugün anlatmaya çalıştığım herşey, barış sürecinin içeriğine dairdir. Bu ilkelerin Çankaya"ya taşınması, barış sürecinin stratejik olarak kalıcı hale gelmesinin bir adımıdır. Diğer cumhurbaşkanliği adaylari bu ilkeleri temsil etmemektedir. 

Yani üstü kapalı olarak anlatmak istediği şu: “Ben cumhurbaşkanı seçilirsem, PKK benim sözümü dinleyecek, devlet güçleriyle PKK`nın arasını ben bulacağım. PKK`ya gerekirse dur diyebileceğim”. Tabii bunları açıkça söylemiyor. Satır aralarında söylüyor. Zaten “fısıldamak” sözcüğü ile satır arasında mesaj verdiğini kendisi belirtiyor.

Tabii, böyle bir şeyin Türkiye gibi bir ülkede şu an için tasavvur bile edilemeyeceği ortaya çıktı.

Neden?

Neden Bask Bölgesi veya Kuzey Irlanda`da olduğu gibi bir barış süreci Türkiye açısından şu an hayaldir? Neden hep barış süreci yürütülüyormuş gibi yapılıp aslında laf üretmekten başka bir şey yapılamamaktadır?

Çünkü Ingiltere ve Ispanya gibi ülkelerdeki siyasi oluşumlar (Ingiltere`de Sinn Fein, Ispanya`da Batasuna), temsil ettikleri kitlelerin görüşlerini dirsek teması içinde oldukları terör örgütlerine kabul ettirebiliyorlardı. Böyle bir inisiyatifi Selahattin Demirtaş örneğinde PKK karşısında görüyor muyuz? Hayır. Özellikle Türkiye’nin güneydoğusunda PKK ağır basıyor. Yani aslında HDP ona oy veren Kürtler nezdinde PKK`nın güdümünde olan ve olması gereken bir parti.

Bir de işin Orta Doğu`ya özgü psikolojik bir yanı var. PKK ve onun uzantıları, kardeşleri vs. Irak ve Suriye`de elde silah ISID`e karşı savaşıyorlar. Demirtaş dahil bütün HDP`liler de o savaşçıları yüceltiyor. Figen Yüksekdağ açıkça “Sırtımızı YPG`ye dayıyoruz” demedi mi? Şimdi böyle diyen biri aynı oluşuma Türkiye için “Bir dakika, burada barış süreci yürürlüktedir. Burada elinize silah alamazsınız“ mı diyecek?” Hadi dedi diyelim, dikkate alınır mı? Etkisi olur mu?

Sonra bakın, kullandığı kelimeler dikkat çekici. “Sırtımı YPG`ye dayıyorum”, diyor. Ama “PKK`ya dayıyorum” diyemiyor. Böyle derse Türkiye`nin batı bölgelerindeki demokratları kaybedeceğini biliyor. Demek ki YPG ile PKK arasında geri planda bir ayrım yaptığını satır aralarında belirtmek istiyor. Pekiyi böyle bir ayrımı gerçekten yapıyor mu? Yoksa Türkiye`nin doğusunda farklı, batısında farklı mı konuşuyor?

Aynı tutarsızlık sadece HDP`de değil, ama aynı zamanda ABD`de de var. Başkan Barack Obama`nın özel temsilcisinin yardımcısı olan Brett H. McGurk Hürriyet`ten Verda Özer`e verdiği ropörtajda “PKK bir terör örgütü. Ama PYD bizim gözümüzde farklı bir statüye sahip. Çünkü PYD, IŞID`e karşı savaşıyor” diyebiliyor. Halbuki PYD, PKK`nın kardeşi değil mi? Iki örgütün biçimlenişi, savaşma teknikleri aynı değil mi? Her ikisi de KCK bünyesinde birleşmiş değil mi?

“Çünkü IŞID`e karşı savaşıyor” Peki IŞID diye bir dert olmasaydı, PYD terör örgütü mü olacaktı?

PYD konusunda Batı’nın tavrının bir türlü net olamaması, onu PKK karşısında ikircikli bir konuma itiyor. Oysa ETA ve IRA konusunda Batı çok netti. PKK’nın marjinalleştirilmesini şeyden önce belki Batı`nın kendisi istemiyor. Çünkü marjinalleşme güçsüzleşme demek aslında. Oysa Batı PKK`nın Türkiye karsısında ezilmesi fikrine henüz hazır değil. PKK her ne kadar Türkiye`nin büyük bir kısmında marjinalleşmiş durumda olsa da, güneydoğuda durum belki de Batı’nın bu esnek tavrı sayesinde farklılığını koruyor. Bunun sonucu olarak HDP`nin PKK`ya söz geçirmesi ve onu barışa zorlaması mümkün olmaktan cıkıyor. Ayrıca böyle bir istek ve anlayış HDP kadrolarında mevcut da değil. Onlar hâlâ PKK kadrolarini birer "gerilla" veya kahraman olarak görmek eğilimindeler.

HDP’nin demokratik söylemi

Terör karşısındaki bu kararsiz tutumuna rağmen HDP Türkiye seçmeninden %13 oy almayı başarabildi. Bunun nedeni onun demokratik söylemidir.

Seçim kampanyası sırasında Demirtaş ve HDP, PKK karşısındaki vekâlet ve aracılık konumundan ve dolayısıyla çekişkili söylemden hızla uzaklaşmak için demokratik söyleme yöneldiler ve böylece secim kampanyalarini daha sağlam bir propaganda zeminine oturttular. Demokratik söylemde çifte standart yok. Satır araları yok. Çelişki ve tutarsızlıklar yok çünkü. 

AKP sultasının altında yıllardır bunalmış, CHP`nin faşizm kokan ulusalcığından bıkmış kitleler de Demirtaş`ın söyleminde bazı ferahlık esintileri yakaladılar. Öyle ki Demirtaş`ın yakaladığı bu rüzgâr, önü kesilmediği takdirde onu iktidara taşıyabilecek bir rüzgâr haline geldi. Gelismeler Amerika`nin, Avrupa`nin, AKP`nin, hatta Öcalan ve PKK`nin öngördüklerinden biraz farklı yöne girdi. Onlar cözüm sürecinde kukla gibi oynatabilecekleri bir figüran istiyorlardi. Oysa ortaya hic beklemedikleri bir iktidar alternatifi, neredeyse daha da büyümek eğiliminde olan bir dev çıktı. 

Demokratik söylemin sayesinde HDP`nin PKK`ya karşı kararsız tutumu aynı tabanı paylaştıkları gerekçesiyle Türkiye`nin batısı tarafindan mazur görülebildi ve fazla önemsenmedi. HDP`nin Türkiye’nin batısındaki seçmeni onun PKK karşısındaki görece zayıf konumunun aslında farkındaydı. Dolayısıyla bu seçmenin gözünde HDP, PKK`yı barışa zorlayabilecek bir parti olarak görülmedi zaten. HDP’ye oy veren seçmen en fazla PKK’nın HDP kanalıyla siyaset yapabileceğini ve bunun da silahın etkisini azaltacagını ummuş olabilir. Ama ikisi arasındaki bir mücadele olabileceği perspektifi seçim öncesinde ne HDP sundu seçmenine, ne de seçmen ondan böyle birşey talep etti. 

HDP`nin lideri Demirtaş genç ve tecrübesiz bir siyasetçi. PKK ve TCK`yı ise 60 yaşa merdiven dayamış, 30-40 senedir Türkiye`ye karşı savaşmakta tecrübe sahibi olmuş savaş ağaları yönetiyor. Bunları Taliban gibi her çeşit kaçakçılıktan nemalandıkları besbelli. Ayrıca Amerika ve Batı arada bir onlara göz kırptığı için fazlasıyla şımarmış durumdalar. HDP`nin böyle bir yapıyı yönlendirebileceğine kimse zaten inanmıyor. HDP`nin PKK karşısında tek şansı Öcalan olabilirdi. Kamuoyu nezdinde Öcalan`ın PKK`yı değil, HDP`yi tuttuğuna dair bir algı vardı, böyle bir algı hâlâ da var ve bu algı, HDP`nin barışa giden yolda aracılık yapmasının belki de tek güvencesi olarak görüldü. Hâlâ da HDP`ye bu yönde şans tanıyanlar var.

Hükümet ve ona bağlı gazetelerin Öcalan`ın HDP`den memnun olmadığı yönünde arada bir uçurduğu haberlerin ve Yalçın Akdoğan`ın Öcalan`in HDP`yi sopayla kovalayacağına dair beyanatının kaynağı işte tam da burası. Yani HDP`nin kamuoyu nezdindeki Öcalan`ın rızası ve onayı ile iş yaptığına dair imajının yok edilmesi.

Fakat, yukarıda da belirttiğim gibi, HDP`ye oy veren özellikle Türkiye`nin batısındaki kitlelerin, HDP PKK`ya söz geçirmis veya geçirmemiş, Öcalan HDP`yi sevmiş veya sevmemiş umurlarında değil zaten. Bu insanlar HDP`yi onun demokratik söyleminden dolayı destekliyorlar. Bu nedenle son günlerde artan terör olayları HDP’nin çelişkili konumunu biraz fazla belirginleştirmiş olsa da bu nedenle oy kaybetmesi olası değil.

Sorun da bu zaten. HDP'nin bir daha baraj altına itilemeyeceği gerçeği Türkiye'nin krizini derinleştiriyor. 

Cünkü Demirtaş`ın beklentilerden fazla oy alması, demokrat kitleleri arkasından sürüklemesi ve iktidara yönelmesi, kitle destegi ile PKK`yı domine edebilecek ve onu yönlendirebilecek bir güce kavusması anlamına gelmesi demek ve bu da Batı açısından son derece sakıncalı.

Çünkü Batı arada bir kullanacağı bir satranç taşı olarak PKK`ya ihtiyaç duymakta. HDP ise gereğinden fazla büyüyerek PKK'yı kenara itmeye hazırlanmakta.

Çünkü PKK olmazsa Türkler ve Kürtler istenenden daha hızlı birleşebilecekler, Türkiye`nin süper güç olması engellenemeyecek ve onun Orta Doğu'daki birçok şeyi domine etmesi kaçınılmaz olacak. Üstelik Türkiye Kuzey Irak ve Kuzey Suriye Kürtlerini de içine alabilecek. Batı böyle bir şeyi şu an için kesinlikle istemiyor. Bu Israil-Türkiye dengesini sarsabilecek bir gelişme olarak görülüyor.

Ve daha da önemlisi Kürtler arasında demokratik yönelimler ve parlamentarizm gelişecek. Bu bütün Orta Doğu`nun çok kısa bir zaman içinde Israil`i yalnız bırakacak şekilde demokratikleştirilmesi demek. Israil yaşamak için diktatörlere, komşularındaki iç savaşlara ihtiyaç duyuyor. Işte HDP projesinde fazlalık yapan bu demokratik söylemin ve siyasi prestijinin şimdi kırpılması gerekiyor.

Kırpılabilir mi? Yani HDP iktidar yolundan geri çevrilebilir mi?

Demirtaş CHP`den umudunu bulamayan demokrat Türklerden önemli ölçüde oy alması düşündürücü. Hatta aldığı oyların üçte birinin bu Türklerden geldiğine ilişkin tahminler var. Eğer bu süreç devam etseydi, Demirtaş, ona oy vermeyi düşünen siyah beyaz bütün demokrat Türklerden önemli ölçüde oy alacaktı ve gelecek seçimlerde oy oranını yüzde yirmilerin çok üzerine taşıyabilecekti. Demokrat Türklerin oranı, anket şirketlerinin belirttiği gibi, hiç de yüzde üçler seviyesinde değildir. HDP`nin göz diktiği hedef kitle aslında bütün Kürtler ve CHP`nin ulusalcılar dışındaki bütün tabanıdır. 

Dolayısıyla HDP`nin kendisine biçilen rolün ötesine taştığını söyleyebiliriz. Eğer buna müsaade edilirse, Türkiye hiç kimsenin ummadığı bir şekilde çözüm sürecini tamamlamış ve süper güç olarak Orta Doğu`da yerini almış olacak. Iran ile pazarlığın sonuçlandığı ve Suudi Arabistan`ın ikna edilmeye çalışıldığı bir dönemde, dengeleri sarsacak bir Türkiye oyun planında yoktur.

PKK`nın ve muhtemelen Öcalan’’ın HDP`ye karsı tavır almasının arkasında yatan neden bu olabilir. Ama HDP’nin başarısının yol açtığı sistem krizi Türkiye’de daha uzun yıllar süreceğe benzemekte. Bu krizi Türkiye’nin Ortadoğu karışıklıklarına verdiği bir cevap olarak görebiliriz. Bu nedenle doğurgan bir kriz bu. Ve sonuç kesinlikle Türkiye açısından pozitif olacak.

21 Haziran 2015 Pazar

Gelecekteki Ortadogu Nasıl Şekillenecek 2 - HDP projesinin ana hatlari

Bir önceki yazımda Ortadoğu`daki asıl çelişkinin Kürt-Arap çelişkisi olduğunu ve Arap-İsrail, Şii-Sünni çekişmelerinin ise ikincil çelişkiler olduğunu belirtmiştim.

Pekiyi Kürtlerle olan çelişki neden bu kadar derin? Kürtler neden Ortadoğu`nun kırılmaya hazır fay hattını oluşturdular? Bu soruya verilecek en iyi cevap, Kürtlerin diğer Orta Doğu halklarına göre daha ileri bilinç seviyesinde olduğudur. Daha doğrusu Kürt ulusu, Türkiye`nin direkt etkisi altındadır. Yarım yüzyıldır Türkiye ve Ortadoğu arasında uçurum derinleştikçe Kürtlerin Orta Doğu`dan ayrışması da hızlanmıştır. Bu gelişme otomatik olarak Kürtlerin Türkiye`ye yakınlaşmasını beraberinde getirmiştir.

Kürtlerle Orta Doğu halkları arasındaki ayrışma sadece ekonomik anlamda değil, kültürel, toplumsal ve sanatsal bir ayrışmadır. Arap Baharı işte bu ayrışmayı daha da derinleştirmiş ve Kürtlerin azınlık olarak bulunduğu Irak ve Suriye gibi ülkelerin parçalanmasını gündeme getirmiştir.

Eğer Suriye ve Irak`taki toplumsal gelişmişlik düzeyi Türkiye`den bu kadar farklı olmasaydı, Kürtlerin Türkiye`ye yakınlaşması da bu kadar belirgin olmayacaktı.

Şimdi olayı böyle ele alırsak Irak ve Suriye`deki bütün diğer çatışmaları Kürt bağlamında ele almamız gerektığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Türkiye`nin Suriye`deki diğer muhalif gruplarla Kürtler arasında denge kurma politikası bu nedenle temelden yanlıştır. Çünkü Suriye`deki hiçbir grup Kürtler kadar zafere ulaşma şansına sahip değildir.

Orta Doğu`yu yeniden dizayn etme ve Sykes-Picot anlaşmasını rafa kaldırma niyetini hiç gizlemeyen Batı`nın Kürt ayrışmasını bir anahtar olarak kullanması bir tesadüf değildir bu anlamda.

Pekiyi, Batı neden Sykes-Picot anlaşmasını artık istemiyor?

Çünkü bu anlaşma Israil kurulmadan çok önce, Batı’nın o zamanki çıkarlarına göre düzenlenmişti. Bu çıkarların esas olarak petrolü mümkün olduğu kadar ucuz ve kolay bir şekilde Batı’nın kullanımına sunmak ana amacı etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu ana amaca uygun olarak masa başında sınırları cetvelle çizilerek yapay, tarihsel hiçbir alt yapısı olmayan ülkeler yaratıldı. Başlarına Arap şeyhlerinden oluşan kukla yönetimler getirildi. Bu kukla yönetimlerin toplumsal tabanı olarak da petrol işleme sanayi ve bankacılık temelinde gelişen bir komprador sınıflar yaratıldı.

Ama bu anlaşma Arap unsuruna öncelik tanıyordu. Araplar ise İsrail kurulduktan sonra, özellikle Soğuk Savaş yıllarında, Batı karşı Sovyetler Birliğini desteklediler.Yani Lawrence modeli emperyalizm körfezdeki küçük Arap ülkeleri ve Suudi Arabistan dışında çalışmadı denilebilir. Dolayısıyla Sykes Picot anlaşması Sovyetlere Orta Doğu’da alan açarak Soğuk Savaş’ın daha uzun sürmesine neden oldu. Çok kötü örgütlenmiş Sovyetler Birliği ve Doğu bloku hak ettiğinden daha uzun yaşadı.

Sykes Picot anlasmasına göre Ortadoğu. 

Kırmızı bölgeler Ingiliz'lerin, mavi bölgeler ise Fransızların payına düşen kesimleri göstermektedir. Anlaşmanın Türkiye ile ilgiki kısmı bilindiği gibi Lozan anlaşması ile tarihe karıştı.

Skykes Picot anlaşmasının sonunu getiren ise El Kaide’nin ortaya çıkışı olmuştur. El Kaide’ye karşı bütün Arap ülkeleri (hattâ Suudi Arabistan bile) ikircikli bir tavır sergilediler. Dolayısıyla bölgede Arap unsurunun önemini azaltmak ve Kürt unsurunu öne çıkarmak düşüncesi hızla gelişti.

İşte Türkiye`nin hâlâ bunu anlamamak için ayak dirediği gerçek budur. Ortdadoğu`daki Türkiye politikasının yanlışılığı, istenmese bile Kürt zaferine seyirci kalmanın zorluğundan kaynaklanmaktadır.

Türkiye`deki bu direnci iyi analiz eden Batı, HDP projesini geliştirdi. Şimdi HDP nasıl bir proje ona bakalım.
  • Önce dinsel referansları nedeniyle çok oy olabilecek AKP projesi gelistirildi. Bu arada PKK terörü can almaya devam ediyordu. AKP ile HDP ayni projenin farklı, ama paralel iki ürünüdür. Dolayısıyla Abdullah Öcalan’ın ‘Hoca’yı (yani Fethullah Gülen’i - GS) Pensilvanya’ya beni buraya Imralı’ya aldılar’ demesı tamamen bır gerçeği yansıtmaktadır. Türkiye`deki iyi kötü işleyen bir parlamenter mekanizma vardı. Proje için gerekli olarak partiler bu mekanizma sayesinde adeta verimli bir toprağa atılan tohumlar gibi çabucak filizlendiler. Mevcut bütün partiler çeşitli komplolarla sistem dışına itildi. DSP MHP ANAP ve diğerleri.

  • PKK terörüne hız verildi ki, Türkiye halkı çözüm sürecinden medet umar hale gelsin, hatta daha da ileri giderek onu istesin. HDP`nin yükselişine PKK terörü iki açıdan hizmet etmiştir. 1- Halkın gözü terörle korkutularak insanlar ölümü görüp sıtmaya razı olma noktasına getirilmiştir. 2- Türkiye çözüm sürecine mecbur bırakılarak terörle sonuç alınabileceği halka öğretilmiştir. Çözüm süreci ilerletilmezse ve bu süreçten sapılırsa terörün yeniden başlayabileceği şantajı yapılmıştır. Şiddetle sonuç alabilen PKK`nın sempatizan sayısı bu nedenle çok hızlı biçimde artmıştır. Çünkü bütün Ortadoğu halkları gibi Kürtler de şiddete tapar. Yani terör sadece bir yıldırma politikası değildi, aynı zamanda bir kitle tabanını geliştirme politikasıydı. Aynı yöntem IŞID’in geliştirilmesinde de kullanılmıştır.

  • Basın yayın organlarıyla bu politika halka iyice benimsetildi. Halk terör şerbetini yudum yudum içmek zorunda kaldı. Bu arada Mehmet Ali Birand ikide bir yeni yetişen Kürt gençleri için “Arkadan öyle bir nesil geliyor ki, onlarla anlaşmak imkânsız. Barış yapılacaksa şimdiki yönetimle yapılmalıdır, tarzı yazılar yazıyordu. ‘Yoksa bır daha barış fırsatını bulamayacağız” diyordu. Bu tür yazıları terörle halka bir şeyleri zorla kabul ettirme politikasının bir parçası olarak kabul etmek gerekir.

  • Öte yandan Türkiye`de hatırı sayılır bir demokratik kamuoyu vardı ve bu insanlar Kürtlere hakları verilmelidir, diyordu. Artan PKK terörü bu insanların seslerini çıkarmalarına ve Kürtleri açıkça savunmalarına müsaade etmiyordu. Yani bir bakıma terör Türkiye`nin demokratikleşmesini baskı altına alıyordu. Orduyu ve militarizmi toplumun ilginin merkezine koyuyor ve terörle mücadeleden beslenen asalak bir kesimin tasfiyesini önlüyordu. Ve daha önemlisi terör uzadıkça halktaki intikam duyguları ağır basıyor ve Türkiye’yi Kürt gerçeğine razı etmek için Batı için çok değerli olan o yılgınlık azalmaya yüz tutuyordu.

  • Bu nedenle Batı Kaynaklı AKP HDP projesinde kısa bir duraklama anı yaşandı. Bu duraklama tam da 2009-2010 yıllarına tekabül eder. PKK terörü neticesinde halk orduya yakınlaşmasın diye başlatılan orduyu itibarsızlastırma kampanyaları (Ergenekon, Balyoz davaları) yönetimi daha da sevimsizleştirdi. Taraf gazetesi ve yazarların (başta Emre Uslu ve Ahmet Altan olmak üzere) tetikçi olarak kullanılması komplo izlenimini güçlendirdi.

  • Arap Baharı Türkiye’yi tam da böyle bir ortamdayken yakaladı denebilir. Arap baharı Türkiye`de terörden ve baskı rejiminden bıkan insanların demokratik hareketliliğini hızlandırmıştır. Türkiye hızla Gezi protestolarına sürüklendi. Türkiye`de halk hareketlerinin tarihi daha eskidir ve kapsamı da daha geniştir. Arap Baharı ile dengelerin sarsılması, Türkiye`de tam anlamıyla bir tsunami yaratmıştır. Bu tsunamiden hükümet kendini zor kurtarmıştır denebilir.

HDP işte böyle bir ortamda ön plana çıktı ve Kürt hareketiyle Türkiye`nin büyük şehirlerindeki demokratik kamuoyu arasında bir köprü oluşturdu. 

Yani Arap Baharı ve buna bağlı olarak Gezi olayları olmasaydı, ne HDP sahneye çıkabilir, ne de Irak ve Suriye`deki Kürtler Türkiye`ye yanaşabilirdi. Unutmayalım ki, IŞID ve El Nusra gibi örgütlerin kriminalize edilmesi ve onların vahşet suçlarının video kayıtları yoluyla gözler önüne serilmesi, Kürtlerin Suriye ve Irak`tan tamamen koparak Türkiye`ye yaklasmalarını hızlandırmıstır ve Türkiye kamuoyunun Kürtlere sempati ile bakmasını ve dolayısıyla HDP’ye oy vermesini kolaylaştırılmıştır, denebilir.

Pekiyi amaç ne? Neden Irak ve Suriye`deki Kürtler Türkiye`ye yakınlaştırılıyor? Neden bu yakınlaşmaya paralel olarak Türkiye`de HDP iktidara yürüyen bir parti olarak yükseltiliyor? Pekiyi AKP neden aniden frene bastı ve çözüm sürecinin bir parçası olmaktan çıktı ve tasfiye sürecine girdi?

Bunları gelecek yazımda detaylandıracağım.