15 Kasım 2014 Cumartesi

Türkiye`nin Orta Dogu politikasinda yeni acilimlar

Türkiye Cumhuriyeti bir toplum sözlesmesi yapilmadan kuruldu. Reformlar tepeden inmeci bir sekilde, bir avuc bilim adami ve aydinin dayatmasi ile cok kisa süreler icinde gerceklestirildi. Bu reformlar toplum tarafindan tartisilarak hayata gecirilmedi. Sivil toplum kuruluslari ya hic yoktular ya da cok yetersizdiler. Buna ragmen reformlar kalici oldu. Böylesi bir toplumsal dönüsüm örnegi dünyada tektir.
Ayni tepeden inmeci mantik, Türkiye`nin Kürt sorununa da uygulandi. Kürtlerin etnik kimligi yillarca görmezden gelindi, hice sayildi.
Kürt olgusuna yer verilmemesi; demokrasiye, insan haklarina ve basin özgürlügüne yer verilmemesinin, böyle bir katilimci vizyonun olmamasinin dogal sonucudur. 
Kürt olgusunu bu temelden reddedis, bu olgu inkâr kabul edilmez bicimde ortaya ciktigi zaman da ondan mümkün oldugu kadar uzaklasma seklinde tezahür etti. Nitekim bugün Türkiye`nin bati bölgelerinde yasayan insanlarin Kürt olgusu ve kültürü ile en ufak bir alisverisi bulunmamaktadir. Böyle bir istekleri de yoktur. Cünkü toplum gercekte "sözlesmesiz" yasamaktadir.
Oysa cumhuriyet bir toplum sözlesmesi mantigi ile kurulsaydi, Bati bölgeleri Kürt olgusunu tartisacak, onu benimsesin veya benimsemesin onunla birlikte yasamaya su veya bu sekilde razi olacakti.
Buna elestiriye cevap olarak darbeciler tepeden inmeciler, "Efendim, Türkiye`nin o zamanlar buna vakti yoktu, düsmanla savasiyorduk" diyebilirler. Bütün dikta heveslileri zorunluluklardan bahsederler. Siyasetci ise, toplumun yüzlesmek zorunda oldugu meseleleri onun önüne koyan ve toplumu bu konular üzerinde tartistiran kisi demektir. Siyaset kurumun ana islevi zaten budur. Ama Kurtulus Savasi sirasinda siyaset mekanizmasi bu islevini yerine getirememistir. 

Bu dürec yasanmadi. Kürt olgusu ölümlerle, felâketlerle kapiya dayandi. Simdi, Kürtlerle ortak bir kaderi paylasmak istememe konusunda Türkiye`nin Bati bölgelerinde genel bir egilimin varligindan rahatlikla bahsedebiliriz. Örnegin Ege bölgesinden Türk isverenler, Kürt iscileri ise almamaktadirlar. En azindan CHP`ye veya ona benzer partilere veya particiklere oy verenlerin büyük cogunlugunun böylesi bir ruh halinde oldugu kusku götürmez.

Bu kesim haliyle kendi ihtiyaclari dogrultusunda bir Orta Dogu ve Suriye politikasi istiyor. Yani Türkiye, Orta Dogu`da olanlara ilgisiz kalsin, sinirlarinda kapali kapicilik uygulasin, mültecilere yardim edilsin, ama onlar toplum icine fazla dagilmasinlar, mülteci kamplarinda kalsinlar, en kisa zamanda ülkelerine geri dönsünler, basimizi agritmasinlar vs.

Bunun yaninda bir %25`lik kesim daha var ki, o da bizzat Kürtlerden olusuyor. Kürtlerin icinde ayrilma taraftari yok degil, ama bunlari sayilari eni konu sinirli. Büyük cogunluk, Türkiye`de kalmaktan yana. Bir kismi zaten AKP`ye oy veriyor. Onlarin HDP gibi siyasi temsilcileri da Türkiye`de icinde kalip Türklerle ortak bir kaderi paylasmaktan bahsediyorlar. Öte yandan bunlar kesinlikle Ortadogu`daki Kürtlerin sorunlarina ilgisiz degiller. Suriye, Irak ve Iran Kürtleriyle aralarinda kardeslik bagi var ve kendilerini tek bir Kürt ulusunun degisik parcalari olarak görüyorlar. 

Bir de Bati`daki laik ve Batici %25`lik kesim ile %25`lik Kürtler arasinda arabulucu rolü oynayan, ezici cogunlugu AKP`ye oy veren muhafazakâr Türkler var. Bunlarin orani %50 civarinda. Bu kesimin siyasi temsilicisi de bilindigi gibi AKP, Bu parti Orta Dogu ile ilgileniyor. Iki nedenden ötürü:

1-   Muhafazakâr kesimin icinde cok etkin konumda olan bir Anadolu tüccarlari grubu var. Bu grup icin Orta Dogu, ticaret ve para demek. Anadolu tüccarlari Orta Dogu`yla ticaret ve sermaye iliskisi kurmak istiyor. Uluslararasi kredi kanallarina pek ulasamadiklarindan, Orta Dogu onlar icin önemli bir cikis kapisi. Iyi bildikleri cografyada kalip bu bölgeden yararlanmak istiyorlar.

2-    AKP ayrica bu bölgedeki özellikle Sünni kimlikle iliskiye gecerek Kürtlerle olasi bir catisma durumunda yararlanmak üzere onlarla koalisyon kurmak istiyor. Yani Kürtleri, Sünni muhafakâr Türklerle, Sünni muhafakâr araplar arasina alip kipirdayamaz hale getirmek icin.

Bu yukardaki ikinci nedenden ötürü, Suriye ic savasi ile ucu bucagi bilinmez süpheli iliskilere girildi. Ama bu politika ISID ile duvara tosladi ve bir bumerang gibi geri teperek istenenin tam tersi sonuc verdi: Yani Kürtler kiskaca alinacagi yerde daha da özgürlestiler, manevra alani kazandilar. Politika entellektüel derinlikten yoksun kadrolarca, son derece sig ve basit bir sekilde uygulandi. Dahasi, bu politika yüzünden Suriye ve Irak`i bicimlendiren Sykes-Picot anlasmasi cöktü. Türkiye`nin sinirlarinin, ayrilmayi bir an bir olsun akillarindan gecirmeyen Kürtlerce güneye dogu genisletilmesi tehlikesi belirdi.

Dikkat ceken bir husus, Türkiye`nin güneye dogru genislemeden siddetle kacinmis olmasidir, Nitekim Amerika`nin Irak`a ikinci kez müdahale etmesinden önce Türkiye`nin Kuzey Irak`a asker göndermesinin önünü acacak tezkerenin Meclis`te reddedilmesinin ardinda da bu isteksizlik ve hattâ korku vardir. Bu isteksizlik ve korkuya “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” politikasi diyorlar. Ama aslinda daha derinde yatan baska nedenler var.

Türkiye Orta Dogu`ya, farkli toplumsal dinamiklerin, ana politika bilesenlerini belirledigi bir ortam olmasindan dolayi girmek istemiyor. Türkiye ile Orta Dogu arasinda toplumsal gelismislik düzeyleri cok farkli. Türkiye kisi basina gelirde USD20.000 civarinda seyrederken, Orta Dogu petrol gelirlerine ragmen hâlâ USD5000-6000 seviyesinde bulunuyor. Toplumsal örgütlenme, üretim teknolojisi, siyasi deneyim zaten karsilastirilamaz. Üstelik bu ülkeler tam anlamiyla laik de degil.

Atatürk “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” derken, Suriye ve Irak`ta cirit atan Ingiliz ve Fransiz emperyalistlerin bu ülkelerdeki dini ve mezhepsel yapilanmalari korudugu, onlari para ile kandirip istedigi sekilde ülkeyi yönettikleri olgusundan hareket ediyordu. Yani bu ülkelerle girilen her yakin iliski Atatürk`ün kurmak istedigi laik yapiyi tehdit edecek nitelikteydi. Öyle ki, Sykes Picot anlasmasi ve Ortadogu`dan kurtulmus olmak Türkiye`deki reformlari hizlandirici bir etki yapmistir. Atatürk Lozan`da Musul`dan vaz gecerken, bu temel bilesenlerden hareket etmistir. Hattâ daha da ileri gidip, Atatürk`ün güneydogu pespektifinin hic olmadigini bile söyleyebiliriz. Nitekim Maras, Antep ve Urfa direnislerinin, Kurtulus Savasi`nin icinde ayri bir birim olarak kaldiklari ve Kurtulus Savasi`nin genel dinamiklerinden bagimsiz gelistikleri ve daha erken sonuclandiklari bir gercektir,

Simdi böyle bir ortamda, toplumun %25`i zaten hic istemiyorken, Suriye ic savasina dolayli da olsa müdahil olmak, Türkiye`nin ayrilmaz bir parcasi olan Kürtleri, Orta Dogu`daki kardesleriyle birbirlerine kaynastiracagi ve Türkiye`yi güneye dogru genislemek zorunda birakacagi icin tehlikeliydi.

Ama bu tehlikenin farkina son anda varildi. Sorun burada. Bu politikanin riskeri önceden hesaplanip ona göre hareket edilseydi, bu hazirliksiz yakalanma ve kendini cikmazda hissetme durumu yasanmayacakti.

Kisacasi, iyi kurgulanmamis bir oyunun kacinilmaz sonu olan "sah-mat" durumundan bahsediyoruz.

Orta Dogu`ya ilgisiz kalmamak dogru. Ama bunun seklini semalini tayin etmek, toplumsal sözlesmeyi gerektiriyor. Yani yogun tartisma, özgürlük ve sabir ve tabii ki, bilgi birikimi. Öyle her seyi istihbarata birakmak, geri planda kimsenin "ispatlayamayagi" isler cevirip, isler sarpa sarinca "Ben yapmadim, o yapti" demek olmaz. 

Büyüyen ve para kazanmak zorunda olan Türkiye, Orta Dogu`ya bigâne kalmak lüksüne sahip degil. Böyle bir lükse ancak kücük ülkeler sahip olabilir. Türkiye kücük bir ülke degil. Bu dogru. Ama süper güc de degil. Bu ayrim dikkatlice yapilmali. 

Orta Dogu`ya ilgi duymanin Kürt olgusundan dolayi, Türkiye`yi Orta Dogu ile toplumun kabul edeceginden daha hizli kenetlemesi riski var. Bu kenetlenmenin hizini toplumun istedigi ve kabul edecegi marjlar icinde tutacak karsi mekanizmalar olusturmadan ilgiyi abartmak tehlikeli. Toplum hicbir seye istegine aykiri bicimde sürüklenmemeli, her sey ölcülüp bicilip, adimlar ona göre atilmali. 

Türkiye`nin, istese de istemese de, güneye, onun Suriye ve Irak`a dogru genisleyecegini bilmek ne kadar önemliyse; bunun hizini ve seklini toplumun istedigi sekilde ayarlamak da o kadar önemli. Bu konuda görev siyaset kurumuna düsüyor. 

Sonuc olarak sunu söyleyebiliriz: Türkiye ile Kuzey Irak ve Kuzey Suriye yönetimleri arasinda federatif, Avrupa Birligi benzeri birliktelikler gündeme gelmesi kacinilmaz gibi. Gidisat onu gösteriyor. 

Türkiye buna zihinsel acidan hazir mi? Tabii ki degil. 

Zaten yukarda, Cumhuriyet hicbir zaman toplum sözlesmesi mantigina göre kurulmadi, derken bunu demek istemistim. Cumhuriyet kurulurken, siyaset kurumu islevini yeteri kadar yerine getirmedi. Toplum, politika sahnesinde bazi fikirleri zihninde yeteri kadar pisirip olgunlastirmadi. Büyük cogunluk, Kürt sorununu düsünmeyince Kürt sorunu kendiliginden yok olacak sandi. 

Belki bu toplumsal sözlesmeyi simdi yapmak mümkün… Suriye ve Irak ic savaslari, Türkiye`yi de kendi icinde reform yapmak, daha dogrusu hic yapilmayan toplumsal sözlesmeyi yapmak zorunda birakiyor. 

18 Ekim 2014 Cumartesi

Kobani: Kürdün "atesle imtihani"



Kobani direnisinin, yogunlugu simdiden cok iyi kestirilemeyen uzun süreli etkileri olacak gibi görünüyor. Bu direnis, tarihsel kaliciligi acisindan Sakarya Meydan Muharebesi ile karsilastirilabilecek özelliklere sahip. 

Sakarya Meydan Muharebesinin onu Kurtulus Savasinin diger meydan savaslarindan ayiran en önemli özelligi, bir direnis muharebesi seklinde gelismis olmasidir. Gece gündüz uyumayan bir karargâhin olaylari organize edis bicimi, sarsilmayan bir iletisim mekanizmasi, zamanlama ve esgüdümde mükemellik bu savasin ayird edici özelligi idi. Bu özellikler sayesinde, Yunanlilarin sayica ve techizatca üstünlügü Sakarya`da alt edilebilmistir. Sakarya, ayni zamanda inancin ve iradenin zaferidir. Canakkale savaslarinin atesinden gecmis bir ordu, asla umudunu kaybetmeme ve asla pesini birakmama seklinde özetlenebilecek bir karakter yapisini teskilatinin tamamina hakim kilabilmistir. Bu ancak ruhunda bagimsizlik özlemi olan uluslarin basarabilecegi bir seydir. Sakarya bu acindan, Halide Edip Adivar`in o ölümsüz benzetmesini kullanirsak, "Türkün atesle imtihani"dir.

Kobani de aynen böyle "Kürdün atesle imtihani" olarak nitelendirilmeyi hak ediyor. Kobani bircok bakimdan "cözüm süreci"ni hizlandiracak. Evet, saka degil... Hizlandiracak. Bunun bircok nedeni var.

Bu nedenlerden herhalde en fazla göz önünde olani, Kobani`nin Türklerde derin hayranliga yol acmis olmasidir. Türkler kahramanliga, yalnizken direnmeye, direnirken ölmeye cok önem verirler ve böylesi direnis sergileyenlere de saygi duyarlar. Hattâ bazi menkibelerde, bir kisinin sehitlik mertebesine erismesi icin cesedinin düsman elinde kalmis olmasi sartinin aranmasi, böylesi bir direnise verilen degeri göstermesi acisindan ilginctir. "Yigidi öldür, ama hakkini yeme" cümlesi kahramanlik karsisinda Türk`ün tepkisini dile getiren cok önemli bir atalar sözüdür. Türkler bu nedenle Kobani`de direnen Kürtlere derin saygi duydular. Ertugrul Özkök`ün sözünü ettigi Türkiye`nin Türk Tarafinin sessizligi, aslinda bu saygidan ileri geliyordu. Ama Özkök bu sessizligin bir "saygi sessizligi" oldugunu idrak edemedi, o da baska tabii. 

Bagrindan Sakarya Meydan Muharebesi gibi bir kahramanlik destani cikaran bir ulus, ayni kahramanligi gösteren baska bir ulusu da iyi anlar. Türklerin en nefret ettikleri sey, cözülme ve kacistir. O yüzden Balkan Savasi, Türkler arasinda bir tabu gibi fazla konusulmaz. Türkler Stalingrad`a da böylesi derin bir saygi duymuslardir. Ama duyduklari saygiyi itiraf edebildiler mi? Hayir. Simdi de edemiyorlar. Ama... susuyorlar. Bu da bir saygi gösterme bicimidir. 

O yüzden Kobani`deki insanlik disi kusatmaya bir tepki olarak sokaga cikan ve bir sürü kabul edilmesi olanaksiz taskinliklar yapan Kürt gencleri, Türkler tarafindan sessizce izlendi. MHP kendi ´genclerine olaylardan uzak durulmasi cagrisi yapti. Bu cok önemli bir cagriydi ve cok da olumluydu. Ama MHP bu cagriyi yapmasaydi bile gösteri yapan genclere karsi toplumda fazla tepki olusmayacakti. Toplumun icinden gösteri yapan genclere el kaldirmak gelmedi. Buradan ikinci nedene geciyoruz: Kobani bize ilk defa Türkiye`de yasayan 74 milyon insana kaygida ve tasada ortakligi ögretti. Kaygi kaynagi, ilk kez, her iki ulusun da disindan bir yerden geliyordu. Bu nedenle iki ulus, yani Kürtler ve Türkler, birbirlerini hic ummadiklari bir anda ayni safta buluverdiler. Sessizligin bir baska nedeni de bu. 

Yani Kürtleri Türkiye`ye yapistirmak icin ortaya cikarilan "dis tehdit", bir sekilde Türkler nezdinde de karsiligini buluyor. Yani bir bakima iki ulus, dis tehdit karsisinda elinde olmadan birbirine yakinlasiyor. Selahaddin Demirtas`in ayni sekilde Türklere de hitap edebilmesinin, cogu zaman ortak duygulari ve ortak kaygilari dile getirebilmesinin nedeni bu "tasada ve kaygida ortaklik" teoremidir. 

Simdi ücüncü nedene geliyorum: Aslinda bir neden cok daha derinlerde yatan bir neden oldugundan arada bir görünüp kayboluyor ve cok da iyi teshis edilemiyor: PKK-PYD örgütlerinin aslinda Türkiye`nin bir ürünü olmasindan bahsediyorum. Bu gercege gecmis yazilarimdan birinde deginmistim. Yani Kobani direnisinin sessiz bicimde desteklenmesinin cok gerisinde aslinda bir bakima bu direnisin Türkiye`den izler tasimasi bulunmaktadir.

Ortak özelliklerin basinda tabii ki PKK-PYD`nin laik olmasi geliyor. Kadinlara verilen ayricalikli konum, hatta Kobani`de iki esit yetkili komutandan birinin erkek, digerinin kadin olmasi. Bu kadin erkek esitligini gözeten, laik tutum diresin, özellikle Türkiye`nin Bati bölgelerince sessiz destek bulmasina neden oluyor. 

Diger bir neden, Kobani`de direnenlerin önemli bir kisminin Türkiye`de dogmus olmasidir. Güneydogu`daki bircok ailenin evlatlarinin, bu direniste ates altinda bulunmasidir. Böylece ilk defa Türkiye`nin Bati bölgeleri ile Dogu bölgeleri, Hakkari ile Edirne, Izmir ve Canakkale ayni dalga boyunda, ayni titresim katsayisinda birlesiyor. 

Ya Türkiye`nin "orta" bölgeleri, bu arada ne yapiyor? O bölgeler hâlâ dinî önyargilari nedeniyle ISID`e ve ona bagli olarak Sünnî tepkisine kendilerini daha yakin hissediyorlar. Haberlerin altindaki okuyucu yorumlarinda arada bir görünen sinsi ve korkak cümleler aslinda bunun bir isareti: "ISID, nasil olsa bir gün yok olup gideceksin. Ama yok olmadan önce su PKK`nin isini bitir" gibi.  

Ama Türkiye`nin Bati bölgelerinin, bütün toplumu pesinden sürükleyen özelligi nedeniyle bu dinî etkinin gelecekte fazla bir yeri olmayacaktir. AKP`nin havuz medyasinin destegi ile Kürtlere karsi baslattigi kampanya da bu baglamda yerini buluyor. Saskin AKP, Kürt genclerinin gösterileri sirasinda ortaya cikan provakatif taskinliklari bütün Kürt siyasi hareketini karalamak icin kullanirken aslinda cözüm sürecinde bindigi dali kesmeye calistigini farkediyor tabii ki. Ama oy hesaplarina dayali, derinlikten yoksun gündelik politika biraz da böyle bir sey. Bütün amac, Kobani direnisinin Bati bölgelerinde buldugu sessiz destegin oya tahvil edilmesini engellemek. Cünkü HDP yüzde onu asarsa, AKP %30`lar seviyesine yuvarlanacak. Ikinci bir iktidar alternatifi dogacak. Mesele bu. 

11 Ekim 2014 Cumartesi

AKP`nin Ortadogu`yu ögrenme süreci




Türkiye, birakin Suriye`ye askerî müdahalede bulunmayi, topraklarindan veya hava sahasindan Suriye`ye Kürtler lehine müdahalede bulunabilecek bir baska gücün gecmesine bile "hayir" diyor. Yillardir Türkiye, ISID üyesi militanlarin örgüte katilmak icin kullandiklari bir gecis yoluydu. Ne oldu da simdi birden Türkiye silahli güclerin gecisine „hayir“ demeye basladi?
Bunun nedeni elbette AKP`nin Ortadogu`nun nasil bir bataklik oldugunu artik anlamis bulunmasidir. Sorumsuzca ISID`e göz yumarak, „Suriye bizim ic isimizdir“ diyerek, Suriye ic savasina müdahil olmanin bir faturasi olmasi gerekiyordu. Simdi pabucun pahali oldugunu görünce AKP batakliga adim atmamak icin direniyor. Ama nafile. Artik Suriye`deki catismalarin Türkiye`yi etkilememesi mümkün degil. 
Herkes cok iyi biliyor ki, AKP`nin destekleyici tavri olmasa ISID var olamazdi. AKP, ISID`i Hamas gibi kolaylikla kontrol edebilecegini sanarak cok önemli bir stratejik yanlisa imza atti. Üstelik bu yanlisinda uzun süre direndi.
Gelinen bu noktada bircok sey kapsam ve sekil degistiriyor. Cözüm süreci zora girmis durumda. Cünkü Kürt siyasi hareketi bir cirpida binlerce kisiyi sokaga dökebilecegini gösterdi.
Gelinen bu noktada Kürtler cözüm süreci olmadan da bircok seyi elde edebileceklerini anladilar. Dolayisiyla cözüm sürecine dönmek icin yeni kosullar öne süreceklerdir. Bu sürec bitmeyecektir. Ama sekil degistirecegi muhakkak.
Barbarlikta sinir tanimayan ISID`in Kürtlerin gücünü cok iyi tahmin edemedigi, Kobani`yi sadece Kobani`den ibaret sandigi, bu haliyle dünyanin en strateji yoksunu, entellektüel acidan en yetersiz örgütü oldugu ortaya cikti. 
ISID belki Kürtlerin cok genis bir hinterlandi oldugunu, bu hinterlandin aslinda bütün Türkiye oldugunu, kendileri gibi köksüz bir örgütün böylesi bir potansiyelin önünde duramayacagini hâlâ anlamamis olabilir. Ama olaylar ona bu gercegi cok aci bir sekilde kavratacak.
Gelinen bu noktada Suriye Kürtleri ile Türkiye Kürtlerinin ortak kader ve vatan algisi olustu. Artik bu iki ulus birbirlerinden ayrilmayacakladir. Kürtler Türkiye`den de ayrilmayacaklarina göre, Türkiye istemese bile Suriye`ye dogru genisleyecektir. Bu genislemenin Türkiye`nin basini agritacagi da bir gercek.
Gelinen bu noktada PKK; Türkiye, Suriye ve Irak Kürtleri üzerindeki etkisini artirdi. Barzani`nin etkisi ise azaldi. Türkiye, Kürtlerin tek temsilcisi olarak PKK ile muhatap olmak durumunda. Nitekim olaylarin yatismasi icin hükümetce Öcalan`dan sakinlestirici bir mektup istenmesi bunun en carpici örnegi.
Gelinen bu noktada Suriye ve Irak devletlerinin parcalanmasi kesinlesti. Bagdat ve Sam yönetimleri kendi kabuklarina cekilmis durumdalar. Ülkenin bütününe sahip olmak gibi bir iddialari yok. Bir daha da olmayacak ve bir daha Türkiye sinirina kadar asla uzanamayacaklar.
Gelinen bu noktada Esat rejiminin kaliciligi tescillendi. Sonunda Israil`in istedigi oldu. Esad`in Israil`in en uslu müttefiki olacagindan ve yerinde kalacagindan kimse kusku duymasin.
Gelinen bu noktada batik Suriye politikasinin mimari Davutoglu`nun 2015 secimlerini kazanmasi artik cok zor. Esad`in gitmesini isteyerek, Türkiye hâlâ birlesik bir Suriye`ye oynuyor. Ama Esad`in bile böyle bir perspektifi yok.
Gelinen bu noktada MHP ile CHP arasindaki mesafe de acildi. Bu, bir CHP-MHP koalisyonunun 2105 secimlerinden sonra gündeme gelmesinin zor olmasi demek. Kobani direnisi karsisinda iki parti birbirine taban tabana zit tutumlar sergilediler.
Hali hazirda durum Türkiye acisindan tam bir fiyasko ve bu noktaya gelinmesinde AKP`nin Ortadogu konusundaki bilgisizligi en büyük etken. 

Eger AKP gercekten Ortadogu`yu taniyor olsaydi; Misir`da Müslüman Kardesler iktidarinin devrilmesinin, tamamen Suriye merkezli bir siyasi manevranin parcasi oldugunu görürdü. Müslüman Kardesler`in siyasi sahneden cekilmesinin Özgür Suriye Ordusu`nu etkisizlestirecegini ve bu ordudan ISID`e genis katilimlar olacagini tahmin ederdi.
Oysa AKP, ÖSO`dan ISID`e genis katilimlar oldugunu gördügü halde ISID hakkinda umutlarini yakin zamana kadar inatla korumustur. Böylelikle tam anlamiyla faka basti denilebilir. Esad tabii ki ISID`i besleyecekti. Ama AKP Esad`in ISID`i neden besledigini bir türlü tam zamaninda anlayamadi.
Eger AKP gercekten Ortadogu`yu yakindan taniyor olsaydi, Israil`in cözüm sürecinden nefret ettigini ve bu süreci zorlamak icin Kürtlerin üzerine ISID`i saldirtacagini bilirdi. Cünkü cözüm süreci denilen catismasizlik ortami, Kürtlerin Suriye ve Irak`ta tehdit edilecekleri, ama direkt saldiriya ugramayacaklari varsayimi üzerine kurulmustu. Kürtler direkt saldiriya ugradiklarinda Türkiye`nin arkalarinda durmadigini, duramadigini gördüler. Cözüm süreci de böylece zora girdi. Cünkü her siyasi birliktelik bir karsilikli koruma-kollama taahhüdünü icerir. Bu taahhüt olaylar karsisinda sinanir. Cözüm sürecinin icinin bos oldugu, ISID saldirilari ile ortaya cikti. Israil bu boslugu cok iyi görüyordu. Ama AKP, Israil`in Ortadogu`yu daha iyi okudugundan habersizdi.
Her sey Misir`daki darbe ile basladi denilebilir. Darbenin basariya ulasmasi Israil ve Esad icin cok önemliydi. Eger Misir halki kendi gelecegine sahip ciksaydi, bu, Israil ve Esad`in oyun planinin cökmesi anlamina gelecekti. Büyük bir ihtimalle ÖSO dagilmayacak ve ISID de ortaya cikmayacakti. Cünkü ISID`in panzehiri Müslüman Kardesler idi. AKP, Mursi`nin bu kadar cabuk cökecegini tahmin edemedi. Müslüman Kardesler dagilinca ISID benzeri asiriliklarin ortaligi kaplayacagini göremedi.
AKP`nin oyun planinda yine de Sünnilerin ISID kadar asiri olmayan daha ilimli bir yönetime kavusturulmasi cabasi var. AKP simdi ISID sonrasina hazirlik yapiyor. Ama artik vakti cok azaldi. Sünniler üzerinden yapilacak ikinci bir siyasi manevrayi uluslararasi konjonktür kaldirmayabilir. Cünkü AKP`nin Ortadogu`daki siyasi rakipleri, basta Israil ve Iran, stratejik kazanimlari borclu olduklari ISID`i AKP`ye yedirmezler.
Sonuc AKP icin yolun sonuna gelindigini gösteriyor. Maalesef Müslüman Kardesler örgütü baglantili Suriye plani, düsünsel olarak ilk baslarda fena durmamasina ragmen cok kötü tasarlanmisti. AKP`nin entellektüel yetersizligi bu planin düzgün calismasini engelledi.

Bazen nerde durulacagini iyi bilmek gerekir. AKP icin durulacak nokta Misir`daki darbe idi. AKP, bu noktada durmadigi icin „sath-i mail“ e girdi. Simdi istedigi kadar yokus yukari kossun. Yercekimi onu istemedigi noktaya dogru cekiyor. 

20 Eylül 2014 Cumartesi

ISID ve Kuzey Suriye



Ortadogu`daki durumu icinden cikilmaz bir arapsaci haline getiren sey, siyasi kutuplasmalarla etnik kimliklerin icice girmis olmasi, dolayisiyla kimin elinin kimin cebinde oldugunun belli olmadigi seklinde bir görüntünün olusmasidir. Ama ana akimin, Türkiye ve Iran gibi büyük devletlerle, Kürt kimligi arasindaki mücadele oldugu, diger celiskilerin buna göre bicimlendigi söylenebilir. Bu bakimdan ISID gibi örgütler, itiraf edemeseler bile Türkiye ve Iran`in isine gelmektedir. Cünkü böylesi tehditler oldugu müddetce, Kürtler Türkiye ve Iran`la savasmayacaklardir.
Dolayisiyla Türkiye ve Iran`in cikari Irak ve Suriye gibi ülkelerde Kürtlere yönelik bir tehdidin hep var olmasi yönündedir. Yani ISID gibi tehditler aslinda bir merkezkac etkisi yaratarak Kürtleri Türkiye ve Iran`a yakinlastiriyor.
O nedenle Selahattin Demirtas istedigi kadar bagirip cagirsin, Türkiye bu tehdidin giderilmesi konusunda pek bir sey yapmayacaktir.
Yani Türkiye de Iran da, o bilinen cümleye „Bizim dostlarimiz yoktur, menfaatlerimiz vardir.“ cümlesine uygun davraniyorlar.
Ama bu sefer Türkiye ve Iran`in aslinda oyunu cok iyi kurgulamadiklari hissediliyor. Sablon, ISID`i bir Taliban olarak ortaya cikarip Kürtlerle savastirmak tezi üzerine bina edilmis durumda. Ama ISID aslinda, bütün dehset verici görüntüsüne ragmen bir Taliban degil. Toplama bir örgüt. Yurt disindan gelen katilimcilara cok fazla bel baglamis durumda. Bu, ISID`in en zayif tarafi.
Cünkü ISID gibi bir örgüt ancak toplama savascilarla kurulabilirdi. Araplara kalsa, kendi aralarindan böylesi vurucu gücü olan ve hizli hareket edebilen bir örgüt olusturamazlardi. Bunu en iyi, ISID`i var gücüyle finanse eden Suudi Arabistan biliyordu.  
Ancak toplama askerlerin, lejyonerler gibi ahlaken cürümüs ve tükenmis insanlardan olusmasi da kacinilmaz. Nitekim ISID simdi bu durumda. Bu örgütün dayandigi hicbir ideolojik ve düsünsel temel yok. Üyeleri siddet sarmalinda sarhosa dönmüs kisiler... Bunlar herhangi bir düsünsel amac ve ideal ugruna degil, sadece öldürmek ve hatta en vahsi sekilde kafa kesmek icin savasiyorlar. Örgüt vahseti bir tür propaganda araci olarak kullaniyor ve bu da örgütün yozlasmasini hizlandiriyor.  
Taliban`dan farkli olarak ISID herhangi bir etnisiteye dayanmiyor. Sünni araplara dayandigi onlarin arasinda kitle destegi buldugu dogru, ama, bu durum daha cok sünni araplarin Irak`taki dislanmisliginin bir eseri. Bu nedenle sünni araplarin ISID`e olan desteginin,  Irak`ta herkesi kapsayici bir hükümet kuruldugunda, azalacagi söylenebilir. Ayrica Irak`taki yeni yönetimin, tarihin görüp görecegi, adeta intihar düzeyinde en beceriksiz hükümetlerinden biri olan Maliki yönetiminin hatalarini tekrarlamayacagi da kesin. Üstelik Sünni araplar arasinda önemli ölcüde laik bir kesimin oldugu biliniyor. Bunlarin Bagdat`ta kendilerinin haklarini teslim eden bir merkezi hükümet kuruldugu takdirde zaten hic hoslanmadiklari ISID`le arayi acacaklari belli.
Taliban ise her seyden önce tek bir etnik kimlige dayaniyordu: örgütün bel kemigini daglarda savasa savasa celiklesmis Pestunlar olusturuyordu. Bu halka simdiye kadar hic kimse boyun egdirememistir. Bu halk hep bagimsiz olarak yasamistir ve bundan sonra da öyle yasayacaktir. Araplarda ise bagimsizlik refleksi bu kadar güclü degildir.
Ayrica Pestunlar, acik arazide degil, daglarin kivrimlarinda savasiyorlardi. Yani araziyi bir cesit gizlenme ve pusu kurma araci olarak kullaniyorlardi. ISID ise acik arazide, kendini göstere göstere savasiyor. Yani bir bakima kolay hedef durumunda. O yüzden Amerikan hava akimlari Irak`ta etkili oldu ve örgüt Irak`taki ilerlemesini durdurup Suriye`ye yöneldi.
Pestunlar, Sovyetler`e karsi bagimsizlik mücadelesi icinde celiklesmislerdi. Yani Sovyet gücleriyle isgalcilerle, vatanlarini savunmak icin savasiyorlardi. ISID ise yabanci isgalcilerle degil, bulundugu ülkelerde bizzat halkla savasiyor. Üstelik üyelerinin cogu bu topraklara yabanci, disardan gelmis, yoz kisiler. Böyle bir örgütün bu topraklarda tutunmasi mümkün degil. Eninde sonunda rüzgâr dönecek, örgüt bir avuc cöl kumu gibi dagilip gidecektir. Yalniz örgütün dagilim sürecinin bir tür „exodus“a dönüsme olasiligi da vardir. Yani bu topraklara, buralarda yasayan insanlari öldürmek icin gelmis yabancilar büyük bir ihtimalle geldikleri topraklara geri dönme firsatini bulamayacaklardir.
ISID`in karsidinda ise PYD var. Pesmergeleri bir yana birakiyorum. Cünkü Kuzey Irak Yönetimi`nin aslinda kukla bir yönetim oldugu, savasma yeteneginin olmadigi anlasildi. ISID karsisinda yenilgiye ugramalarina gerekce olarak ileri sürdükleri bütün fikirler gecersiz, hatta gülünc. ISID karsisinda tutunmalarini Amerikan hava taarruzlarina borcu olduklari gercegini dile getirdikleri bahaneler gizleyemiyor. Ama PYD farkli.
Farkli olusu PYD`nin PKK`nin bir kolu olusundan kaynaklaniyor. PKK, her ne kadar Türkiye ile savastiysa da, aslinda Türkiye`nin bir ürünüdür. Dayandigi genis ideolojik bir temel ve cesitli catismalarla sinanmis bir örgütlenme yetenekleri vardir. PKK, 1970`lerin ideolojik ortaminda dogup büyümüstür. 1970`lerin aslinda PKK icin, Türkiye`nin 1908`de yasadigina benzer gibi ideolojik bir laboratuar islevi gördügü söylenebilir. Ayrica PKK ve PYD`nin basin organlari, yurt disinda örgütleri, Bati ülkelerinde genis bir kitlesel destegi vardir. Bunlarin hicbiri ISID`de yok. Zaten birkac sene icinde bu ideolojik derinligin olusmasi da mümkün degil.
Ayrica PYD halk düsmani, kan icici fasist bir örgütle savastigi propagandasini yapiyor. Savascilarinin önemli bir kismi kadin ve örgüt aslinda dini esaslarla ilgisi olmayan, laik bir yapilanma görüntüsü ciziyor. Bu yönüyle insan kafalariyla futbol maci yapan ISID karsisinda modern bir örgüt olduklarina dair, özellikle Bati`da, yaygin bir kani var. Hatta bu nedenle örgüt Bati kamuoyunun sempatisini simdiden kazanmis durumda. PYD kadin savascilarin fotograflarini bu nedenle özellikle Batili yayin organlarina servis ediyor. Etkili bir propaganda oldugu kesin.
Simdi soru su: böyle bir örgüt, ISID karsisinda bir direnis destani yazar ve sonunda ISID`i dize getirirse, Türkiye ve Iran ne yapacaktir? Bu ülkeler kendi Kürtlerinin Kobani`yi savunmak üzere savasa katilmasi durumunda sessiz mi kalacaklardir? Bunlar zor sorulardir. Cevaplarin zorlugu, Ortadogu gerceginden kaynaklanmaktadir. Bu cografya hicbir zaman evdeki hesabin carsiya uydugu bir yer olmadi.
Bütün hesaplar, Kürtlerin direnemeyecegi, Araplar gibi cözülecegi varsayimi üzerine bina edildi. Kürtler, yardimsiz direnir ve üstüne üstlük bir de kazanirsa, iskambil kagidindan yapilan bina yikilacak ve kartlar yeniden dagitilacaktir.
Eger bu olay Türkiye`de 2015 kader secimlerinden önce gerceklesirse, o zaman Türkiye`deki politik istikrar, hatta cözüm süreci yeniden sorgulanacaktir. Yani iktidarin Suriye politikasinin bastan sona yanlis oldugu tescillenecek ve bu politikanin mimarlarindan biri olan Davutoglu secimde aradigini bulamayacaktir. Buna karsilik CHP MHP koalisyonu sansini artiracaktir. Cünkü PYD`nin güclenmesi ve Kuzey Suriye`ye hakim olmasiyla cözüm sürecinde PKK`nin sesi daha cok cikmaya baslayacak ve bu gelismenin bir sonucu olarak MHP yeniden tirmanisa gececektir.
Bu durumda iktidar acisindan, ISID ile PYD arasindaki savasi, iki tarafin da birbirine karsi üstünlügü saglayamadigi bir cesit „pat“ durumunda tutmak, en uygun cözüm olarak görülebilir.
Ama yukarida da belirttigim gibi, evdeki hesap da carsiya uymayabilir.







22 Ağustos 2014 Cuma

Anti-Erdogan Blogunun Aksayan Ayagi: MHP

Bir önceki yazimda Türkiye`deki muhalefetin bir anti Erdogan bloguna dönüstügünü, blogu meydana getiren siyasi partilerin arasinda farkliliklar olmasina ragmen bu birlikteligin devam etmesi icin yeterli neden bulundugunu, hatta bloga önümüzdeki dönemde yeni katilimlar olacagini (Gül-Babacan ikilisi gibi) belirtmistim.

Pekiyi, bu gelisen tepki Türkiye`de iktidarin degismesi icin yeterli olacak midir? Soru bu aslinda. Evet, tepki giderek daha organize olan bir iktidar alternatifi olmaya dogru gidiyor. Yavas yavas sekillenen bir koalisyon olusumu var. Ancak bu yönelimin basarili olabilmes icin, merkezinde CHP ve MHP`nin bulunacagi blogun Türkiye`yi iyi yönetecegine halki inandirmasi sart.

Maalesef Özal, „Türkiye koalisyonlarla yönetilemez“ cümlesini söyledigi tarihten itibaren Türkiye`de kurulan koalisyonlar (basta Ecevit-Bahceli koalisyonu olmak üzere) yolsuzlugun ve lackaligin alip basini yürüdügü, kayip yillar olarak tarihe gectiler. Bugün halkin cok büyük bir neden olmadikca, tek parti iktidarini birakip koalisyonlara evet diyecegini düsünmek zor. Hele hele 12 yillik basarili sayilabilecek bir AKP iktidarindan sonra.

Öte yandan Türkiye bir cari acik ülkesi... Cari acik veren Türkiye ve Hindistan gibi ülkelerde radikalizm yükseliyor ve uzlasma kültürü giderek yok oluyor. Bu da tek parti iktidarlarinin isbasina gelmesine neden oluyor. Tek parti iktidarlari kacinilmaz olarak güc merkezilesmesine, bürokratlarin kölelesmesine, gücler ayriligi ilkesinin zayiflamasina, hukuksuzluk ve yolsuzluklarin toplumun geneline yayilmasina neden oluyor.

Fakat yine Türkiye ve Hindistan gibi ülkelerde, demokratik kurumlar ve sivil toplum kuruluslari bir sekilde kök saldigi icin, tek parti iktidarlari, Kuzey Kore ya da Kazakistan`da oldugu gibi, toplumun bütününe hakim olamiyorlar. Atesli bir tartisma ortami sürüp gidiyor. Ama bu tartisma toplumlar belli bir olgunluk seviyesini yakaladigindan silahli catisma ortamina pek sürüklenmiyor.

Pekiyi ne olacak? Eninde sonunda büyüyen tepki tek parti oligarsisini, güc merkezilesmesini darmadagin edecek, bu kacinilmaz. Yerine her ne kadar toplum cok hazirlikli ve istekli degilse de bir koalisyon kurulacak. Iktidarlar en güclü olduklari zaman yikilirlar. Thatcher iktidari böyleydi örnegin. Iktidarda oldugu zaman hicbir secimi kaybetmeyen Thatcher`in girecegi bütün secimleri de kazanacagi kesinlesmisti. Ama onun önü önce kendi partisi tarafindan kesildi. Dolayisiyla sadece halkin destegi, kisisel karizma; demokratik toplumlarda iktidarlari ayakta tutmaya yetmez. Iktidarin toplumun geri kalan kismiyla organik bir bütünlük icinde calismasi gerekir. Yani Abdullah Gül`ün "Demokrasi sadece secime indirgenemez" lâfi bu acidan dogrudur. Tabii gelismis demokrasilerde... Cünkü bu tür toplumlarda sürekli kanaat ortaya koyan ve yeni tartismalar acarak toplum yasamini sürekli bir referandum haline getiren sivil toplum kuruluslari agi vardir. Ama Türkiye ve Hindistan gibi ülkeler de azimsanmayacak bir demokratik tecrübe birikimi olustugundan ayni kurallarin bu ülkeler icin de gecerli oldugunu söyleyebiliriz.

Bu arada, AKP, iktidari birakmamak icin provokasyonlara basvurabilir. Gezi olaylari sirasinda ortaya cikan eli sopali adamlar, Erdogan`nin biriyantinli danismaninin ic savas tehditleri, aslinda AKP`nin bu ic catisma ortamina cesitli bicimlerde hazirlandigini gösteriyor. Ama toplumun olgunluk düzeyi, 1980 öncesi gibi bir catisma ortamina prim vermeyecektir. 

Olayi salt secim sonuclari isiginda incelersek bile altan alta yükselen dalgayi yakalamamiz mümkün. Cumhurbaskanligi secimleri gösterdi ki, önümüzdeki 2015 secimlerinde, AKP`nin 330 sandalye kazanmasi artik olanaksizlasmistir. Sandalye dagiliminda AKP`nin 300`ün altina düsecegi neredeyse kesin gibidir. Kürt milletvekilleriyle birlikte Erdogan`in bir anayasa referandumunu zorlamasi ise, bastan anayasayi "Öcalan`a özgürlük anayasasi" haline getirecegi icin düsünülmesi zor ihtimaldir. Böyle bir gelisme ancak ve ancak MHP`yi %20`lerin üzerine tasir. Bu nedenle MHP`nin ekmegine yag sürmemek icin AKP Kürtlerle isbirligi icinde bulunduguna dair bir görüntü vermekten kacinacaktir.

Yani nereden bakilirsa bakilsin CHP ve MHP`nin etrafinda kümelenecek bir anti-Erdogan blogunun sansi fazla görünüyor. Ancak bu yapinin aksayan bir tarafi var: o da MHP`nin son derece kaypak bir zemin üzerinde oturmasi ve alacagi oy oraninin gitgide daha kestirilemez bir hal almasidir.. Cünkü aslinda MHP`yi meydana getiren kosullarin Kürt barisinin sessiz sedasiz ilerlemesi ile birlikte yavas yavas ortadan kalktigini görüyoruz. MHP, 1980 öncesi parlamentoda 2-3 millevekili ile temsil edilen kücük bir partiydi. Önemi, parlamento disi organizasyonlarla kurdugu ve bugün hâlâ cok iyi aydinlanamayan iliskilerden kaynaklanmaktaydi.

Ama ne zaman ki, Kürt sorunu alevlenmeye ve PKK ortaya cikmaya ve saga sola saldirmaya basladi, MHP de kitleselleserek büyük bir parti olma yoluna girdi. Yani MHP, Kürt sorununa paralel olarak büyüyen, bu soruna endeksli bir partidir. Bir bakima Kürt sorununa verilen milliyetci cevabin partisidir, diyebiliriz. Kürt sorunu bariscil cözüm yoluna geri dönülmez bicimde girerse, MHP de yeniden kücük bir parti olacak midir? Durum onu gösteriyor.

MHP`nin erime süreci

MHP cözüm süreci adi verilen Kürt Barisi`nin ülkenin bölünmesine yol acacagini öne sürerek aslinda Kürt sorununa kendini geri dönüssüz bir sekilde endekslemis oldu. Kürt Barisi`nin Türkiye`yi bölmek bir yana, daha da saglamlastirdigi, üstelik bununla da kalmayip Türkiye`yi Misak-i Milli sinirlari icinde yer alan Kuzey Irak ile bütünlestirdigi her gecen gün daha iyi anlasilinca, üstelik Kürt siyasi hareketinin parlayan ismi Selahattin Demirtas cumhurbaskani adayi olarak ortaya cikip, birlik yönünde güclü mesajlar vermeye baslayinca MHP`nin durumu iyice zorlasti. MHP`nin tabani hizla erimeye ve AKP saflarina katilmaya basladi. Bu erime özellikle MHP`nin Karadeniz`deki kalelerinde gözle görünür bir hal aldi. Örnegin Karabük ve Bartin`da; daha doguda Kars`ta MHP eridi.

Bunu secim sonuclarindan anliyoruz:

CHP ve MHP 30 Mart yerel secimlerinde toplam olarak 19.400.825 oy aldilar.

CHP ve MHP`nin destekledigi Ekmeleddin Ihsanoglu`na verilen oylarin toplami ise 15.587.720.

Yani arada 3.813.105 kisilik bir azalma var. 

Tayyip Erdogan ise 30 Marttaki AKP`nin aldigi oya göre cumhurbaskanligi secimlerinde 1.530.303 daha fazla oy aldi. Tayyip Erdogan`a giden oylarin MHP`den geldigini söylemek icin kâhin olmaya gerek yok.

Öte yandan Demirtas`in aldigi 1.028.321 fazla oyun da CHP`den geldigini söylemek mümkün.

Ama Erdogan`a ve Demirtas`a verilen fazla oylarin toplami, yine de CHP-MHP`nin oylarindaki azalmayi gösteren 3.813.105 rakamina esit degil. Arada 1.254.481`lik bir ilave fark var. Bunlar CHP`li ve MHP`li olup da adaylari Ekmeleddin Ihsanoglu`na isinamayan bu yüzden sandiga gitmeyen secmenlerdir.  .

Buna göre, sandiga gitmeyenlerin hepsinin CHP`li oldugunu varsayarsak bile MHP`deki erime %20`yi bulmaktadir. CHP`deki erime de asagi yukari bu kadardir. Ancak CHP`nin erimesinin gercek bir erime olmadigi Selahattin Demirtas`a verilen oylarin ödünc oldugunu, cesaretlendirme oylari oldugunu, sandiga gitmeyenlerin ise aslinda „fazla“ CHP`li olduklari icin secime katilmadiklari düsünülebilir. Yani bunlar CHP`nin kalici bir iktidar alternatifi olmasi durumunda partilerine geri döneceklerdir. Ama Erdogan`a giden 1.530,303 MHP`linin yeniden partilerine dönecegine dair hicbir ipucu yok. Cünkü bunlar büyük ölcüde Kürt barisinin sorunsuz ilerlemesi karsisinda partilerinden kopmus olan secmenlerdir. Kürt barisi birligi güclendirici adimlar ve mesajlar seklinde ilerledikce MHP de erimeye devam edecektir.

Kürt barisini idare edenlerin bütün amacinin MHP`yi barajin altina itmek, HDP`yi %10`un üzerine cikarmak oldugu, kiralik anket sirketlerinin simdiden yayimlamaya basladigi sözüm ona anket sonuclarindan anlasiliyor. Buradan yola cikarak Demirtas`in özellikle MHP`yi erime sürecine sokmak icin baris sürecinin mimarlari tarafindan olusturulan ortak bir proje oldugu sonucunu cikarabiliriz.

Demirtas`in oynadigi rol

Demirtas`in samimiyetinden kusku duymak icin bir neden yok. Ama onun muhalefet saflarina sokulan bir Troya ati oldugu asikâr. Öyle bir Troya ati ki, gülümseyen yüzü, zekice esprileri ve demokratik mesajlari ile milyonlarin gönlünü fethetmesini bildi. Ama yol actigi sonuclar bakimindan tamamen Erdogan`in ekmegine yag sürdü denilebilir. Bu figürün tamamen demokratik bir kukla rolü oynadigi, Öcalan ve Erdogan`a, dolayisiyla tüm baris sürecine karsi demokratik kitlelerin gösterdigi tepkiyi yumusatmak ve ayni zamanda MHP`yi eritmek icin ortaya cikarildigi, rolünü tamamladiktan sonra ipinin cekilecegi ve sahneden alinacagi düsünülebilir.

Demirtas`in kampanyasi sirasinda öne sürdügü fikirlerde öyle bosluklar, sarfettigi öyle kritik cümleler vardi ki, bunlar kimin ne oldugu konusunda 200 yillik bir tecrübeye sahip Türkiye`nin demokratik kamuoyunun gözünden kacmadi.  Bunlardan en göze batani cumhurbaskanligi kampanyasi sirasinda Demirtas`in ikinci tura iliskin sorulara cevap verirken ileri sürdügü fikirlerdir. Demirtas, ikinci tur konusunda sorulan israrli sorulara hep kacamak cevaplar verdi. Neden? Cünkü bu projede ikinci tur fikri yoktu da ondan. Eger kazara secim ikinci tura kalsaydi Demirtas`in zor duruma düsecegi, tabanini Erdogan`a yönlendirmek zorunda kalacagi ve bütün ettigi o demokrasi yanlisi laflari geri yutmak zorunda kalacagi belliydi. Kampanya sirasinda „Demirtaş: Bana verilecek her oy HDP’ye verilecek oy anlamına gelmeyecektir“ derken bunu söylemek istiyordu aslinda. O nedenle Erdogan birinci tura o kadar asildi, bütün devlet imkânlarini sonuna kadar kullandi, basini cok sıkı denetledi. Eger ikinci tura kalsaydi bütün proje cökecekti.

Demirtas`in sarfettigi cümlelerden bir digeri de: „Çankaya hedefimiz kalıcı barış açısından stratejik bir öneme sahiptir“, cümlesidir. Bu lastikli bir o kadar da genis bir arka plani olan cümleyle Demirtas, PKK-KCK ile Türkiye Cumhuriyeti`nin yönetici elitleri arasindaki arabuluculuk rolünü cumhurbaskani olarak daha genis imkânlarla oynayacagini ifade etti. Baris sürecinin demokratik hedeflere ulasarak gerceklesecegine iliskin beyanlariyla birlestirirseniz ortaya söyle bir sonuc cikar: Taraflardan biri, yani PKK ve KCK özünde demokratik bir yapiya sahiptir. Demokratik olmayan aslinda Türkiye Cumhuriyeti`dir. Pekiyi PKK-KCK gercekten demokratik midir? Bu kurumlarin fikir babasi Öcalan gercekten demokrat bir kisilik midir? Bu sorular havada asili kaldi. Kendisini bizzat PKK`nin bir sözcüsü degil de, onunla Türkiye arasinda bir arabulucu gibi sunmasi, PKK ve KCK`yi da gerekirse demokratik ülkeler konusunda dönüstürürüm, mesaji icermiyordu. Elestirdigi hep Türkiye Cumhuriyeti`ydi. Asla PKK-KCK hakkinda elestiri anlaminda bir sey söylemedi. O halde gercekten bir arabulucu mudur, yoksa PKK-KCK`nin bir sözcüsü müdür, sorusu zihinleri hep kurcaladi. Veya nereye kadar arabulucu, nereye kadar sözcü; ne zaman arabulucu, ne zaman sözcü? Iste bu sorular bize MHP`nin hâlâ neden varoldugunu acikliyor. MHP, Demirtas`a duyulan güven oraninda gerileyecek, Demirtas`a duyulan tepki oraninda büyüyecektir. Yani kisacasi Öcalan etkili siyasi figür olarak kaldigi sürece MHP de var olmaya devam edecektir.

Bu acidan MHP`yi %10 barajinin altina itmek düsüncesi, hele hele 2015 secimlerine 10 ay kalmisken abesle istigal gibi görünüyor. MHP`nin cözüm süreci ilelerdikce eriyecegi dogru. Ama kafalarda soru isaretleri varken ve derme catma karakollarda öldürülen 20 yasindaki cocuklarin hatirasi hâlâ zihinlerdeyken bu partinin yüzde 10`un altina inecegini düsünmek yanlis.  

Bu nedenle Erdogan`in 2015 secimleri icin kurdugu oyun plani giderek daha riskli ve tutmasi olanaksiz bir plan olarak görünüyor. Büyük bir ihtimalle siyasi risk, önümüzdeki 10 aylik dönemi kaplayacak. 2015 secimleri ise ya kilpayi AKP iktidari ya da kilpayi bir CHP-MHP koalisyonu kurulmasina neden olacak. Her iki secenek de belli bir süre siyasi istikrarsizligin artarak sürecegi anlamina gelmektedir. Zaten Erdogan cumhurbaskani secildi secileli Borsa o nedenle israrli bir sekilde düstü. Bati`nin cesitli derecelendirme kuruluslari aciklama üstüne aciklama yaptilar.



15 Ağustos 2014 Cuma

Erdogan Karsitliginin Büyümesi Kacinilmaz

Erdogan`in cumhurbaskanligi seciminde aldigi %51,7`lik oy, yandas medyanin rüzgârina kapilarak abartiliyor belki, ama bu sonuclarla Erdogan`in hedefledigi baskanlik sisteminin gerceklesme olasiliginin hemen hemen sifirlandigi da bir gercek. %1,7`lik farkla sistem degistirilemez. Olsa olsa zorlanabilir. Zorlamalarin sonucunda 1,7`lik fark da kaybedilir. Ayrica bu sonuclarla Erdogan karsiti muhalefetin Ege ve Akdeniz kiyilarindan ic kesimlere dogru yayildigi ortaya cikti. Bakiniz Harita 1 ve 2.
Harita 1: 30 Mart secimi sonuclari. Sari renk AKP`nin, diger renkler ise muhalefetin cogunlukta oldugu illeri göstermektedir.
Harita 2: Cumhurbaskanligi secimi sonuclari. Sari renk AKP`nin, diger renkler ise muhalefetin cogunlukta oldugu illeri göstermektedir.
Cok önemli bir gelisme de Erdogan`in Istanbul`da %49,87 oy almis olmasidir. Bu sonucun anlami Istanbul`un en azindan birinci turda Erdogan`a cumhurbaskanligi vizesi vermedigidir. Istanbul`un Anadolu`nun önderi oldugunu, bütün Anadolu biraz gecikme ile de olsa er veya gec Istanbul`u takip edecegini düsünürsek, Erdogan karsitliginin önümüzdeki yillarda Anadolu`nun bütününe yayilacagini var sayabiliriz.
Erdogan`a karsi birlesmis olan 14 parti, aslinda bir anti-Erdogan blogudur. Bu blogun icinde sayisiz celiskiyi barindirdigi, dolayisiyla siyasi acidan bir anlami olmadigini söyleyenler cikabilir. Ama bunu söyleyenler Türkiye`de muhalefetin zaten büyük ölcüde Erdogan-karsitligina indirgendigi gercegini göz ardi etmektedirler. Isterse ideolojik ve sosyolojik acidan bir corba, bir karisim olsun, bu Erdogan karsitliginin Türkiye`deki rejimin gelecegi ile ilgili net bir anlami var. O da sudur: Erdogan, baskanlik ve yari baskanlik sistemini getirmek istiyor. Anti-Erdogan blogu ise buna karsi ve bu karsitlik giderek daha da yayilacak.
Türkiye`de ilk defa sistem sorgulandi: cumhurbaskanligi secimlerinin gizli anlami buydu. Ve sorgulamayi Erdogan kil payi farkla kazanabildi. Üstelik bütün devlet imkânlarini kanunsuz bir sekilde sonuna kadar kullandigi, TRT basta olmak üzere bütün yandas medyayi seferber ettigi halde... Sandiga gitme orani düsük olmasa idi Erdogan ancak ikinci turda kazanabilecekti. Bunun anlami aslinda Erdogan karsitliginin gücünün oraninin %50`lerin cok üzerinde oldugudur. Böyle bir tablo varken baskanlik sistemi kurulamaz.
Dolayisiyla CHP-MHP koalisyonunun, kendisini meydana getiren ögelerin niteliginden bagimsiz olarak sistem tartismasi acisindan bir anlami vardir ve bu anlam, ögeler arasindaki celiski ve farkliliklari ikinci plana itecek kadar baskindir.
Yani su anda CHP`deki ulusalci kanatin öne sürdügü sekilde, CHP, CHP olarak kalmaliydi ve kendi icinden cikan birini öne sürmeliydi, tezi gecersizlesmistir. Cünkü Türkiye`de muhalefet artik demokratik ilkeler, insan haklari, kadin erkek esitligi, yoksulluk ve issizlikle mücadele gibi demokratik talepler etrafinda sekillenmiyor. Muhalefetin ana temasi, her ne pahasina olursa olsun Erdogan`in durdurulmasi, sistemi zorlamasinin önüne gecilmesidir. Bütün diger etkenler daha sonra, yani Erdogan`in defteri dürüldükten sonra gündeme gelecektir. Bu acidan blogun icindeki her cözülme Erdogan`i güclendirecek, blogun birligini güclendiren her adim ise onu zayiflatacaktir.
Peki neden baskanlik sistemine gecmemek Türkiye icin bu kadar önemli. Cünkü Türkiye`deki baskanlik sisteminin, Amerika Birlesik Devletleri`ndeki gibi, diktatörlügü önleyici ara mekanizmalari, büyük bir olasilikla olmayacaktir. Ortaya cikacak olan sistem, az cok farkliliklarla Türkmenistan, Özbekistan veya Kazakistan`daki Nazarbayev rejimleri gibi bir sey olacaktir. Evet, kalkinma hizlanacak, Türkiye büyük bir olasilikla bir türlü kiramadigi %4`lük büyüme zincirini kirarak %5`lere dogru yol alacak. Orasi dogru. Ama bu sonuc, Cin gibi ücretlerin asiri düsürülmesi yoluyla gerceklesebilecektir. Yiginlari bir tas pirinc karsiliginda bütün gün calismaya razi etmek veya onlari buna zorlamak yoluyla. Ücret düsüklügünün toplumsal patlamaya yol acmamasi icin de faizler düsürülerek üretimin artirilmasi ve böylelikle issizlik sorununa care bulunmasi amaclanmaktadir. Yani issizlik azaltilacak, herkesin bir isi olacak, ama bunlar neredeyse bogaz tokluguna calisacaklar. Borsa, para piyasalari her sey olacak. Ama bu piyasalardaki oyuncular büyük ölcüde yabancilar ve onlarin yerli ortaklari olacak. Cünkü halkin elinde borsada yatirim ya da mal piyasasinda tüketim yapacak kadar para olmayacak. Faizler düsecek, ama bu amacla ortaya cikarilan para halkin eline gecmeyecegi icin enflasyon yaratmayacak. Yani Cin modeli.. Baskanlik sisteminin ekonomik anlamda özeti bu aslinda.
Peki bunlar kötü mü? Kalkinmanin bir bedeli yok mu? Kalkindiktan sonra herkes istedigini fazlasiyla almayacak mi? Meseleyi iyi veya kötü karsitliginda ortaya koymamak gerekir. Mesele, Türkiye`de böylesi Cin veya Özbekistan modelinin uygulanmasinin aslinda olanaksiz olusudur. Bati`nin kapisinda yasayan Türkiye, Asya`nin derinliklerindeki ülkelerin moduna giremez. Türkiye gecmiste de, hatta 1923-1950 arasinda da böyle bir moda giremezdi. Türkiye`nin kurulus yillarina bakarsak, Atatürk devrimleri denen teorik birikimin baslangicinin aslinda 1800`lerin basinda kadar giden 100-150 yillik bir sürecin ürünü oldugunu ve bu teorik bütünlüge tamamen bati normlarinin hakim oldugunu görürüz. Bu acidan Türkiye istese bile bir Özbekistan ya da bir Cin olamaz. Gecmiste de olamazdi. Türkiye`nin dönüsümü büyük ölcüde Istanbul`da merkezilesen entelijansiyanin ürettigi teorik malzeme ile gerceklesmistir. Erdogan`in özelligi bunu anlamaktan uzak olmasidir. O köylü nüfustan aldigi oylarin cogunluk teskil etmesinin bir toplumu degistirmek icin yeterli oldugunu düsünüyor ve neredeyse 200 yillik entellektüel birikimi kücümsüyor, köylülügün muhafazakârligina siginiyor. Cünkü bugünkü Kayseri`nin, Gaziantep`in, Yozgat`in Türkiye`ye yön veren entellektüel birikimle zaten hic temasi olmadi. Üstelik o entellektüel birikime tepkiliydiler Simdi de tepkilidirler. Bir Kayseri, Özbekistan modeliyle cok rahat yasar. Ama Türkiye`nin turizme ve Bati`ya acik bati bölgelerinde bu modelin uygulanmasi tek kelimeyle olanaksizdir.
Cünkü Türkiye`de ücretler Banglades seviyesine istense de indirilemez. Düsük ücret konusunda Türkiye bu ülkelerle rekabet edemez. Türkiye bu noktalari coktan gecti. Onun tek ama tek secenegi teknoloji agirlikli ürünler üretmektir. Bu ise demokrasi, entellektüel birikim, cok iyi bir egitim sistemi ve asil önemlisi yeni fikirlere acik bir tartisma ortami ister.
Anti-Erdogan blogu, Erdogan`in Özbekistan-Cin modelinin karsisina; cari acik, issizlik ve disa bagimliliktan kurtulma anlaminda teknolojik icatcilik, yeni fikirler ve markalasma fikirleriyle cikiyor. Yani bir anlamda Almanya-Kore-Japonya modeliyle.
Yani Erdogan karsitligi, sadece bir kisiye duyulan nefrete indirgenemez ve onun aslinda bir ekonomik-sosyolojik temeli vardir. CHP MHP koalisyonu bu nedenle cok akli havada, absürd bir fikir degildir. Cünkü bu ortaklik, aslinda Erbakan hareketinin tirmanisa gectigi 1990`li yillarda billurlasmaya baslayan ve biraz da askerlerin iteklemesiyle 90`larin sonunda iktidara gelen Ecevit-Bahceli ortakliginin devamidir. Model, Ecevit`in iktidari yillarinda cürümüs askeri vesayet rejimiyle arasina gereken cizgiyi cekemedi. 2001 krizi ile noktalandi. Ortaklik simdi tekrar gündeme geliyor ve tekrar iktidara yürüyor. Bu sefer arkasinda eskisi gibi asker destegi yok. Üstelik Kayseri, Yozgat ve Gaziantep`teki milyonlar da aslinda onun karsisinda. Fakat model azinlikta kalmaya mahkum degil. Cünkü cok yakinda ona yeni katilimlar olacak. AKP`den kopan büyük bir parca bu bloga katilacak. Abdullah Gül`den bahsediyorum.
Cünkü bugünlerde cesitli yollarla bizzat Erdogan tarafindan, AKP saflarinda marka yaratmaya ve teknoloji agirlikli ürünlerin üretimine yönelik ekonomik modeli savunan Ali Babacan ve ekibinin ve onun destekleyicisi Abdullah Gül`ün önü kesilmeye calisilmaktadir. Bu gelisme büyük bir olasilikla AKP`den büyük bir parcanin koparak muhalefet saflarina katilmasi sonucunu verecektir. Bu parcanin merkezinde de büyük bir ihtimalle Babacan-Gül ikisili olacaktir. Yani AKP`nin Erdogan ayrildiktan sonra parcalanmasi bir bakima kacinilmazlasmaktadir.
Erdogan`in karsisindaki bu teknoloji agirlikli üretimi savunan model, Türkiye`nin simdiye kadar gösterdigi gelisime, insanlarinin yapisina ve entellektüel birikimine cok daha uygundur. Modelin asil gücü de bu tarihi boyutundan kaynaklanmaktadir aslinda. O nedenle Erdogan sürekli eski Türkiye`ye saldiriyor. Modeli savunanlar hâlâ kendi güclerinin farkinda degil ve yandas medyanin algi operasyonlarinin sonucu olarak umutsuzluga kapiliyorlar, hepsi bu.












22 Haziran 2014 Pazar

ISID: Türkiye`nin elindeki süpheli anahtar

Türkiye gibi etnik nedenlerden ötürü bölünme tehlikesi yasayan ülkelerin, bu tehlikeyi ortadan kaldirmak icin yapmalari gereken tek sey, bir arada bulunmanin ekonomik nedenini yaratmaktir. Cünkü bütün birliktelikler ekonomik bir nedene dayanir. Kimse sizin yoksullugunuzu paylasmak istemez, aksine refahiniza ortak olmak ister.

Yani insanlari daha iyi yasar duruma getirir, gelir düzeylerini yükseltir, üstüne bir de onlari adam yerine koyar, dillerini inanclarini serbest birakirsaniz, insanlar neden sizden ayrilsin ki? Aksine sizinle birlesmeye calisirlar. Avrupa Birligi bunun en güzel örnegi degil mi? Ülkeler Avrupa Birligi`ne pastadan pay almak icin girmeye calismiyorlar mi?

Bu nedenle Ecevit´in Avrupa Birligi`ne girmeyi "Onlar ortak. Biz pazar," diyerek reddetmesi, tam anlamiyla, ama en önemlisi Kürt Sorunu acisindan inanilmaz bir gafletti. Ama o zamanlardaki siyasi konjontür bu tür aymazliklara prim veriyordu. Cünkü henüz sosyalizm siyasi ömrünü tamamlamamisti. Simdi böyle bir bahane gülünc olmaktan öte, siyasi hezimet sebebidir.

Tamam, Kürtlere ekonomik olarak istedikleri bütün ayricaliklar taninacak. Ticaret ve hukuk dili Kürtce olacak. Kürtce basin olacak, radyo ve televizyon Kürtce yayimlanacak. Kürtce sokak ve semt adlari kullanilacak. Ama yine de bunlar yeterli degil. Ekonomik refahin tesis edilmesi gerekiyor. Oysa bu cok güc ve cetin isin basarilmasi yillar sürer. Birinci Cumhuriyet`in en büyük gafleti, sorunu ekonomik refah boyutunu ele almadan, yalnizca askerî baski yöntemleri ile cözmeye calismak olmustur. Bu ugurda neredeyse 70 yil kaybedildi. Kürtlere ilk el uzatan, Barzani ve Talabani ile ilk görüsen Turgut Özal oldu. Yani 12 Eylül sonrasi usul usul, cekingen adimlarla gelisen bir sürecten bahsediyoruz. Ilk önemli sicrama, cözüm vizyonu cercevesinde daha gecenlerde meydana geldi. Öyle ki, birakin Türkiye`nin güneydogu illerinin ülkenin bütününden ayrilmasini, Kuzey Irak`taki Kürt bölgelerinin fiilen Türkiye ile birlesmesi konusulur oldu. Ama yine de bu sürec kirilganligini korumaktadir. Cünkü bölge savaslarin icine yuvarlanabilir. Bu zorlu sürecte bölgede ekonomik kalkinmanin ilk meyvalarinin alinmasi ise 20-30 yillik bir süreye bakar. O zamana kadar sürecin devamini güvence altina almak icin taktik careler düsünmek gerekir.

Bu taktik firsati, Türkiye`nin gercek anlamda Suriye ve Irak devletlerinin parcalanma sürecine girmesiyle yakaladigi söylenebilir. Sunu belirtmekten cekinmemek lâzim: Suriye ve Irak hükümetleri, ülkenin bütününe hakim olduklari zaman, Türkiye`ye karsi hep Kürt kartini bir koz olarak kullanmaya calismislardir. Bu acidan bu ülke yönetimlerinin fiilen yikilmasi, Türkiye`de Kürt sorununun cözümünü kolaylastiracakti. Hele hele Irak`tan sonra Suriye`nin de cökmeye baslamasi, bu cözümü adeta kosar adimlarla ilerler hale getirmistir.

Türkiye, Irak devletinin parcalanmasi sirasindaki cekingenligi bu tabloda bir celiski olarak görülebilir. Evet, Türkiye cekimser kaldi, cünkü Irak devletini parcalayan ABD gibi, bölge ülkesi olmayan bir ülkenin yaninda durmanin, onun gelecekteki lider rolüne zarar verebilecegi düsünüldü. Türkiye Afganistan savasina aktif katilimdan bu nedenle uzak durmustur. Suriye konusunda ise eli daha serbestti; cünkü cöküs, bir süper gücün darbeleri ile degil, daha cok halk hareketleri nedeniyle oluyordu.

Ancak evdeki hesap carsiya uymadi. Suriye`deki muhalefetin ici bos, bilgisiz, örgütlenme yeteneginden uzak oldugu anlasildi. Ayrica istihbarat örgütleri de muhalefetin icine nifak sokmak icin ne gerekiyorsa yaptilar. Türkiye muhalefeti örgütleyemedigi gibi, hic hesapta olmayan bir mülteci akiniyla da bas etmek zorunda kaldi. Yani bugün Suriye`de ülkenin bütününe hakim olabilecek ve Türkiye`yi model olarak benimsemeye yatkin Müslüman Kardesler benzeri bir yönetim kurulmasi hayali tarihe karismis gibidir. Üstelik topraklarina siginan Suriye`li mültecilerin Türkiye`ye olan maliyeti giderek büyümektedir. Mültecilerden ekonomik olarak yararlanmak ise, cözümü daha da uzun sürecek bir mülteci entegrasyonu sorununu beraberinde getirir ki, bu da ilave maliyet demek.

O nedenle Türkiye`nin ISID benzeri Vehhabi-Selefi örgütlerine kesin "hayir" deme lüksü yok. Cünkü birincisi bu tür örgütlerin arkasinda bastan beri Israil-Suudi ittifaki var. Ikincisi bu tür örgütlerin Kürt bölgelerine baskisi, Kürt sorunun cözümü acisindan Türkiye`nin elini rahatlatiyor. Yani Israil ve Suudi Arabistan, ISID`le krizi derinlestirirken belki de istemeden Türkiye`ye bir hediye veriyorlar. Kürt petrolünün Türkiye eliyle ihrac edilmesine karsi gösterdikleri histerik tepki, hediyenin ne kadar istenmeden verildigini ortaya koyuyor. Verdikleri hediyeyi sonra geri almaya calisacaklardir. Ama o zamana kadar is isten gecmis olacaktir. Irak ve Suriye ne kadar karisirsa, Türkiye`nin Kürt bölgeleriyle bütünlesmesi o kadar hizlanacaktir.

Simdiye kadar yanlis giden sey, Türkiye`nin cok fazla Sünni karakterde bir politika güdüp Suriye`deki Nusayri`leri kendinden uzaklastirmasi olmustur. Nusayrilerin kaybedilmesi Suudi Arabistan`´a satrancta bir tas hediye etmek demekti. Ayrica bu uzaklastirmanin cok farkli bicimde Gezi olaylarindaki Alevi gencligin rolü seklinde Türkiye`ye geri dönen bumerang etkisi yarattigi da kuskusuz. Yine Erdogan`a Avrupa seyahatlerinde en fazla tepki gösteren kesimin de Alevîler oldugu not edilmesi gereken bir gercek. Türkiye`nin yapmasi gereken bütün inanc sahiplerine demokratik bir platform sunmak ve kendini mezhepler arasi yumusak iklimin hüküm sürdügü bir ülke olarak takdim etmekti. Orta Dogu`nin barisa susamis halklarina bu model bir ilac gibi gelirdi.

Türkiye`nin kendi Alevî nüfusundan ötürü mezhep ayrimciligina dayali bir politika yürütme sansi hic yok. Simdi bu politikadan vazgecilmeye calisiliyor, ama gec kalindigi da ortada.


2 Haziran 2014 Pazartesi

Cin`in Amerikan boyundurugundan kurtulma cabalari

Cin, Amerika`nin boyundurugundan kurtulmaya calisiyor, ama nafile. Bu is o kadar kolay olmayacak. Cin`in bu boyunduruktan kurtulmak icin siddetli bir krize ihtiyaci var. Ama onu da hicbir Cin`li göze alamiyor. Cin`in daha yolun basinda, Mao Zedung`un önerdigi gibi "fakir ama özgür" ya da revizyonist Zen Diao Ping`in önerdigi gibi "zengin ama köle" olma yollarindan birini tercih etmesi gerekiyordu. Cin ikinci yolu tercih etti. Cünkü 1960`lardaki Kültür Devrimi Cin`i canindan bezdirmisti. Bu yilginligi firsat bilen Nixon yönetimi Cin`e simdi uygulanan kalkinma modelini önerdiler. Bu kalkinma modeli denen boyunduruk o kadar iyi hesaplanmis ve ayrintilandirilmistir ki, sadece bu bile en basarili, ama en bahtsiz Amerikan Baskanlarindan biri olan Nixon`un adini tarihe yazdirmaya deger.

Cin`e önerilen modelin ana hatlari söyle özetlenebilir,

1- Cin parasi Renmimbi sürekli devalüasyona tabi tutulacak. Bunun icin kurlar merkezi otorite tarafindan belilrlenecek. Burada Cin`e özgü bir durum söz konusu degil. Bütün düsük kur politikasi, bütün ihracatci kalkinma modellerinin olmazsa olmazidir.

2- Düsük kuru gerceklestirebilmek icin ülkeye bol miktarda yerel para sürülecek. Ancak serbest döviz ticaretine izin verilmeyecek. Yani düsük kur halkin eline dövizi almasiyla gerceklesmeyecek Döviz hep az ve kullanimi izne tabi, yerel para ise hep bol ve ucuz olacak.Ancak yerel para halkin elinde bulunmayacak. Burasi cok önemli. Yani düsük kur var ama, ülkede döviz piyasasi ve gercek anlamda bir para piyasasi yok.

3- Ülke ihracat icin üretim yapacak. Ülke icine nispeten az mal sürülecek. Isci ücretleri mümkün olan en az seviyede tutulacak. Yani ülkede mal piyasasi kurulmasina da sicak bakilmayacak. Halk eskiden oldugu gibi karne usulü beslenecek. Büyük ölcüde ücretini tüketim mallari (erzak) seklinde alacak. Kira, egitim, eglence, zaten bedava. Yani burada bir tür takas ekonomisi (bartering) söz konusu. Halkin eline ne kadar erzak gececegi, bunun icin ne kadar üretim yapilacagi, vs. hepsi daha önceden siki bicimde planlanmis durumda. Sert bir nüfus planlamasiyla birlikte ic talebin sürpriz yaratmayacak bicimde hep belirli bir düzeyde tutulmasi amaclaniyor.

4- Ülke icinde para bol, ancak bu para halkin elinde degil. Dolayiyla halkin tüketim arzusu talebe dönüsemiyor. Bu nedenle enflasyon da söz konusu degil. Cin yatirim mallari disaridan dogrudan yatirim seklinde gelen üretim sermayesiyle yapiliyor. Üretilen mallar ülke icinde satilmiyor, ihrac ediliyor. Ülke icinde firmalarin birbirinden mal almasi önleniyor. Zaten buna gerek de yok. Cünkü bütün yatirim mallari (makine, techizat) disaridan geliyor. Yani ülke icinde tüketim mallari piyasasi olusmadigi gibi, yatirim mallari piyasasi söz konusu degil. Üretim tamamen ülke disinda planlaniyor, Cin`e sadece bunlari üretip yurt disina satmak kaliyor. Ayni modeli Küba da, turizm sektöründe uygulamisti. Ülke icindeki lüks otellerde yabanci turistler kaliyor, bunlar tatillerini yaptiktan sonra, biraktiklari döviz Merkez Bankasi`nin kasasina gidiyordu.

Yani kisacasi, bütün bu anlatilanlardan Cin`deki ve Küba`daki modelin, ilk defa 1923 yilinda, devrim sonrasinda yokluk yillarinda uygulanan "Yeni Ekonomik Politika", NEP Modeli oldugunu görüyoruz. Cin`li revizyonistler Leninist NEP Modeli`ni sosyalist özünden soyutlayarak, Cin`i kapitalizmin üretim üssü olmasi icin bir arac gibi kullandilar. Lenin, NEP Modeli`ni yaratirken, kapitalizmin üretici gücleri gelistirme özelliginden yararlanmak istemisti. Bu nedenle ülkede sinirli bir kapitalist uygulamaya izin veriliyor, ekonomide "kapitalizm adaciklari" olusturuluyordu. Bir anlamda kapitalist üretim üsleriydi bunlar. Kapitalistlerin can ve mallari devlet güvencesine aliniyor, kendilerine istedikleri an yurt disina cikabilme, üretime son verip mal varliklarini ülke disina cikarabilme serbestisi taniniyordu. Lenin, NEP döneminin gecici oldugunu, ülkenin kendi üretim temposunu bulunca, NEP uygulamasinin kaldirilacagini ilan etmisti.

Cinli revizyonistler ise tam tersine NEP modelini, ülkeye kapitalizmi geri getirmek icin kullandilar. Sonucta ilk baslarda ekonominin sosyalist planlama karakteri bozulmuyor, tam tersine, dis piyasalar ve ihracat icin calisan bir takim kapitalist üretim adaciklari kuruluyordu. Ama daha sonra bu adaciklar genislediler ve ülke ekonomisinin geneline yayildilar. Bugün ülkede devasa bir mal ve hizmetler piyasasi olusmus durumda. Cin`li turistler dünyanin dört bir yanina seyahat ediyor. I-Phone`un her yeni modeli Cin`de peynir ekmek gibi satiliyor. Hâlâ ülkede serbest bir döviz piyasasi olusmasa bile, Cin ekonomisi göbeginden disa bagimli. Kendi icinde rasyonel dengeleri olusmadan amorf bicimde gelismis durumda oldugundan, disa bagimlilik ortadan kaldirildigi an, Cin ekonomisinin kendi icine cökecegini herkes biliyor. Cin, kurtulmak icin her kimildayisinda, bogazindaki boyunduruk biraz daha sikilasiyor. Ayrica Cin`de kapitalist bankacilik gelenegi bulunmuyor. Yani bir anlamda, Cin`i yalniz biraksaniz, Cin bankacilik sistemi kendi ekonomisini besleyemez. Tersine önce bankalar cöker.

Cin acisindan durum böyle. Ama Cin`i bagli oldugu Amerikan ekonomisi ile birlikte ele alin. O zaman dahiyane bicimde unsurlari tek tek bir araya getirilmis, son derece uyumlu calisan bir kapitalist sistem görürsünüz.



31 Mayıs 2014 Cumartesi

Hindistan ve Türkiye arasindaki sasirtici benzerlikler

Bir önceki yazımda Modi`nin Hindistan`da muhtesem bir zaferle iktidara geldigini ve bu sonucların dünyada ekonomik ve siyasal dönüsümlere yol acacagını belirtmistim. Modi`nin secim zaferinin %60`lik bir oy oranıyla birlikte gelmesi olaya bambaska bir boyut kazandirmıs durumda. Zaferin boyutu o kadar sarsici idi ki, gecen dönemin iktidarı Kongre Partisi, Mayıs ayında tamamlanan secimde ücüncü parti düzeyine düstü. Modi`nin iktidara gelecegi tahmin ediliyordu; ancak bu derece yüksek bir oy oranı alması herkes icin bir sürpriz oldu.

Her seyden önce Hindistan secimlerinin devasa boyutunu burada belirtmek gerekiyor. Hindistan halkı tereyagından kıl ceker gibi, bir tek kisinin bile burnu kanamadan 4 hafta süren bu devasa secimi basarıyla tamamlamayı ve bu acıdan diger gelismekte olan ülkelere örnek olmayı bildi. Secim bu nedenle bütün dünyanın hayranlıgını üzerine cekti, hakli olarak. 

Secimde oy kullanma hakkına sahip 830 milyon secmen vardı ve bu sayı, gecen 2009 secimlerindeki secmen sayısından 100 milyon kisi daha fazlaydi. Secimde 930 bin sandık kullanıldi. Secmen ve sandik sayisinin coklugundan ötürü basvurulan elektronik oy verme yöntemleri de secimlerde basariyla uygulandi. Bu uygulamalar, demokrasinin, sadece iyi egitilmis Avrupa ve onlarin devami olan ABD, Kanada, Avsutralya ve Yeni Zelanda halklarina verilmis bir ayricalik degil; gelismekte olan bütün ülkelerin uygulayabilecegi bir yönetim bicimi oldugunu ispatliyor. Ayrica Hindistan`da simdiye kadar hic askerî darbe olmadiginin da altini cizmek gerekir. Tabii Hindistan`in bu basarisinda, Hint demokrasisinin Ingiliz liberalizminin etkisi altinda sekillenmesinin etkisi büyüktür. Baska hicbir Ingiliz sömürgesinin, neden ayni basariyi gösteremedigi de ayrica sorgulanabilir. Hindistan`in basarili olmasinda, Ingiliz liberalizmini absorbe edebilecek muazzam kültürel derinliginin etkisi tabii ki gözardi edilemez.

Hindistan secimlerinin bir özelligi daha var: Bu secimler ilginc bicimde Türkiye ve Hindistan toplumlarinin nasil birbirine benzedigini gözler önüne serdi.

Benzerlik her seyden önce Erdogan ile secimi kazanan Modi arasinda bulunmaktadir.

Iki lider arasinda belki de en göze carpan benzerlik, her iki liderin de yerel yönetimlerden gelmis olmasidir. Erdogan`in Istanbul Belediye Baskanligi nasil basarili ise Modi de Gucerat eyaletini âdeta öyle ihya etti. Bu eyalette ekonomik refahin temellerini atti.

Bir diger benzerlik her iki liderin de dinsel temalari referans olarak kullanmasi. Modi, Hindu dinine mensup bir politikaci ve propogandasini dini motiflerle süslüyor. Erdogan`in da Islamî konulari (basörtüsü, Imam Hatip Okullari, cemaatlerle iliskiler, Kutlu Dogum Haftalari vs.) vurgulayan bir siyaset yürüttügü malûm.

Her iki lider de bölücü ve ayristirici bir sekilde siyaset yapiyor. Burasi cok önemli. Modi, ayni Erdogan gibi, hem bazi kitlelerce hayranlikla desteklenen, hem de baska bazi kitlelerce kendisinden ölesiye nefret edilen bir politikaci. Hatta yerel yöneticisi oldugu Gucerat eyaletinde 2002 yilinda patlak veren ve binden fazla Müslümanin öldürülmesi ile sonuclanan siddet hareketlerini el altindan destekledigi düsüncesi özellikle Müslümanlar arasinda ve Bati`da yaygin. Hatta Amerika ve Ingiltere onu bu nedenle, ayni Kaddafi gibi bir "parya" olarak damgaladilar ve Amerika 10 yil boyunca Modi`ye ülkeye giris vizesi vermedi. Modi yillarca asagilandi. Ayni bizim Erdogan gibi. Bu asagilanma ona magduriyet süsü kazandirdi. Bu nedenle Modi, yillarca Hindistan`daki Bati`ya olan öfkeyi oya tahvil etmesini bildi. Ayni Erdogan gibi.


Modi, ülkeyi tam anlamiyla etnik ve dini temelde böldü. Erdogan nasil sünnî Türkleri kendine hedef kitle olarak secmisse, Modi de Hinduizme mensup Hintlileri kendi tabani olarak benimsedi. Modi`nin aldigi oylari gösteren haritaya bir göz atilirsa, bu politikacinin ülkeyi nasil etnik ve dini temelde ayristirdigi daha kolaylikla görülebilir. Sagdaki harita Hindistan`in etnik haritasidir. Soldaki harita ise Modi`nin cogunlugu ele gecirdigi yönetsel birimleri göstermektedir.


Haritalardan görülecegi üzere, Modi`nin partisi BJP, esas olarak Hinduizmi benimseyen Hint uluslarindan oy almistir. Bu bölgeler turuncu ile gösterilmektedir. Bunlar büyükten kücüge dogru, standart Hintliler (Racastan dahil), Marathiler, Bihariler, Gucerat ulusu, Kesmir ile Assam uluslaridir. Modi, Dravid`lerden oy alamadigi gibi, nüfusunun %99`u müslüman olan Bengalliler`den de umdugunu bulamamistir. Yine Hinduizme mensup olmasina ragmen Hint uluslarindan Oriya ulusu Modi`ye yaklasmamistir. Sikh dinine mensup olan Pencap halki da Modi`ye yüz vermemistir. Bu sonucta eski basbakan Singh`in bir Pencapli olmasinin etkisi de vardir tabii. Modi, Assam eyaletlindeki Cin-Birman asilli halklardan da oy alamamis görünüyor. Buralarda Kongre Partisi güclüdür.

Bu harita bölünmüs ve ayrismis haliyle büyük ölcüde Türkiye secim haritasina benzemektedir. Yani Hindistan`da da Türkiye`de oldugu gibi oy haritasi etnik ve dinsel farkliliklara göre bicimlenmistir. Nasil Türkiye`li Kürtler büyük oranda kendi partilerine (BDP`ye) oy verdilerse, Hindistan`in Kürtleri olan Dravidler de kendi partilerini desteklemislerdir. Nasil ki, sünni Türklerin bir kismi (beyaz Türkler, özellikle Ege Denizi kiyisindaki Türkler) Erdogan`dan ölesiye nefret ediyorsa, Oriya ve Bengal uluslari da ayni sekilde, cogunlugun yolundan saparak ya kendi yerel partilerine, ya da Kongre Partisi`ne oy vermislerdir. 

Bu durum, dinsel ve etknik temalari sömüren, bunlari birer politika araci olarak kullanan Türkiye`deki Erdogan ve Hindistan`daki Modi gibi ayristirici politikacilarin âdeta secim basarisini garantileme taktiginin bir sonucudur. Yani her iki politikaci da birlestiren degil, ayristiran bir siyaset yürüterek cogunlugu elinde tutmayi tercih etmektedirler. Her iki politikacinin üslubu da güclü bir retorikle beslenen kavgaciliktir. Her iki politikacinin da itiraz eden, kural koyucularin karsisina yeni kurallarla cikan protest bir tavri vardir.

Hindistan`daki Kongre partisi ise (oy aldigi bölgeler mavi ile isaretlenmistir) bizdeki CHP`nin karsiligidir. Gercekten iki parti arasinda Modi ile Erbakan-Erdogan ikilisi arasinda oldugundan belki de daha cok benzerlik bulunmakta. Kongre Partisi`ni Gandhi-Nehru ikilisi kurdu. Bizdeki Atatürk-Inönü ortakligina benzeyen bir iliski vardi aralarinda. Nehru`nun kizi Indra da daha sonra Gandhi`nin soyadini benimsedi. Gandhi hanedani bizdeki Inönü hanedani gibi uzun yillar ülkenin kaderine hükmetti.

CHP de, Kongre Partisi de Bati`ci, dinler üstü politikalar benimsemislerdir. Her iki parti de seckinci-batici`dir. Dolaysiyla direkt Bati kaynakli politikalarin araci olmakta bir sakinca görmezler. Bu politikalari bir aydin depotizmi tarzinda topluma dayatirlar. Mesela Indra Gandhi, Hint halkinin zorla kisirlastirilmasini öngören Bati kaynakli politikalara evet diyebilmistir. Bu proje kapsaminda yüzbinlerce Hint`li erkek para, ev ve iyi bir yasam karsiliginda kisirlastirilmistir. Indra Gandhi`nin ogullarindan Sanjay Gandhi`nin liderliginde yürütülen bu kampanya toplumda büyük tepki görmüstür.  

Ve en son benzerlige geliyoruz. Nasil Ecevit, iktidari sirasinda 2001 krizi patlak verince, ekonomi yönetimini de Kemal Dervis`in eline teslim etmis, o da Türkiye`yi borclanmak zorunda olan bir cari acik ülkesi haline getirmisse, Kongre Partisi de Manmohan Singh`i Amerika`dan getirtip Hindistan`in ekonomisini Bati cikarlari dogrultusunda yeniden düzenlemesi icin onun ellerine teslim etmistir. Manmohan Singh, Kemal Dervis`ten farkli olarak 10 yil basbakanlik koltuguna oturdu. Erdogan ve Modi gibi saldirgan politikacilarin, Bati kaynakli bu cari acik yaratici, borclandirici, sıkı paracı, üretimi engelleyici politikalardan sonra isbasına gelmesi bir tesadüf degildir. Her iki ülke de bugün bu politikalarin sonucu olarak yeteri kadar üretememe, toplumsal enerjiyi üretime kanalize edememenin sikintisini cekmektedirler.

Türkiye ve Hindistan`in git gide artan benzerligi esas olarak ikisinin da cari acik ülkesi olmasindan kaynaklanmaktadir.