21 Ağustos 2013 Çarşamba

Müslüman Kardesler ve Modern Misir

Misir`daki Müslüman Kardesler örgütüne, laikligin bir ön asamasi olarak bakmak gerekir. Her ne kadar üyeleri arasinda laisizme karsi olanlar varsa da, bu yapilanmanin islevi büyük ölcüde toplumu laisizme hazirlamaktir. Bu islev, yapilanmanin iradesinden bagimsiz olarak, hattâ belki onlar istemeden, kendiliginden yerine getirilmektedir.

Bu nasil olur? diye sorulabilir. Bizden bir örnek vereyim: Namik Kemal laik bir kisi degildi. O da, ton farkliliklari olsa da, tipki Ahmet Cevdet Pasa gibi, tabii onun derinligine de asla ulasamadan, islami ilkelerin modern demokrasi kurallari cercevesinde yeniden tanimlanmasini amacliyordu. Bu arada Namik Kemal`in Latin harflerinin kullanimina da karsi oldugunu belirtelim. Ama bizzat bu caba, Türk toplumunu laisizme hazirladi. Toplum laik kavramlarla tanisti, onlari yorumladi. Laisizmle demokrasi arasindaki baglari inceledi. Öyle ki 1908 devrimine kadar bütün bu kavramlar tek tek elden gecmis, 1908`in canli düsünce ortaminin zemini hazirlanmisti. Bununla birlikte laisizmin Türk düsünce hayatinda bagimsiz bir kavram olarak ortaya cikisi yine de Birinci Dünya Savasi`nin sonlarina dogru ve belki de Mütareke Dönemi`nde söz konusu olabilmistir. Riza Nur, anilarinda Türk toplumunda laisizmi ortaya atanin kendisi oldugunu ileri sürer ve "Laisizm benimdir. Mustafa Kemal onu benden aldi" der. Yine de biz laisizmin, Namik Kemal sonrasi ikinci kusak jön Türklerden Abdullah Cevdet`in cabalari sayesinde yerlestigini düsünmeliyiz. Pozitivist Ahmet Riza, düsünce olarak laisizme yakindi. Ama bir program maddesi olarak laisizmin esas olarak Abdullah Cevdet tarafindan (kendisi bir Kürt`tü) olgunlastirildigini düsünebiliriz. Abdullah Cevdet ayrica islamiyete karsi yürüttügü, Türk toplumunda bir zamanlar firtinalar koparan kampanyalarla taninir. Toplumu provoke edici bir tarzda, islamiyet karsiti Bati düsünürlerinin eserlerini Türkce`ye ceviriyor ve ortalik birbirine giriyordu.

Tabii bu olanlar Türkiye`de 150 yil önce oldu. Misir ise daha yeni yeni bu asamaya yaklasiyor. Misir`in ve genel olarak bütün Orta Dogu`nun gec kalmasinin nedeni, sömürgeci düzenin ta kendisidir. Türkiye ise Cumhuriyet dönemlerinde gerci ekonomik olarak disa bagimliydi, yani bir cesit yari sömürge konumundaydi, ancak düsünsel acidan kendi sistemlerini kendi kurabiliyor, onlari bir süre uyguluyor ve sonra gerekirse degistirebiliyordu. Atatürk ve Inönü dönemlerinde radikal islamin geriletilmesi, özellikle yeni sistemlerin uygulanmasi sürecini âdeta bir "tak-cikar" yöntemi gibi basit ve pratik hale getirmisti. Daha sonra bu esnekligin kayboldugunu, sistemin özellikle 1960`lara dogru sertlestigini görecegiz. Sertlesmenin en belli basli nedeni, toplumda radikal islamin yeniden yükselise gecmesi ve politikacilarin (basta Menderes olmak üzere) buna yüz vermesidir. Radikal Islamin yükselisi, 1969`da Erbakan`in siyaset sahnesine cikmasina neden oldu. Önceleri, Erbakan`i radikal islamin yarattigi bir korkutucu figür olarak karsilayan Türk toplumu, zamanla bu figürün radikal islamin yükseliisine verilen bir Türkiye cevabi oldugunu farketti. Yani 1949`da eski haliyle bir kenara birakilan Bati Islam sentezi meselesi, yani bildigimiz su ilimli islam, 1969 sonrasi dönemde yeniden ileri sürüldü. Türkiye`de bu önemli degisimler yasanirken ayni dönemde Orta Dogu düsünsel acidan görece durgunluk icindeydi. Sömürgeci gecmis, dünya savaslari, Arap Israil ihtilafi; Arap dünyasinin radikal dini unsurlarindan kopmasini geciktirdi. Türkiye ise nispeten daha bariscil bir ortamda, ikinci dünya savasindan uzak kalarak, fazla etliye sütlüye karismayarak, laik sistemini ve laik sistem icindeki farkli alternatifleri gelistirebildi. AKP`nin dudak büktügü "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesi iste bu ise yaradi.

Simdi Orta Dogu, Türkiye`nin 1920-1945 arasinda gecirdigi degisim dönemine, kanla atesle yaklasiyor. Bu nedenle Müslüman Kardesler gibi her olusumu, aslinda laisizmin bir ön asamasi olarak yorumlamak gerekir. Müslüman Kardes`lerin seriati getireceklerine dair inanc, temelsizdir. Öyle olsaydi, Selefîler, yine seriatci Suudi Arabistan`in desteginde, Müslüman Kardesler`e yönelik Sisi darbesini desteklemezlerdi. Daha ziyade Sisi`yi Müslüman Kardesler`e yönelik seriatci tepkiyi örgütleyen bir firsatci olarak, bir basarisiz Bonaparte olarak görmek uygun kacacaktir. Sisi`nin basarisizligi surdan ileri gelmektedir: Bonaparte, Fransiz Devrimi`nin atesi sönmeye yüz tuttugu zaman iktidara geldi. Halk, devrimci asiriliklardan, idamlardan ve devrimci terörden bikmisti. Normal hayata dönüs özlemi duyuyordu. Sisi ise devrimin atesi toplumu hâlâ kasip kavururken iktidara gelmek cüretinde, daha dogrusu Suudi parasinin gücüyle "gafletinde" bulundu. Onun gibiler bilmez ki, bu atesin icinde toplumun temel bilesenleri yeniden tanimlanmadan bu ates sönmez. Toplum laisizme yöneliyorsa, bu yönelis sirasinda seriatci kesimle nihai bir hesaplasma gerekiyorsa, bu hesap görülmeden bu ates sönmez. Toplum bir konuyu hararetle tartisiyorken, Avrupa`nin ve yatirim dünyasinin huzuru kacmasin diye, "Tartisma falan yok! Hadi evinize!" denemez.

Bu acidan basinda cok sik görülen, Müslüman Kardesler`in islamci hareketi temsil ettigi, simdi gördükleri baskidan dolayi, radikalizme yöneleceklerine dair yorumlar yanlistir. Yine bunun gibi bazi "gezici" aydinlarin "Biz neden Mursi gibi bir radikal islamciyi destekleyelim ki" seklindeki beyanlari sapla samani birbirine karistirmakla birdir. Bu tür beyanlar bütün islamcilari ayni kefeye koymaktan kaynaklanirlar. Ayni insan gözünden bütün yunuslarin tipatip birbirine benzemesi gibi. Oysa bir yunus yavrusu, o bize göre birbirinin ayni olan yunuslarin icinde kendi annesini yine de arayip bulur. Tanimayan göz, benzerlikleri abartma egilimindedir.Tanimak, biraz da farklilikara odaklanmaktir.



14 Ağustos 2013 Çarşamba

Bir Türkiye gercegi: aile katliamlari

Gün gecmiyor ki, yeni bir aile katliami haberi gazetelerde yer almasin. Aile üyelerinin toplu olarak ortadan kaldirildigi bu tüyler ürpertici katliamlar, hepmizi derinden sarsiyor. Bu öldürmeler Türkiye`nin basetmek zorunda oldugu sosyal sorunlarin basinda gelir. Sorun büyük ölcüde Orta Dogu kökenlidir. Bu cografyada insanlar arasindaki sorunlarin öldürerek cözülmesi gelenegi vardir. Kan davalarinda genellikle bir ailenin son bireyi ortadan kaldirilincaya kadar öldürmeye devam edilir. Yani herhangi bir sorun direkt ailenin kimligi ile özdeslestirilir. Sorunun aslinda damarlarda, kanda ve genlerde oldugu seklinde inancin somutlastirilmis ifadesidir bu. 

Atatürk de bir zamanlar "Muhtac oldugun kudret, damarlarindaki asil kanda mevcuttur," dememis miydi? Atatürk`ün bu söylemi tabii ki politik, yani kitlelerin gönlünü almaya yönelik bir söylemdir. Ama toplumun bilincaltina seslendigi de bir gercektir.  

Diger bir ifade ile, cözüm nasil "kan"da mevcutsa, sorun da yine o "kan"da mevcut olmalidir. "Kan"dir söz konusu olan. Yani sorun, düsüncelerden kaynaklanan, yaratici düsünce ve calismayla, emekle ortadan kaldirilabilecek bir sey degildir. Tek cözüm yolu vardir: o da öldürmedir. 

Öldürmenin bir cözüm yolu oldugu seklindeki toplumun bilincaltina yerlesmis olan güclü inanc, bazi kisilerin "Sallandiracaksin bunlari!" seklinde idam cezasinin geri getirilmesini isteme seklinde de tezahür eder. 

Fakat aile katliamlarinin baska bir boyutu da var. Cogu katliamda aileler, bazen kendi üyelerinden biri tarafindan ortadan kaldirilmaktadir. Bu "ortadan kaldirici" ani gelisen tepkisel katliamlarda genellikle baba veya en büyük erkek kardes olmaktadir. Bu durumda katliamlar genellikle "cinnet" görüntüsü altinda yapilmaktadir ve aile babasi veya en büyük erkek kardes, katliami yaptiktan sonra intihar eder. Planli öldürmelerde ise genelde, az ceza alir, hapisten ciktiktan sonra hayatina devam eder düsüncesiyle töreye göre, ailenin namusuna leke sürdügüne inanilan "abla" ailesi tarafindan en kücük erkek kardese öldürtülür. Öldürme görevinin erkege verilmesi ve erkegin kendini öldürmeye programlamasi ilginctir. Türkiye`de hicbir aile bir kadin tarafindan ortadan kaldirilmamistir.  Aslinda bütün dünyada serî katillerin yüzde doksan dokuzunun erkek olmasi, cellatlik mesleginin erkeklerin tekelinde olmasi da alti cizilmesi gereken gerceklerden biridir.

Yani bir yanda cözülmesi gereken bir sorun var. Örnegin aclik var, köyden kente göc var, uyum sorunlari var, asagilanma var. Diger yanda cözüm olarak insanlara önerilen tek bir yol var: öldürme... Aile katliamlari bu sekilde ortaya cikmaktadir. Yalniz, büyük sehirlerde "sorun" olarak algilanan sey, artik namus, töre, kan davasi gibi feodalizmin klasiklesmis sorunlari olmamaktadir. Cünkü insanlar sehre bu tür degerlerin artik hayatlarindaki eski anlamini yitireceklerini bilerek gelmektedirler. Sorun olarak daha ziyade, issizlik, parasizlik sehre uyum sorunlari, asagilanma ve dislanma gibi kapitalizme özgü sorunlar algilanmaktadir. Bu sorunlarla basedebilmek icin gelistirilen kapitalizme özgü, sendikalasma, dayanisma, is birakma, gösteri yapma, yargiya basvurma, psikologa gitme gibi sorun cözme, en azindan cözümü zorlama yöntemleriyle daha tanisamadiklari icin kendi öldürme yöntemlerine basvurmaktadirlar. 

Bakiniz, size bir örnek vereyim. Türkiye 2 Kasim 2012`de yine böyle bir katliam haberiyle sarsildi. Katliam Bagcilar semtinde yapilmisti. Tekstil iscisi Ergin Sargik, esi Sacide Sargik`i, kardesi Bayram Sargik`i ve cocuklari ; Suzan (18), Gülcan (14), Sevda Sarkık (15)  ve Abidin  Sargik`i (5)`i öldürdü. Erhan (8) ve Ercan,' i (8) ise agir yaraladi. Bu cocuklar simdi yasiyor mu, bu bilinmiyor. Yani toplam 3 kiz cocuk, 3 erkek cocuk, bir es ve bir erkek kardes, ailenin reisi tarafindan öldürüldü veya agir yaralandi. Öldürülenlerden geriye sadece fotoğrafları kaldı. Amca oglu Mehmet Sargik, olaydan sonra Engin Sargik icin: "Gayet sakin bir insandı. Evinden işine gider gelirdi. Çocuklarının ailesinin ekmeğinin peşindeydi. Herhangi bir sorununu ne duyduk ne de gördük. Hiç kimseyle problemi dahi yoktu." ifadelerini kullanmisti. Bakiniz bir sonraki gün cikan Milliyet Gazetesi.

"Herhangi bir sorununu ne duyduk ne de gördük", diyor amcaoglu. Bu söze mim koyalim. Yani amcaoglu acligi, fakirligi, issizligi aslinda bir öldürme nedeni olarak algilamiyor. Cünkü kendisi büyük bir ihtimalle uzunca bir süredir sehirde yasamaktadir ve kapitalist sorun cözme yöntemlerini artik geri dönüssüz olarak benimsemistir. Akrabasinin "ekmek pesinde" oldugunu söylemesi, onun fakrü zaruret icinde oldugunu bildigini, ancak bunu dogal olarak kabul ettigini göstermektedir. Cünkü sehre yeni gelenlerin, yeni yasamlarina alisincaya kadar bir müddet "sürünmesi" dogal kabul edilmektedir.  

Gazeteler bu arada bol bol yalan haberler yayimladilar. Örnegin Engin Sargik`in esi Sacide Sargik`la, kayinbiraderi Bayram Sargik`in arasinda bir iliski oldugundan süphelenildi. Ikisi arasinda cok sayida mesajlasma oldugundan, Bayram Sargik`in cep telefonunun faturasinin cok kabarik geldiginden, agabeyiyle bu fatura yüzünden tartistiklarindan, agabeyin iliskiden süphelendigi icin cinnet getirdiginden bahsedildi. Gazeteler yasak ask, aile ici ensest haberleriyle doldu birden. Katliam, yasak ask icin yapilmisti. Fakat birkac gün sonra akrabalarin ifadeleri, öldürülen kadinin, birakin cep telefonu kullanmayi, okuma yazmasinin bile olmadigini ortaya cikardi. Yani kisacasi yasak ask falan yoktu ortalikta. Bizim Türk basini yasak ask hikâyelerine bayilir. Cünkü toplumda, özellikle genc erkeklerde bir "zina", evli kadinlarla, üstelik kocanin da hazir bulundugu ortamlarda, onun onayiyla seks yapma saplantisi vardir. "Issiz Adam" filmi neden meshur oldu dersiniz? Basin da bu saplantiyi bildigi icin hemen haberlerin icine bir tutam "zina" serpistirir. Böylece haberlerin daha kolay okuyucu bulacagi hesaplanir. Bu yakistirmalari yapan basin yalani ortaya cikinca utandi mi? Hayir, ne gezer! Türkiye basininda utanma diye bir sey yoktur cünkü. 

Her neyse! Peki adam durup dururken bu güzelim insanlari neden yok etmisti? Olayin ayrintilari yavas yavas ortaya döküldükce Türkiye insaninin derin caresizligini ve köseye sikismisligini anliyorsunuz. Bu köseye sikismislik karsisinda, kültür sokuna ugrayan insanlar ölümden baska care bulamiyor. Cünkü sorun algilandigi an, cözüm, yani öldürme fikri de kendiliginden ortaya cikiyor. 

Katliamdan önce adami calistigi tekstil fabrikasi isine son vermisti. Belki fabrika degil, bir tekstil atölyesiydi bu. Haksiz yere, tazminatsiz isten cikarildigini düsünen Engin Sargik, tekstil fabrikasi aleyhine, isten cikarilan diger arkadaslariyla birlikte dava acmaya karar verdi. Ancak dava acmak icin gerekli mahkeme masrafi, kisi basina 250 liraydi ve isten cikarilan Engin`in cebinde sadece 5 lira vardi. Dava dilekcesi masrafini arkadaslari karsiladilar. O dava dosyasi, tozlu raflarda duruyor simdi. Türk insaninin cevapsiz kalan sorularini temsil ederek. 

Engin, Istanbul`a gelmeden memleketi olan Batman`da bir ara hayvan ticareti yapmis, ancak o isi iflas ederek ve mal varliginin hemen tamamini kaybederek birakmak zorunda kalmisti.

Insanlar tazminatsiz olarak isten cikariliyor. Bu insanlarin aslinda hicbir sosyal güvencesi yok. Dayanacaklari bir aile örgütlenmesi de bulunmuyor. Akrabalarin hemen hepsi, onlar gibi caresiz, cünkü onlar da sehre yeni gelmisler, hayata tutunmaya calisiyorlar. Üstelik memleketlerinden devraldiklari feodal gurur yakalarini birakmiyor. Onlarin baskalarindan para istemesine engel oluyor. 

Hayvancilik kirsal kesimde cökertilmis. Özellikle güney dogu Anadolu`dan göc dalgalari, bu nedenle büyük sehirlere vurmakta. Bu hayata tutunmaya calisan insanlarin tutunacaklari hicbir dal yok. Issizlik yardimi, sosyal maliyet olarak kabul ediliyor ve buna yanasilmiyor. Tersanelerde, surda, burda, cok basit emniyet tedbirleri, örnegin 3 liralik gaz maskesiyle önlenebilecek is kazalarinda her gün isciler can veriyor. Emniyet tedbirlerini, maliyetleri kabartacagi icin kabul edilmiyor. Bu emniyet tedbirlerini almayan is yerleri, örnegin tersaneler, cezalandiriliyor mu? Hayir! Topkapi`da, kis günü cadirlarin icinde isinmaya calisirken iscilerin yaktiklari sobadan cikan kivilcimlarin cadirlari tutusturmasi sonucu yanarak ölenlerin hesabi soruldu mu? Bu sorular böyle devam edip gider. Cünkü var olan düzen, islamcilik maskesi takmis olan bir "turbo kapitalizm"den baska bir sey degildir. Yani var olan iktidar sahipleri, bu iscilerin sefalate itilmesinin önüne gecebilecek issizlik yardimi, cocuk yardimi gibi harcamalari, kalkinmayi engelleyici yükler olarak görmekte ve bu harcamalari yapmamaktadir. Söyle düsünülmektedir: "take off" noktasini yakalayincaya kadar, bu sosyal maliyetlere katlanilmalidir. Nasil ki Cin`de, Tayland`da, Filipinler`de bir canak pirinc ugruna bütün gün calismaya hazir olan kitleler varsa, isgücü maliyetlerinde rekabeti yakalamak icin Türkiye de bu insanlarin sefalete itilmesine ses cikarmamalidir. Yalniz unutulmamasi gereken bir sey var: Cin`de evet bir canak ugruna bütün gün calisiyor insanlar, ama hic olmazsa calisiyor, bir is bulabiliyorlar. Dünya Bankasi verilerine göre, Cin`in 2000-2011 arasi ortalama büyüme hizi %10,8`dir. Hindistan ayni dönemde ortalama %7`lik bir büyüme hizi yakalanmistir. Nijerya`da bu hiz, %6 civarindadir. Filipinler`de bile %5`tir. Türkiye ise yüksek faiz ve degerli para yüzünden, ihracatini yeteri kadar artiramadigi icin ayni dönemde ortalama büyüme hizi %4,3`tür. Ekonomi yeteri kadar büyüyemedigi icin kronik issizlik orani cok yüksektir. 

Yani kalkinma icin insanlarin hayati feda edilmektedir. Peki, kalkinma bari istenen hizda saglanabilmekte midir? Hayir. 

Yani ödenen sosyal maliyete degiyor mu bu kalkinma hizi? Yine hayir. 

Peki, kalkinma mutlaka sosyal maliyet karsiliginda mi gerceklesir? Maalesef evet. 

Peki, bu sosyal maliyetin hic olmazsa aile katliamlarina ve can kaybina yol acmamasi icin gereken tedbirleri aliyor mu aileden ve kadindan sorumlu sayin bakan? Mesela büyük sehirlere güneydogudan gelmis büyük aileler icin ne gibi projeler gelistirildi, Aileden ve Kadindan Sorumlu Devlet Bakani sayin Fatma Sahin?

Behcet Necatigil bir siirinde söyle der: "Susanlara bir sey sormayiniz"

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Oprah Winfrey: "Irkçılık hâlâ problem"

Amerikali sarkici Oprah Winfrey`in Isvicre`de maruz kaldigi irkci muameleyi gazetelerden okuyunca bu irk ve milliyet meseleleri yeniden ön plana cikti. Olay gercekten ilginc. Düsününüz: Üc milyar dolariniz var ve dünyanin en sevimli insanlarindan birisiniz. Para, san, söhret hepsi sizde, Hazir Zurich`e gitmisken, ipinizi koparmak, tek basina alisverise cikmak istiyorsunuz. Ama birden bire karsinize cikan bir irkci, balyoz gibi tepenize inip size ummadiginiz bir deneyim yasatiyor. "O canta sizin icin cok pahali," diyor satici bayan. Sadece cantayi degil, cantayi üreten firmayi satin alacak serveti olan Oprah Winfrey`in "Bir ara dükkândaki her seyi satin almayi düsündüm" demesi de ilginctir. Iki nedenden ötürü. Bir: Zenginlik, insanoglunun saygiya ve sevgiye susamisligini bir nebze olsun azaltmiyor. Hatta belki tersine artiriyor. Iki:  Bu saygi ihtiyaci karsilanmadigi zaman insanoglu hemen kesenin agzini acmaya yelteniyor. Biz Türkler bu durumu "Ben adami paramla döverim" ifadesiyle aciklariz. (Ah, su Türkce`nin keskin alayciligi!)

Bizzat olayda, irkciliktan muzdarip satici bayanin, Oprah Winfrey`in cantaya dokunmasina bile izin vermemesi de ilginc. Canta cok pahali oldugu icin, camekânli özel bir bölmede muhafaza ediliyor. Oprah Winfrey üc kere rica etmesine ragmen, satici bayan bir türlü cantayi onun zenci ellerine teslim etmeye razi olmuyor. Bati kültüründe dokunmanin kirletmek anlamina geldigi yönünde bir metafor vardir. Mesela yeni dogan cocuk, hristiyanlikta suyun icine sokularak yikanir, yani vaftiz edilir. Ama bazi kisilerin aslinda vaftiz edilemeyecegine dair bir düsünce de vardir aslinda bati toplumlarinda. Söz gelimi Nietzsche "Ayak takimi icmeyegörsün ,bütün sular agulanir, "der. Yine Freud, dokundugunu altina dönüstüren, bu nedenle acliktan ölen kralin efsanesini yorumlar bize. Altin, efsanede pisligin yüceltilmis bicimidir. Aslinda kral her seyi dokunarak kirletmektedir. Yine ayni sekilde Isa`nin carmiha gerildikten sonra yeryüzünde Meryem`e görünmesi sirasinda onu "Bana dokunma" diye uyarmasi ilginctir. "Cünkü daha Babanin yanina cikmadim." (Bakiniz Yuhanna Incili, Bölüm:20) Bütün bunlar bu tür metaforlarla büyümüs Batililarin her tepkisinin, aslinda o metaforlar tarafindan kosullandirildigini gösterir.

Irkci asagilanmaya maruz da kalsa bir irka, millete mensup olmak insan icin kacinilmaz bir olgu. Eninde sonunda bir millete mensubuzdur. Icinde dogdugunuz milleti sevmenin ahlaki bir erdem oldugu ögretilir bize. Bir bakima milliyet, anneyle özdestir. Bir kadin hatirliyorum. National Geografic televizyonunun kaybolan dillerle ilgi yaptigi bir belgeselde konusmustu. Konusan sadece 5 kisi kalmis olan ana dili hakkinda, "Bu dil benim annemin konustugu dil" demisti. Annemizin agzindan cikan kelimeler, inanilmaz cagrisimlar yaparak sonsuzlukta yankilanir. Insanoglu. hicbir dili kendi ana dili gibi derinden duyarak algilayamaz. Ama bu dil ayni zamanda baskalarina yabanci kilar sizi. Kuran`da, "Isteseydik bir sizi tek bir kavim olarak yaratirdik" ayeti bulunmaktadir. Bu ayet, birbirinine yabanci olmanin evrenselligini anlatir bize. Yani bir bakima yabanci olmak evrensel, tanisik olmak ise istisnaidir. Ama ayni zamanda ayet, birbirimizi anlamaya ve sevmeye calismanin da vazgecilmezligine isaret eder.

Vatanimizda iken, Türklügün icinde yüzdügümüzden olacak, aklimiza pek milliyetimiz gelmez. Bu konular daha cok MHP`ye birakilir. Saka maka, bu parti, Türkiye`de Türklügü savunan neredeyse tek parti konumundadir su an. Ama ilk defa yurtdisina ciktigimizda birdenbire, MHP`nin desteginden de yoksun kaldigimizdan midir nedir, yalniz hissederiz kendimizi. "A, evet ya, biz Türk`tük sahi, ne yapacagiz simdi?" gibisinden telasa benzer bir ruh hali sarar benligimizi. Öyle ya, "Biz bu adamlarin sehirlerini zamaninda tek tek kusatip onlarin hayatini cehenneme cevirmedik mi?" seklinde bir soru bile sorabiliriz kendimize. Ögünsek mi yerinsek mi bilemeyiz. Yüzümüze devamli bir ayna tutulur ve Türk oldugumuz hatirlatilir. Aynadan yansiyan görüntü bize hic uymaz. Bir de karsiniza, bu yetmiyormus gibi, Fethullah cemaatinin Avusturya`daki basörtülü, takkeli temsilcileri cikar. Durum daha da karmasik bir hal alir.  Kendimizi simdiye kadar hep farki görmüsüzdür cünkü. Öyle ki, Türklük ve Türk olmak, simdiye kadar, bizim alabildigine disa acilmis evrenimizde bir ayrinti olarak kalmistir. Kendimizi neredeyse bu ayrintidan soyutlamisizdir. Soludugumuz havayi unutmamiz gibi. Bir örnek vereyim: ben Türk oldugum halde, kendimi hep Bizans`la özdeslestirmisimdir. Disardan gelip, kalelerinin güc kullanilarak zaptedilen bir sehrin ahalisinin yetiskinlerinin tek tek, âdeta siraya sokularak idam edilmesini, kizlarinin ve erkek cocuklarinin seks kölesi haline getirilmesini, direnmeyip teslim olanlarin da hayatta kalmakla ödüllendirilmesini övmem. Fatih`ten de kisi olarak zerre kadar hazzetmem. Onun yerine savasarak ölmeyi görev bilen, cesedi ölen diger yoldaslarinin cesetleri arasinda teshis dahi edilemeyen Bizans imparatorunu severim ve ona saygi duyarim. Yani ben klasik Türk cizgisinin o kadar uzagindayimdir. Hos, böyle bir cizgi var mi, o da tartisilir ya. Cünkü aslinda Türk olmak, alisilagelenin disina cikabilmektir bir bakima. Kimi zaman anti-Türk olabilmek, ama gerektiginde yine Türklüge geri dönebilmektir. Onu da bilirim. Yani Türklük aslinda bin yüzlüdür ve Türkler tarihte inanilmaz zikzaklar cizebilen bir ulustur. Öyle olmasaydi, Orta Asya`nin derinliklerinden Avrupa`nin iclerine kadar sokulabilir miydik? Bu yolculuga mim koymak lazim. Dünyada ücbine yakin ulus icinde sadece yedi ulus vardir bunu yapabilen: Ingilizler, Fransizlar, Ispanyollar, Portekizliler, Yahudiler, Cingeneler ve tabii ki, Türkler. Mesela Almanlar bunu yapamamistir. Cünkü kita Avrupasi tarafinda kalmislardir. Gerci denizci bir millet olan Viking`ler, yani bugünkü Norvecliler de bunu yapamamistir. Cünkü onlarin da nüfuslari yetersizdi. Arap ve Iranlilar yapamamistir. Hatta Iranlilar kazik cakmis gibi tarih boyunca buluduklari yerden bir milim ayrilmamislardir. Ilginctir: bu yolculuk yapabilen uluslar, ya kendileri bizzat irkciligin hedefi haline gelmis ya da irkcilikla mücadele etmek zorunda kalmislardir. Türkler iste bu az sayida, yer degistirirken benliklerini kaybetmeyen, tersine gittikleri yerlere kendi kültürel varliklarini kabul ettirebilen, oralarda devlet kuran uluslardan biridir, Hattâ bugün bile dünyanin neresine giderseniz gidin orada is yapan, calisan, sirketler ve okullar kuran Türkler görürsünüz. Bunlar Türkiye`de dogup büyüyen insanlardir. Piri Reis`in Güney Amerika haritasini havadan görebilmesi ve cizgiye dökebilmesi tesadüf degildir. Bütün bu siradisi isler Türklügün karakterinin ana hatlarini verir bize . Bu karakter, kendine inanilmaz güvenen ve kiliktan kiliga girmeye dünden hazir, darbelere hazirlikli; hinzir, fettan, capkin ve esprili bir tür akinci karakteridir. Bir cok uluslararasi metinde Türklerin haciyatmaz karakterli bir ulus oldugu, darbe yedikce, ayni hiz ve siddetle dogrulduguna iliskin görüs, bir gercegi ifade eder. (Sevgili Hocam Prof. Dr. Mehmet Gürkaynak bir egitim sirasinda vermisti bu degerli bilgiyi bize. Türklügün siradisi karakteri konusunda beni ilk aydinlatan odur).

Yani bir bakima Türk olmak, kabina sigamamak, sadece Türk olmayi yeterli görmemek demektir. Bunun getirdigi inanilmaz dinamizmi yasamak demektir. Gecenlerde, Ingilitere`deki bir dil kursunda tanisip sonradan evlendigi Peru`lu bir kizin pesinden ta Peru`ye giden, sonra kizdan ayrilarak Peru ormanlarinda tek basina yasayan bir adamin hikâyesini okumustum. Adamin bir kelime Türkce bilmeyen kizi, Türkiye`ye gelip akrabalariyla tanismak ihtiyacini hissetmisti. Adam ise hâlâ ortada yoktu. Bu, Türk olmaktir iste. Adam belki hâlâ Peru ormanlarinda yasiyor, ama Peru`lular bile ona ulasamiyor. Türk`lügün bir baska temsilcisinin de National Geografik dergisi icin, bes kurus para harcamadan doganin size sunduklariyla yasanabilecegini iddia eden ve gercekten bu sekilde yillarca yasayabilen o insan olduguna da inanirim. O da Türk`tür tam anlamiyla. Yahya Kemal, Malazgirt Meydan Savasi`ndan sonra Bizans ordularinin darmadagin oldugunu ve koskoca Bizans ülkesinin bir ara tamamen Türk ordularinin hakimiyetine girdigini, Türk akincilarinin o hizla ta Bogaz sirtlarina kadar gidebildigini anlatmistir. Ve söyle demistir: "Türk gözü Istanbul`u ilk o zaman gördü." Ifadenin güzelligi, insanin icini ürpertiyor. Türklük ve Istanbul birlesince ortaya tabi inanilmaz güzellikler cikti. O akinci ruh Türktür iste. O ruhu ta icinde hisseden Yahya Kemal de Türk`tür.

Türkler insanligin bir kesimi. Ama ayni zamanda baska kesimler, baska zenginlikler var. Ben kendi hesabima Afganistan, Pakistan ve Hindistan asigiyim örnegin. Tamil ve Telugu dillerini hatasiz konusmayi ne kadar isterdim. Ayrica Bengal dilini de konusmak isterdim. Tagore`u kendi dilinde anlamak icin. Biliyorum ki. o harika siirler o dilde baska türlü yankiyacak. Pastun dilini konusmak isterdim. hâlâ arada bir BBC internet sitesinde Pastun dilinden haberleri anlamasam bile dinlerim. Dil, inanilmaz güzelliktedir. O sert cografyanin dili oldugu, hemen hic belli olmaz. Onlarin özelliklerini ve benzersizliklerini bilmeyi, dünyada artik konusulmayan baska dillerin sonsuzluktaki yankilarini dinlemeyi, dünyada mevcut 3500 dilin hic olmazsa 70-80`ini konusabilmeyi, mesela Bantu`lari anlayabilmeyi... Ama biliyorum ki, bu güzellikler benim ulasabilecegimden cok uzakta. Ama hic olmazsa o güzelliklerin var oldugunu bilmek, avutuyor insani. Irkcilik hâlâ bir problem demis, Oprah Winfrey. Problem, irkciligin aslinda bir ruhsal yoksulluk, bir zenginlikten habersizlik olmasindan ileri gelmektedir.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Ilimli Islam modelinin patenti aslinda Türkiye`nin elinde

Misir`da duvara toslayan, Tunus`ta krize giren, öte yandan Türkiye`de AKP iktidari ile on yildir uygulaniyor gibi görünen ilimli islam modelinin gelecegi tartisilmakta. 

Su an bu model Türkiye disinda bir tek Gannusi liderligindeki Tunus`ta tutunuyor. Gannusi`nin bilge bir yönetici olmasinin, ilimli cizgisinin bunda rol oynadigi acik. Ama henüz rejim Tunus`ta yeni kurulmus durumda ve daha ne kadar sürecegi de belli degil. Öte yandan Tunus`taki batililasmis, laik kesimin toplum hayatinda, ayni Türkiye`deki gibi etkili oldugu da bir gercek. Yani ilimli islam denilen sey, artik her neyse, yasayabilmek icin topluma etki edebilen, hattâ Türkiye`deki gibi toplum hayatinda basrol oynayan, ama islamcilari pek de fazla dislamayan, onlara hosgörü ile bakan, islami kesimden bagimsiz, cogu zaman ona karsit bicimde var olan, batililasmis, laik bir kesime ihtiyac duymakta. Diger bir anlatimla laisizm belli bir güce dönüsmeden ilimli islam modelinin iktidarda kalacagini düsünmemek gerekiyor. Misir`da bu kesim, Türkiye`deki kadar güclü degildi belki. Üstelik Misir yönetim bicimi acisindan laik de degildi. O nedenle ilimli islam modeli orada tutunamadi. Ilimli islamin yasayabilmek icin toplumsal tabani itibariyle etkin bir güce dönüsen laisizme ihtiyac duymasi, celisik gibi görünüyor. Ama bir gercegi ifade ediyor.

Yani Ali Bulac`in sandigi gibi, "Batililar kendilerine uyan bir demokrasi istiyorlar. Bu olmayinca müslümanlarin demokrasisini bir darbe ile ortadan kaldiriyorlar" diye bir sey yok. Durum aslinda bunun tam tersi: Batililar, kendilerine hic benzemeyen, Müslümanlari da tatmin edecek, bir bakima onlarin gözünü boyayacak  bir demokrasi kurmak icin ugrasiyorlar. Ancak toplumsal dinamikler buna izin vermedigi icin elleri kollari bagli bir sekilde olanlari kabullenmek zorunda kaliyorlar. Toplum dedigimiz sey o kadar güclüdür ki, o kendi yolunda ilerler, disardan cok fazla manipüle edilemez. Misir`da meydanlarda toplanan milyonlarca kisiyi Bati`nin hicbir istihbarat örgütü toparlayamaz. Koskoca Bati dünyasi bir oldu, kücücük Somali`yi yola getirebildi mi? Amerikan askerini ayagindan bagli halde yerlerde sürüklediler, Amerika seyretmekten baska bir sey yapabildi mi? O Amerika Vietnam`a söz gecirebildi mi? Afganistan`a hakim olabiliyor mu? Irak`tan canini zor kurtarmadi mi? Ayni sekilde Bati dünyasinin bu saydigimiz ülkelerden daha fazla entellektüel derinlige sahip ve her acidan büyük bir ülke olan Misir`da da yapabilecekleri cok sinirlidir. Misir`da olanlarin bugün Bati`nin müdahalelerinden degil, esas olarak Misir`in kendi ic dinamiklerinden kaynaklandigini kabul etmek gerekir.

Kisacasi ne Bati, ne de onun istihbarat servisleri ve yerli isbirlikcileri o kadar güclü! Bunu söyleyen sadece AKP`nin düsünsel acidan hepsi birer sifir olan yari aydinlari! Bunu da tabii siyasi rant saglamak icin yapiyorlar. Evet, belki Islam cografyasina demokrasiyi getirmek icin ugrasan Bati, Türkiye örneginden cesaret aliyor olabilir. Ama laisizmi belli bir güce eristirmeden bu modelin diger islam ülkelerinde tutunamayacagini üc asagi bes yukari artik onlar da biliyorlar. 

Erdogan`in, Müslüman Kardesler Misir`da iktidara geldikten sonra bu ülkeye yaptigi ziyarette söyledigi sözler bu acidan dikkat cekicidir. Erdogan, tepki cekmeyi göze alarak o ziyarette acikca laisizmi savunmustur. Söyledigi cümle aynen sudur: "Ben kisi olarak müslümanim. Ama laik bir cumhuriyetin basbakaniyim."

Bu cümlede ilimli islam modelinin bütün sifreleri gizlidir aslinda. Yani o sunu demek istiyor: Yasam bicimi itibariyle bir müslüman gibi yasayan herkes bu sistemde, yasayisindan ve inanclarindan ödün vermeden basbakan, hakim, doktor, milletvekili, yargitay bassavcisi olabilir. Bir adim daha atalim: basi kapali bir kadin hakim yargitay baskani olabilir. Basi kapali bir müslüman kadin, cumhurbaskani olabilir. Nitekim Türkiye cumhurbaskaninin esi zaten basi kapali degil mi? Yalniz bakin: adim attikca aslinda isler catallasiyor. Laik bir cumhuriyetin basi kapali kadin cumhurbaskani olur mu? Olur, neden olmasin, bal gibi olur, diyenler cikabilir. O zaman ikinci soru geliyor: Önüne gelen laisizme aykiri bir kanun tasarisina bu basi kapali kadin cumhurbaskani hangi gözle bakacak? Müslüman kimligiyle mi, yoksa laik bir cumhuruetin cumhurbaskani kimligiyla mi? Tabii ki, müslüman kimligi ile düsünmeyecek. Basi kapali da olsa, laisizme aykiri kanun teklifini veto edecek, diyebilir misiniz? Bu tür sorulara net bir yanit veren kimse yok. Neden? Cünkü net bir cevap verilemez de ondan. Sonucta insan bu. Inanclar söz konusu oldugunda, verilen sözler, yeminler buhar olur ucar. Cünkü insanoglu her seyden önce düsünsel bir varliktir. Örnegin bir bilim adami, "ben inancimi laboratuarin kapisinda birakir, iceri öyle girerim", dese bile, sonunda ya bilimi bir yana birakir ya da inancini degistirir. Kaldi ki, ilimli islam modelini savunanlardan hicbiri inancin bir yana birakilacagini söylemiyor.  Yani onlar o bilimadamini animsatir bir sekilde "müslüman bir basbakanim, ama inancimi kapida birakirim," demiyorlar. Onlar, müslüman kimligini muhafaza edenlerce islami esaslara aykiri olsa bile bazi kararlarin alinabilecegini savunuyorlar. Ama bu savin inandiriciliginin cok düsük oldugunu da biliyorlar.

Zaten uc noktalara kadar giden kimse yok. Hele hele Bati`da bu uc noktalari seven kimse kalmadi gibi. Yapilmak istenen sey, derin bir felsefî problemi cözmek degil, teorik bir bütünlük ortaya koymak degil, islamofobiyle bas edebilmek. Yükselen islam dünyasi ile her ne pahasina olursa olsun barisabilmek. Dolayisiyla her sey, sanki zit kutuplarin birlesmesi mümkün olabilirmis gibi tiyatro benzeri bir aldatmaca kampanyasi seklinde yürütülüyor. Aslinda sunu söyleyebiliriz: ilimli islam denilen sey, teorik temeli olmayan, tamamen kitlelerin gözünü boyamaya yönelik, politik bir söylemdir. Isin teorik boyutunun tam bir basarisizlik oldugu Türkiye`de bundan tam 64 yil önce, 1949 yilinda yayimlanan Ahmet Hamdi Tanpinar`in Huzur adli romaninda Türk aydinlarinca itiraf edilmistir. Buna "itiraf" demek lâzim, cünkü islamla demokrasiyi baristirmak 1850`li yillardan beri bütün Osmanli Tanzimat ve Mesrutiyet aydinlarinin ana temasiydi. Onlar Osmanli Devleti`nin geleneksel yapisini ortadan kaldirmadan topluma cagdas Bati toplum standartlarinin getirilebilecegini düsünüyorlardi.  Geleneksel islami degerlerle, cagdas Bati standartlarinin uyumlulastirilmasi görevini, dahi hukukcu Ahmet Cevdet Pasa, 1865 Mecelle`yi yazmaya baslayarak üzerine aldi. Yani Türkiye belki de dünyada ilk kez, Islam`la Bati toplum standartlarini birbirine uyumlu hale getirmeye calisan bir ülkedir. Bunu Türkiye yapabildi. Cünkü Türkiye`de her seyden önce, modelleri evirip cevirmeye elverisli bir toplumsal tahammül kapasitesi, karsilikli yumusamayi bilmek yolunda katedilen bir mesafe vardir. Bu "ilimli islam" denilen seyi, iste Türkiye bu nedenle belki yüzelli yildir kendi bünyesi icinde tartisiyor, bu konuda kitaplar yaziliyor. Hattâ Türkiye bu yarattigi modeli bir süre kendi bünyesinde uygulamistir da. Mecelle, 1870-1926 arasi, neredeyse 55 yil yürürlükte kalmistir. Ama sonra yerine Isvicre hukukuna birakmistir.  

Mecelle rafa kaldirildiktan sonra bile Türkiye`de aydinlar arasinda Islamiyetin demokratik normlarla ifade edilmesine yönelik calismalar tüm hiziyla devam etti. Buna ragmen calismalar basarisizlikla sonuclandi. Ahmet Hamdi Tanpinar`in "Huzur" adli romani, bu acidan Türk düsünsel hayatinda bir milattir. Hilmi Yavuz bu gelismeyi bir "kopma" olarak nitelendiriyor. Ama simdi zihinlerde cok önceden böyle bir kopma olmamis gibi, Türkiye ve aydinlari, ilimli islam modelini, sirf Bati öyle istiyor diye, gündemde tutuyorlar. Hatta Hilmi Yavuz gecenlerde "Ben bir sentezin var olabilecegini ummustum" bile dedi. Tatile cikmadan önceki son yazisindan alintiliyorum:

Ben Türkiye’de bu çelişkinin aşıldığını; çelişki yerine, modern Laik Kemalizm’le geleneksel İslamî Muhafazakarlığın bir ikili karşıtlık olarak, üçüncü bir konumu mümkün kılabileceğini düşünüyordum ve maalesef yanıldım. (Bakiniz: Gezi Parkı eylemleri ve Türkiye’nin temel çelişkisi, Zaman, 30 Haziran 2013, Pazar)


Hilmi Yavuz`un sanki bir "kopma" hic olmamis gibi, karsitlarin ücüncü bir konumu mümkün kilabilecegini düsünmesi gariptir. Ama bu bize, konunun aydinlarin zihninde henüz kapanmadigini göstermektedir. Hâlâ böyle bir sey mümkünmüs gibi düsünülüyor. Ama fazla isin derinine inmekten kaciniliyor. Ne kadar derine inilirse, o kadar basarisizlik ihtimali artacagi icin belki. Cünkü modelin teorik temelinin olmadigi artik biliniyor. Ya da konjonktür öyle gerektirdigi icin, bu konunun daha cok su kaldiracagi bilindigi icin böyle davraniliyor. Bu konuda Türkiye`nin Islam dünyasina karsi ebeveyn rolü oynadigi söylenebilir. Aslinda gerceklesmesi mümkün olmayan bir seyi, cocuga mümkünmüs gibi göstermek ve bunu cocuk üzülmesin diye belki ici kan aglayarak yapmak. Örnegin AKP basi kapali bir kadin milletvekilini meclise sokmaya calismiyor. Bu konuyu kasimak isteyenlere de fazla söz hakki verilmiyor. Bu ugurda her biri dünya siyaset tarihine gecebilecek ilginc söylemler gelistiriliyor. 

Yayimlanan bir gazete haberi aynen söyle:

Rivayete göre Kızılcahamam toplantısında AKP'nin Kurucular Kurulu üyesi Fatma Ünsal Başbakan Erdoğan'a restini çekmiş ve şöyle demiş: "Kadınlar başörtülü Meclis'e giremiyor. Sekiz yıl geçti. Bu konuda adım atmayacaksanız siyasi tercihimi değiştirip, bağımsız hareket edeceğim."

Tayyip Erdogan bayan katilimcinin öfkeli sorusuna toplantida su karsiligi vermisti: 

"İnsaf, samimiyetimizi sorgulamayın! Her şeyin bir zamanı var! Çocuk bile dokuz ay on günde oluyor! Üniversitelerdeki sorunu bile çözemedik! Nelerle karşılaştığımızı biliyorsunuz! Siyasi tercihinizi değiştirirseniz sizin adınıza üzülürüm. Sizin bileceğiniz iş!" (Bu haber 21.10.2010 tarihli, Erbakan yanlisi El-Aziz gazetesinden alinmistir)

Bakiniz bu cümleler dünya siyaset tarihine gecmeye adaydir. Neden mi? Cünkü " Insaf," diyor Basbakan. "Sekiz yil da bir sey mi? Her seyin bir zamani var".

Sevgili dostlarim, inanin, 23 yil da gecse, söylem degismeyecek. Her seyin bir zamani oldugu söylenecek. Ilimli islam denilen sey, iste tam da budur. Dünyada belki AKP disinda hicbir iktidar, sekiz yili kisa bir zaman gibi göstermeye cesaret edemez. Biliyorsunuz, Japonya`da iktidarlar iki yilda bir degistirilirler. Ama AKP bunu basariyor!  

Sonucta ne olacak? Bati kendine yeni bir propoganda araci buldugunda bu ilimli islam denilen manasiz propagandayi kaldirip bir kenara atacak. Nitekim altan alta bu sürec basladi bile. Islam ülkelerinde teorik derinlik arttikca, bu modelin hicligi de ortaya cikacakti zaten. Twitter, Facebook derken, islam düsünürlerinin bolca okunmasi, laisizmle islami ilkeler arasinda toplumsal bir uzlasma olamayacaginin görülmesi, AKP gibi ara modeller icin canlarin calmasi demek. 

Unutulmamasi gereken bir sey var: Türkiye en radikal bir sekilde, seriattan laisizme gecmis bir ülkedir. Bunun olmasi icin gereken toplumsal calkantilari göze almadan bu degisimin gerceklesecegini beklemek en hafif tabiriyle "hayalcilik"tir. Türkiye laisizme gecti ama Balkan Savasi, Birinci Dünya Savasi ve Kurtulus Savasi gibi en agir bedelleri ödeyerek yapti bunu. Toplum 10 yil araliksiz savasti. Okumus, aydin kesim neredeyse tümüyle yok oldu. O zamanlar bütün dünya derin bir degisim sürecinden gectiginden, bu calkanlilarin ucu pek kimseye dokunmadi. Ama simdi yerlesmis bir uluslararasi düzen var. Islam dünyasinda degisim vakti, dünyayi yerlesik bir konumdayken yakaladi. Bati, toplumsal calkantidan kacan kitleler kendi sinirlarina dayanmasin diye her ne pahasina olursa olsun islam toplumlarinin ayni bedeli ödemesini engellemeye calisiyor. Degisimin yavas yavas olmasi konusunda onlari ikna etmek icin de "iste bakin Türkiye`ye, onlar basardi, siz neden basaramayasiniz" diyor. (Türkiye`nin ödedigi bedellerden bahseden yok tabii). Bati, AKP`nin bu nedenle iktidarda kalmasini istiyor. Bu nedenle balkon konusmalarinda Basbakan`in agzindan Amman`a, Kahire`ye, Bagdat`a selamlar gidip duruyor. Bu konusmalari dinleyip keske, diyor insan. Keske, bir kisi bile zarar görmeden Islam cografyasinda kapiya dayanan bu degisimler gerceklesebilse! Ama dedigim gibi toplumlar cok fazla manipüle edilemez. Onlar kendi yolunda yürüyeceklerdir.