24 Temmuz 2016 Pazar

15 Temmuz 2016 : Türkiye açısından tam bir milat

Tabii bundan sonra gerçek önemi ve niteligi daha çok tartışılacak ama, şimdiden 15 Temmuz 2016`nın, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş önemde bir olayın meydana geldiği bir tarih olarak hatırlanacağı kesin.

Hatta bu olay, topluma yön vermek bakımından, 27 Mayıs 1960 darbesinin bile önüne geçmiştir denebilir.

Aslında olayın 27 Mayıs`la birçok benzerliği de yok değil. Mesela olayların her ikisi de siyasi anlamda birer darbedir. Her iki darbe öncesınde de toplumdaki iktidar ve muhalefet blokları arasındaki kutuplaşma had safhadadır. Toplumdaki zıtlaşma ve kilitlenmelerin darbe olasılığını artırdığı böylelikle bir kere daha açığa çıkmıştır. Her ikisinde de darbeye veya onun girişimine maruz kalan iktidarlar uzun süre işbaşında bulunmaktan dolayı yıpranmış, buna rağmen toplumun onların yerine başkasını getirme konusunda isteksiz ya da kararsız davrandığı iktidarlardır. Toplumdaki kutuplaşma nedeniyle iktidar blokundan muhalefet blokuna oy kaymaları söz konusu olamamaktadır. Her iki iktidar da (yani Erdoğan ve Menderes iktidarları) toplumsal denetim mekanizmalarının işlemediği bir ortamda ne yaparlarsa yapsınlar iktidarda kalmayı bu kutuplaşma nedeniyle garantilemişlerdi. Halktan bütün perişanlıklarına, yolsuzluklarına ve dağınıklıklarına rağmen onları iktidarda tutacak derecede oyu alacaklarına kesin gözüyle bakmaktaydılar. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 öncesi Menderes`le, 15 Temmuz 2016 öncesi Erdoğan arasında, kendine güven, eleştirilere aldırışsızlık, saygısızlık ve otokrasiye yönelme açılarından birçok benzerlik bulunmaktadır. Bu özellikler, seçimin aynı zamanda denetim mekanizması olmadığı, halkın gözü kapalı oy verdiği bizim gibi az gelişmiş demokrasilerde bir bakıma kaçınılmazdır zaten.

Bunun yanında her iki darbe de silahli kuvvetlerin üst komuta kademesinin başını çektiği hiyerarşik bir yapıda değil, daha çok alt kademeli subaylar tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu da aslında uzun süre iktidarda kalmanın bir sonucudur. Çünkü uzun süreli iktidarlar, muktedirlere, aynı zamanda silahlı kuvvetler bürokrasisi içine kendi adamlarını yerlestirme ve üst komuta kademesini kendine bağlı kılma imkânı vermektedir. Dolayısıyla iktidarda kalma süresi ne kadar uzarsa, silahlı kuvvetlerin üst komuta kademesinin iktidarla uyum içinde çalışan komutanlardan oluşması eğilimi o ölçüde artmaktadır.

Tabii bu benzerliklerin yanında önemli farklılıklar da var. Bunların başında, tabii ki, 27 Mayıs`ın başarılı, 15 Temmuz darbesinin ise başarısız olması geliyor. Yani yapı itibariyle birbirinin aynı olan iki darbenin farklı toplumsal yapılar karşısında birbirinin tam tersi sonuçlar verdiğini görüyoruz. Buradan 15 Temmuz 2016 darbesini yapmaya teşebbüs edenlerin, 36 yıllık süre boyunca gerçekleşen toplumsal değişmeyi hemen hiç önemsemedikleri veya bu değişmenin hiç farkında olmadıkları sonucunu çıkarabiliriz. Belki bu sonuçla direkt bağlantılı bir başkası da, 27 Mayıs 1960 darbesini muhalefet partileri sessiz biçimde de olsa desteklemişken 15 Temmuz 2016`da muhalefetin bütünüyle iktidarla ve kendi aralarındaki çelişkileri bir yana bırakarak darbenin karşısında yer almış olmasıdır. Bu açıdan 15 Temmuz`un toplumu dönüştürme gücü bakımından 27 Mayıs`ın önüne geçtiği kesin.

Nedir 15 Temmuz`u benzersiz kılan?

Birincisi: 5 Temmuz`dan sonra bir daha Türkiye`de darbe yapmanın mümkün olmadığı anlaşıldı. Tankların üzerine göstericilerin çıkması ve bütün can kayıplarına rağmen darbecileri etkisiz hale getirmeleri, Türkiye Cumhuriyeti`nin ilk çocukluk devresini bir daha geri gelmemek üzere geride bırakmasına neden oldu. Cumhuriyet bu geceden sonra olgunluk çağına girdi.

Evet, Murat Belge haklı, kitleler sokağa darbenin başarısız olduğunun anlaşılmasından sonra çıktı. Tayyip Erdoğan, kitleleri sokağa davet etmeden önce, tankların üzerine çıkma hadiseleri başlamamıştı. Ama dikkat edilsin: o çağrı karşılığını bulmayacak olsaydı, büyük bir ihtimalle hiç yapılmayacaktı. 27 Mayıs`ta Menderes bir fırsatını bulup çağrı yapsaydı bile, kitleler yine de sokağa çıkmazdı. Çünkü o zamanlar, itaat kültürü toplumda çok derinlere kök salmış durumdaydı. Devlete itiraz etmek zaten ihanet sayılıyordu. Aradan geçen 36 sene boyunca bu sivil itaatsizlik kültürünün, itaat kültürünün yerini aldığını görüyoruz. Hatta şunu bile söyleyebiliriz: olası bir darbe karşısında nasıl davranılması gerektiği konusunu geniş kitleler kendi arasında defalarca tartışmış ve nasıl hareket edilmesi gerektiği kararlaştırılmış idi. Yani darbeye karşı direnme iradesi uzun yılların birikimi sonucu topluma kök salmıştı. Tayyip Erdoğan o çağrıyı yapamasaydı, hatta öldürülmüş olsaydı bile, darbeye karşı çıkma iradesi yine de bir şekilde kendine yol bulacaktı.

Ikincisi:  İlerleyen saatlerde sokağa çıkanların sayısının artması, darbeye karşı partiler üstü bir karşı koyuşun ortaya çıkmasına yol açtı. Öyle ki, demokratik kitlelerin, herhangi bir siyasi parti referansı olmadan, sırf darbe karştlığı temeli üzerinde gelişmelere yön verdiği görüldü. Yani saatler ilerledikce tepki sırf AKP`li olmaktan çıkıp toplumun geneline yayıldı. Demokratik kitlelerin bu şekilde siyaset sahnesine çıkışı, aslında daha önce 2013 Gezi olaylarıyla gözler önüne serilmişti. Daha sonra aynı türden bir inisiyatifi 2015 seçimlerinde sandıkta yapılan seçim hilelerini önlemeye yönelik „oy ve ötesi“ hareketinde de gördük. Ama bu derece geniş katılımlı ve gelişmelere yön verme bakımından belirleyici öneme sahip değildi daha önceki sahneye çıkışlar.

Tabii bu sırada bu önermeye karşı yükselen itirazları duyar gibiyim: Efendim Gezi olaylarında AKP karşıtlığı söz konusu idi. 15 Temmuz 2016`da ise inisiyatif büyük ölçüde AKP yandaşlarının katılımıyla gerçekleşti. Hatta 15 Temmuz 2016`nin bizzat AKP liderliğinde sahneye konduğu bile söylenebilir. Buna verilecek cevap şudur: Farketmez. Her iki inisiyatifte de, toplum tarafından kendisine karşı yapılan bir dayatmaya karşı ayağa kalkışı söz konusudur. Bu nedenle her iki hareketin de, siyasi kimliğinden bağımsız olarak, demokrat nitelikli olduğunu teslim etmek gerekmektedir. Bu durum ileride yeni siyasi oluşumların önünü açacaktır. Hatta açtı bile: darbe sonrası toplumda inanılmaz bir birlik havası oluştu. Partiler birbirine yakınlaştı. Parlamentoda 4 partinin katılımıyla bir ortak bildiri yayımlandı.

Tabii bu gelişmelerin Erdoğan`ın şimdiye kadar uygulayageldiği çatışmacı politikalara taban tabana yıt olduğu ortada. Zaten toplumda kutuplaşmayı ve darbe tehlikesini artıran da bu politikaydı. Ama öte yandan Erdoğan dahil bütün AKP‘lilerin CHP’ye kucak açmalarını ‚Denize düşen yılana sarılır‘ atasözü ile açıklamak mümkün. Fakat bu sarmaş dolaş olma halinin uzun sürmeyeceği de bir o kadar kesin. Sosyal demokrat kesimle AKP tabanı arasındaki her çeşit yakınlaşma kitlelerin demokratik taleplerinin yoğunlaşmasına yol açar çünkü. Bu ise Erdoğan`in otokrat hayallerinin sonu demektir. Erdoğan`ın bütün çabası, kitlelerin demokratik içerikli taleplerine yolu açmak değil, ne yapıp ne edip olası bir referandumda MHP`yi de yanina çekip başkanlik sistemini kotarmaktır. O nedenle Parlamento`daki birlik oturumunda yer almak istememesi doğal. Şimdi araya nifak sokacak, örneğin Taksim`e kışla inşası ve Gezi Parkı`nın yok edilmesi gibi, kitleleri parçalayacak binbir türlü taktikle, ama şimdi değil, ortalık sakinledikten sonra, darbe öncesi çatışma ortamına geri dönmeye çalışacaktır.

Tutar mı? Erdoğan, darbe karşıtlığında birleşmiş AKP, CHP, MHP ve HDP tabanını yeniden kutuplaştırabilir mi? Ben 15 Temmuz 2016`nin aynı zamanda Erdoğan`ın otokratik hayallerinin sonu olduğunu düşünüyorum. Çünkü 15 Temmuz 2016, AKP`nin ve Erdoğan`ın Türkiye`yi tek başına yönetemez olduğunu belgeledi aynı zamanda. Burunlarının dibine kadar sokulmuş olan tehlikenin varlığını muhtemelen bilmesine rağmen, buna karşı bir şey yapamamış bir iktidardan söz ediyoruz. Bu bakımdan Erdoğan`ın bu kanıtlanmış zayıflığını gözlerden gizlemesi mümkün değildir.

Türkiye bugün tek bir gücün kontrolünde değildir ve büyük bir ihtimalle artık tek bir gücün kontrolüne hiç bir zaman girmeyecektir. AKP varolan basit yapısıyla, itaat kültürü ile, sorunları kendi içinde yeterince tartışamamaşıyla, onu aşacak derecede karmaşıklaşmış bir toplumu yönetememektedir. Bunun için bambaşka, kapsayıcı, sivil toplumcu bir bakış açısı gereklidir. Erdoğan ve hatta bütün AKP, çatışma içinde oldukları medya ve sosyal demokrat kesimin ve hatta HDP`nin desteği ile uçurumun kenarından döndü. Şimdi onlarla yeniden çatışmacı bir ortam yaratmak istemesi etkili olmayacaktır.

Sadece AKP`nin değil, Türkiye`de şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün iktidarların derin devlet yapilanmasına karşı çaresizliğidir söz konusu olan. Istenildiği kadar devletin içinde temizlik yapılsın, yarın bütün derin devlet yapılanmaları, yeni katılımlarla, sanki hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkacaktır. Bu yapı Türkiye Cumhuriyeti kurulurken devletin mayasına karıştırılmış olan ittihatçı geleneğin bir ürünüdür.

Hükümetlerin derin devletin karşısındaki bu zayıflığı, halk kitlelerıninö ister AKP`li, ister sosyalist veya sosyal demokrat olsun, 15 Temmuz 2016`dan aldıkları güçle önümüdeki dönemde daha çok inisiyatif almasına yol açacaktır. Unutmayalım ki, partilerin kimliğinden bağımsız olarak demokrat kitleler ilk defa 2013`teki Gezi olayları sırasında sahneye çıktılar. Üç yıl sonra, 15 Temmuz 2016 ikinci kez bu kez daha büyük bir katılımla darbenin karşısına dikildiler. Bu sahneye çıkışlar, önümüzdeki dönemde sıklaşarak devam edecektir. Yani siyasi partilerden çok, çeşitli siyasi eğilimlerin birlikteliğinden oluşmuş, ama yapı itibariyle onları aşan sivil toplumcu bir demokratik hareket Türkiye`ye yön verecektir. Bu hareket, toplumun daha fazla otokratlaşmasının önüne geçecektir.

Ister FETÖ`cü, ister Amerika`nın güdümünde eski Kemalist cuntanın artıklarından oluşsun (Murat Belge bu açıdan da haklı, yani cunta sadece Fethullah Gülen hareketı mensuplarından oluşmuyor, bunların arasında eski Kemalist cuntanın adamları da bol miktarda var). Daha doğrusu derin devletin ne kadar Erdoğan karşıtı unsuru varsa (FETÖ`cü, Kemalist su bu) hepsi Amerikan gizli servisinin yönlendiriciliğinde örgütlendiler.

Ancak yaptıkları çılgınlık toplumdaki yepyeni, sivil toplumcu, siyasi parti kimliğini ikinci plana iten, yani en modern batı demokrasilerinde şu an gündemde olan bir gelişmenin önünü açtı. Türkiye toplumunun demokrasi yolunda örneğin bir Ingiltere toplumundan hiç de geri olmadığı ortaya çıktı. Murat Belge`nin söylemiyle, Brexit referandumunun her aşamasında ortaya çıktığı üzere özellikle Işçi Partisi ve Muhafazakar Parti gibi merkez partilerinin her birinin içinde EU karşıtları ve yandaşları varsa, yani bir bakıma siyasi partileri enine kesen bir gelişme söz konusu olmuşsa, aynı şey, yani siyasi parti kimliğini enine kesen, Gezi benzeri, bir başka gelişme Türkiye`de de yaşanmış, dayatmalara karşı bütün siyasi partileri içine alan genel bir karşı koyuş ortaya çıkmıştır.

Siyasi parti kimliğinin ikinci plana atılışı, 15 Temmuz 2016`da Brexit`ten veya Gezi`den daha yaygın ve kapsamlı oldu. Çünkü toplum, neredeyse canına kasteden bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştı.


15 Temmuz 2016`nın sanırım en önemli sonucu bu.

21 Nisan 2016 Perşembe

Avrupa'da Terör 2 : Zayıf Yanları

Geçen yazımızda Avrupa`da terörü güçlendiren unsurların neler oldugunu irdelemiştik.

Bunlar kısaca;

 1-Avrupa`da göçmen azınlığın toplumun geri kalanıyla bütünleştirilememesi ve terör örgütlerinin topluma karşı hınç ve nefretle dolup taşan, isterse Avrupa`da doğup büyümüş olsunlar bu entegre olamamış gençlerden militan devşirmelerine uygun bir müsait ortamın oluşması, yani terörün kendine özellikle Kuzey Afrikalılar arasında bir kitle tabanı edinmiş olması,

 2-Aşırı sağcı örgüt, parti ve politikaların göçmenlerin yabancılaşmasını hızlandırıp teröre katkıda bulunmaları,

 3-Fransa gibi üniter yapılarda polis devleti korkusunun istihbarat örgütlerinin yeterince gelişmesine engel olması, terörle mücadelenin mevcut kanunlarla olağan güvenlik birimlerine yürütülmeye çalışılması ve nedenle inanılması güç hantallık ve gecikmelerin ortaya çıkması,

şeklinde özetlenebilir. Yazıda buna bağlı olarak federal devletlerin terörle daha iyi mücadele edebileceği sonucuna varmıştık.

Bununla birlikte Avrupa teröre karşı nasıl kırılgansa Avrupalı terörün de kendine özgü bazı zayıflıkları var. Bu yazımızın konusu bu.

Bilindiği üzere Paris saldırıları büyük ölçüde Brüksel kaynaklı Fas`lı ve Cezayir`li göçmen çocukların oluşturduğu İŞİD hücresi tarafından gerçekleştirildi.

Baktığımızda bunların Fransa`da doğan, ancak topluma entegre olamamış gençler olduğunu görüyouz. Aralarında işsizlik oranı çok yüksek. İlk gençlik çağlarında çoğu ufak tefek suçlardan  (petty crimes) içeri girip çıkabiliyorlar.

Kuzey Afrikalı müslüman azınlık özellikle Fransa ve Belçika gibi Fransızca konuşulan ülkelerde yoğunlaşıyor. Bu ülkelerde müslüman azınlığa karşı açıkça ayrımcılık yapılmıyor ama yabancı kökenlileri toplumla bütünleştirme konusunda net bir politika da geliştirilmiyor. Yabancı kökenliler bir kenara itilmiş olarak kendi gettolarında yaşamaya bir bakıma mecbur bırakılıyorlar.

Ayrıca Fransa`da sivil toplum örgütleri görece daha zayıf. Çünkü sivil toplum örgütlerinin gelişmesi için gereken yerel yönetim desteği, üniter devletlerde yerel yönetimlere inisiyatif verilmediği için yetersiz kalıyor.

TASAM Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (Turkish Asian Center for Strategic Studies) `nin 21.10.2010 tarihli “Fransa`daki Türk Varlığı” isimli çalışmasında şu satırlar var:

“Son yıllara kadar Fransız Devleti, ACE, FASID, FAS gibi devlet kuruluşları aracılığıyla, bazı yabancı STK’larına, kendi vatandaşlarının Fransa’ya entegrasyonunu kolaylaştırmak amacıyla malî yardım yapıyordu. Ancak, Başkan Sarkozy tarafından Göç Bakanlığı kuruldu ve göç politikaları şehir politikalarına bağlandı. Böylece göçmen statüsünde yeni gelen göçmenler 5 yıl boyunca entegrasyon desteği görmesi gereken varlıklar olarak kabul ediliyorlar.

Entegrasyon politikası artık Fransız otoriteleri tarafından direkt olarak, yani Fransız üniter devletinin usulleri gereği icra edilir hale geldiğinden, bu süreçte Fransız devletinden yardım alarak, varlıklarını sürdüren yabancıların kurduğu Sivil Toplum Kuruluşlarının çoğu yok olmaktadır.”

Yani Sarkozy, takip ettiği yabancı düşmanı politikalarıyla, göçmenlerin topluma entegre olmasını sağlayan STK`ları yok olmanın eşiğine getirmiş durumda. Sarkozy zamanındaki kuzey Afrika gençliği kökenli ayaklanmaların Fransa toplumunu nasıl altüst ettiğini geçen yazımızda hatırlatmıştık. Bu hatalı politikaların sonucu olarak gençler toplum dışına itildikçe İŞİD`in saflarına bir militan olarak kabul edilmeye hazır hale geliyorlar.

Sarkozy'ye bu imkanı veren üniter devletin yerel yönetimleri ve inisiyatifleri ezme kabiliyetidir

Öte yandan çoğunluğunu Kuzey Afrikalıların oluşturduğu bu gençliğin disiplinsiz, birçoğu uyuşturucuya alışmış, zoru görünce kaçan veya en önemli anlarda paniğe kapılan, böbürlenmeyi seven ve ağzı laf tutmayan bir yapıda olduğu anlaşılıyor.

Bunların arkasında çok geniş bir terör örgütlenmesi de yok gibi. Ortadan kaybolmaları gerektiği anda kendi başlarının çaresine bakmak zorundalar veya riskin büyük kısmı aile üyelerine kalıyor. Sık sık teröristlerle birlikte aile üyeleri de göz altına alınıyor.

Bu konuda Paris-Brüksel saldırılarında birçok örnek bulabiliriz. Ben size en çok göze batan iki örnek vereceğim: Bunlardan biri Paris saldırılarının elebaşısı olarak kabul edien Abdelhamid Abaaoud, diğeri de yine Paris saldırılarına katıldığı belirtilen, ancak kendini patlatmaktan son anda vazgeçerek, doğduğu yere Brüksel`e kaçan Saleh Abdeselam.

Abdelhamid Abaaoud

Paris saldırılarının olduğu gece bütün ülkede olağanüstü durum ilan edilmişken saldırılara katılan Iki kişi henüz hayattadır. Abdelhamid Abaaoud ve Saleh Abdeselam. Fakat bu kişilerin hayatta kalmaları önceden planlanmış bir şey değildi. Dolayısıyla bu kişiler kendi kaçışlarını kendileri planlamak zorundaydılar.

Abdelhamid Abaaoud`in kullandığı kiralık araba en son 13 Kasım gecesi, Paris`in doğu tarafında bulunan bir endüstri bölgesinde güvenlik birimleri tarafindan tespit ediliyor. Paris`ten olabildiğince çabuk uzaklaşmak isteyen Abdelhamed`in, kolaylıkla tespit edileceğini bile bile kiralık arabayı bir süre kullanmak zorunda kalışı onun aslında panik halinde olduğunun bir işareti.

Araba Croix de Chavaux istasyonu yakınlarında 13 Kasım 2015 gecesi yaklaşık saat 22.00 civarında terkediliyor.

On dakika sonra istasyonun güvenlik kamerası onu ve yanındaki bir kişiyi kayda alıyor. Abdelhamed`in ayağında turuncu spor ayakkabıları vardır. Paris saldırıları sırasında birçok tanık saldırganlardan birinin turuncu spor ayakkabısı olduğundan bahsetmiş, kamera kayıtlarında da bu ayakkabılar defalarca tespit edilmişti. Buna rağmen Abdelhamed`in çok dikkat çeken bu turuncu ayakkabıları giymek zorunda kalışı kaçışının nasıl plansız olduğunun bir işareti.

Yanındaki kişi büyük bir ihtimalle bağlantıları olan biri. Çünkü hemen hemen aynı saatlerde Hasna Aitboulahcen adlı bir kadının telefonunun Brüksel`de bulunan kişilerce arandiği tespit ediliyor. Hasna, Abdelhamid`in kuzinidir.

Brüksel`den alınan bu telefonların sonucunda Hasna harekete geçiyor ve bir dostu ile birlikte Abdelhamid`i otoyol kenarında önceden belirlenen bir noktada buluyorlar. Hasna ile gelen bu kişinin onları polise ihbar etmiş olma olasılığı bazı basın yayın organları tarafından dile getirilmiştir. Örnek için bakınız:


Abdelhamed, Hasna`nın yanında getirdiği dostun polise anlattıklarına göre, çalılıkların arasında Paris saldırılarının olduğu 13 Kasım 2015 gününün gecesi, 14 ve 15 Kasım geceleri olmak üzere toplam 3 gece geçirmiştir. Hasna, Abdelhamed´i 16 Kasım 2015 günü akşama doğru buluyor.

Yine Hasna ile gelen bu dostun ifadesine göre, Abdelhamed onlara Avrupa`ya akın eden göçmenlerin arasına karışarak nasıl geçiş yaptığını anlatıyor. Kendisi Avrupa`ya Suriye`den gelen 90 teröristten biridir. Bu kişiler Fransa`nın kırsalına yayılmışlardır. Abdelhamed onlara bu 90 kişinin lideri olduğunu, Fransa`da başka eylemler planladıklarını anlatıyor. 

Bu arada İŞİD Western Union aracılığıyla onlara EUR5.000 gönderiyor. Hasna bu parayla Abdelhamed için elbise ve ayakkabı satın alıyor. 16 Kasım 2015 gününü Abdelhamed ve Hasna birlikte geçiriyorlar.

17 Kasım 2015 günü Abdelhamed ve Hasna, Paris`in Saint Denis adlı banliyösünde bir kiralık eve geçiyorlar. Bu evin Hasna tarafından, sahibinin kiralayanlardan herhangi bir belge istememesi nedeniyle tutulduğu belirtiliyor.

Polis 18 Kasım 2015 günü eve baskın yapıyor. Televizyon kameraları, onların evin içinde kendilerini nasıl infilak ettirdiklerini saniye saniye kaydediyor. Evden yine birçok cep telefonu çıkıyor. Hatta bir kısmı infilak etkisiyle sokağa saçılıyor.

Bu olayda da görüleceği üzere Abdelhamed, eğer gizli tanığın anlattıkları doğru ise, Abdelhamed saldırılar sonrasında dahi bir takım kişilerle temas halindeydi. Hattâ kendisine para bile gönderilmişti. Ancak bütün bu temasların polisin onu kolayca bulmasına neden olduğu da bir gerçek.

Ayrıca Abdelhamed`in, kuzininin yanında getirdiği kişi o sırada onları dinliyorken pervasızca daha başka saldırılar planladıklarını söylemesi, 90 kişinin lideri olduğundan bahsetmesi onun aslında tam bir amatör olduğunun göstergesi.

Saleh Abdeselam

Bu kişi, Brüksel`in Molenbeek kesiminden Abdelhamed`in yakın arkadaşı. Kardeşi Ibrahim Abdeselam, Paris`te bir kafede kendini infilak ettiriyor. Saleh Abdeselam, da bu stadyumda kendini infilak ettirmesi gerekiyorken o son anda bundan vaz geçiyor ve panik içinde Brüksel`deki tanıdıklarını arayarak kendisini Brüksel`e götürmelerini istiyor.

Aradığı kişiler Brüksel`deki Hamza Attou (21) ve Mohamed Amri (27) isimli tanıdıklarıdır. Ona yardım eden kişiler arasında Ali Oulkadi (31) ve Abraimi Lazez (39) adlı kişilerin de ismi geçiyor. Bunlar büyük bir olasılıkla Saleh'in telefonunda birbirleriyle konuşuyorlar. Polis daha sonra hepsini tek tek tespit edip yakalıyor. Ama Saleh her defasında kaçmayı başarıyor.

Ama Saleh'e kaçışlarında daha çok şansı yardım ediyor gibi. Bir de çabuk düşünebilmesi, çevik ve atak oluşu etkili oluyor. 

Örneğin daha Paris saldırılarının ertesi günü yani 14 Kasım 2015 sabahı Fransa Belçika sınırının yakınlarındaki Cambrai kasabasından geçerken otoyolda Saleh'in arabası polis tarafından durduruluyor. Ama Saleh bu kontrolden sorunsuz geçmeyi başarıyor.

Aynı gün, yani 14 Kasım 2015 tarihinde Saleh`i Belçika`ya getiren otomobil, Brüksel`in Molenbeek semtinde ele geçiriliyor ve Hamza Attou ile Mohamed Amri tutuklanıyorlar. Saleh kaçıyor. Ali Oulkadi ve Abraimi Lazez de Molenbeek`te tutuklanıyorlar.

Saleh bundan sonraki 125 gün boyunca polisten kaçmayı hep başarıyor. Burada dostları ve ailesi tarafından korunuyor.

Yakalanmasıyla sonuçlanan süreç, Saleh`in yakalanmaktan son anda kurtulunca paniğe kapılarak yakınlarını çoktanberi kullanmadığı cep telefonunu aktif hale getirmesiyle başlıyor. Burada Saleh`in artık yılgınlığa kapıldığı ve yakalanacağını bile bile cep telefonunu aktif hale getirdiği de düşünülebilir. Yine Saleh’in, yakalandığında avukatı aracılığıyla kendini Fransa`ya anlatmak istediğini belirtmesi, aslında yakalanmak istediğinin bir belirtisi. Yine yakalanacağını anlayınca kendini Abdelhamed gibi havaya uçurmaması bir diğer gösterge. Dizinden vurulmuş olması da her şeye rağmen kaçmak istediğinin bir belirtisi.

Bütün bunlardan çıkan sonuç, aslında terörün Avrupa`da edindiği Kuzey Afrikalı kitlesel tabanın çok sağlam olmadığıdır. Buradan dönüp dolaşıp İŞİD türü terörün, yani kitlesel taban edinerek belli bir toprak parçası üzerinde tutunup, diğer müslüman ülkelerde aynı şekilde kitle desteği edinerek yayılma stratejisinin çok geçerli olmadığını düşünebiliriz. Çünkü İŞİD`in Avrupa`daki müslümanlar üzerinde Kuzey Afrikalılar dışında etkili olması mümkün değil. Özellikle Almanya örneği ortadayken. Bu ülkede hakim durumda olan Türk kökenli müslümanların teröre geçit vermeyeceği çok açık.  

10 Nisan 2016 Pazar

Avrupa`da Terör 1 : Beslendiği Kaynaklar

Paris ve Brüksel`deki terörist saldırıların İngiltere ve İspanya`daki terörist eylemlerden önemli bir farkı var. Bu saldırılar bize, eylemlerin bizzat bu ülkede doğup büyüyen Kuzey Afrikalı müslüman gençler tarafından düzenlendiğini ve terörün bu ülkelerde kendine kitlesel bir taban edindiğini gösteriyor.

Dahası, Fransa ve Belçika`daki terör riskinin bizatihi bu ülkede yerleşik milyonlarca Kuzey Afrika kökenli müslüman göçmenin toplumla yeterince bütünleşememiş olmasından kaynaklandığı da tespit edilmiş durumda.

Ama öte yandan, Belçika ve Fransız güvenlik birimlerinin faillerin yakalanması ve saldırıların önlenmesi konusunda yeterince hareketli ve kararlı davranmadığına dikkat çekiliyor. Belçika gibi küçük bir ülkede, üstelik kendini elektronik istihbarat ağına defalarca deşifre etmiş bir kişinin bile aylarca polisten kaçabilmesi bir yönetim zaafı olarak değerlendiriliyor.

Bizim burada üzerinde durmak istedigimiz konu, her iki olayın, yani güvenlik birimlerinin görece zayıflığı ile bu ülkelerde terörün kendine kitlesel bir taban edinmesinin aynı yapının iki farklı sonucu olduğudur. O yapı, Fransa ve Belçika`da, diğer Avrupa ülkelerinde hiç olmadığı biçimde tamamen, islam karşıtı, ama aynı zamanda liberal, aydınlanmacı düşünce tarafindan şekillenmiştir.

Aydınlanmacı düşünce, bir yönüyle ne kadar liberalse, diger yönüyle o kadar İslam karşıtıdır. Bunlar aynı bir madalyonun iki yüzü gibidir.  

Fransızlar, İslamiyete liberal olduklarından tepki duyarlar. Yani onların zihninde İslam ve Doğu, depotizmle özdeştir. Liberalizm Islam karşıtlıgını körükler. 

Ama Doğu despotizmine karşı liberal tepki nedeniyle Doğu insanı ve İslam kültürü bütünüyle dışlanır. Dolayısıyla Fransa bir yandan özgürlükleri gözetir ve istihbarat örgütlerini ve polis devleti uygulamalarını fazla geliştirmezken diğer yandan müslüman göçmenleri gettolara doğru iter. Her iki davranışın kökeninde de Aydınlanmacı İslam karşıtı zihniyet yatar.

İşte teröre karşı Fransa`nın elini zayıflatan tam da budur. 

Şimdi madalyonun iki yüzünü ayrı ayrı ele alalım.

Fransa ve Belçika neden terörün hedefi haline geldi?

Fransa ve Belçika´da bulunan Kuzey Afrikalı müslüman ve çoğunlukla Arap kökenli gençliğin İŞİD benzeri terörist örgütlerin militan devşirdiği bir kitlesel temel oluşturduğu sır değil. Zaten İŞİD`in Suriye ve Irak`ta bulunan militanlarının içinde de Kuzey Afrikalı`lar sayısal açıdan ilk sıraları paylaşıyorlar. 

Ama aynı terör örgütleri, örneğin Avrupa`da yaşayan Türkler arasından kendine yandaş bulamıyor. Bununla birlikte müslüman olmalarına rağmen Türkiye`li göçmenlerin neden terörü desteklemedikleri sorusuna Fransa ve Belçika`da tam olarak cevap verilmiş değil. The New York Times`a bu sorunun cevabı hâlâ araştırılıyormuş.

Bakınız:http://www.nytimes.com/2016/03/25/world/europe/brussels-attacks.html?_r=0

Arastirsinlar bakalim. Ama oryantalist aydinlanmaci bakis acisinin sorunu tam da bu zaten: Bütün müslümanlari ayni kefeye koyup dislamak. Aralarindaki farklari önemsememek, hatta yok saymak.

Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu olarak Fransa ve Belçika, yine diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak göçmenlerin toplumla bütünleştirilmesi konusunda yeterince başarılı değil. Göçmenler bu ülkelerde gettolara itiliyorlar. Göçmen çocukları, gettolara itildikçe, isterse bulundukları ülkede doğup büyümüş olsunlar, işsizlik, eğitimsizlik, aile desteğinden yoksunluk ve parasızlık yüzünden terör örgütlerine sempati duymaya ve giderek onların militanı olmaya yatkın duruma geliyorlar ve bu özellikle Fransa ve Belçika`nın Fransızca konuşulan bölgeleri için geçerli.

Fransa`nın bu farklı konumu, daha Sarkozy`nin içişleri bakanı olduğu zamanlarda patlak veren 2005 ayaklanmaları sırasında belirginleşmeye başlamıştı; Sarkozy, olay çıkartan, araba yakan, gösteri düzenleyen yabancı kökenli gençlere karşı aşağılayıcı bir dil kullanmış, bu tavır gösterilerin şiddetini daha da artırmıştı.

Fakat, ilginçtir, bu ayaklanmalar sonrasında Sarkozy hızlı bir şekilde politik basamakları çıkmaya başladı. Yangının üzerine benzinle gitmesi Sarkozy`ye puan kaybettirmedi, aksine kazandırdı.

Bu da gösteriyor ki, Fransa'da yabancılara karşı toplumun geneline yayılmış bir tepki vardır ve bu tepki, bu topraklarda büyümüş, Fransa vatandaşı olan birçok yabancı kökenli müslümanı toplumun dışına itmektedir. Bu da terörle mücadelede Fransa`nın işini güçleştirmektedir.

Fransa ve Belçika terörle mücadelede yeterince başarılı mı?

Her iki ülkenin de terörle mücadelesi dünyanın gözünü doldurmaktan uzak kaldığı bir gerçek. Hatta bazı olaylara inanmak bile zor. Salah Abdeslam, Paris saldırılarında aktif olarak rol almış, ancak kendini patlatmaktan son anda vaz geçerek kayıplara karışmış bir kişiydi. Yakalanması, Paris saldırıları denilen bilmecenin çözümü için anahtar sayılabilecek bilgileri güvenlik birimlerine aktaracağından önem taşıyordu. Buna rağmen Saleh Abselam, Paris saldırılarının hemen sonrasında Paris civarında yapılan bir trafik kontrolünden yakalanmadan geçebildi. Ve Saleh Abselam, yine doğduğu yerde Molenbeek`te bir evde yakalandı ve doğduğu yerde aylarca saklanmayı başardı.

Fransa ve Belçika`nın terörle mücadeleyi olağan güvenlik birimlerine bıraktığı gibi bir izlenim var. Hatta olağan güvenlik birimleri dışında, Fransa`nın ve Belçika`nın gerçek anlamda bir istihbarat teşkilatına sahip olup olmadığı bile sorulabilir.

Terör uzmanı Prof Dr. İhsan Bal 17 Kasım 2015`te bu durumu şu şekilde eleştiriyor:

„Bu kadar fazla sayıdaki teröristin birden fazla hedefe eş zamanlı ve eş güdümlü eylem gerçekleştirebiliyor olması özellikle Fransız istihbaratının büyük bir zafiyeti olarak değerlendirilebilir. Bütün erken teyakkuz sistemleri aktif durumdayken ve çeşitli önlemler alınmış olmasına rağmen bu kadar farklı hedefe bir anda en az 15-20 militanın karıştığı bir terör saldırısının yapılabiliyor oluşunu göz önünde bulundurduğumuzda, Fransız güvenlik güçleri arasında koordinasyonsuzluk veya istihbaratta ciddi bir kara delik, istihbarat ifadesiyle kör nokta, var diyebilirim.“

Bakınız:http://www.usak.org.tr/tr/yayinlar/usak-mulakatlari/prof-dr-ihsan-bal-fransa-nefret-ve-kutuplastirici-anlayisin-disina-cikarsa-terorle-mucadeleyi-kazanir

İş bununla da bitmiyor. Saldırılar gerçekleştikten sonra meydana gelen olaylar da bir o kadar ilgi çekici.

Mesela saldırılardan sonra Bataclan gece klübünün önünde bir çöp konteynerinin içinde kullanılmış bir cep telefonunun bulunmasından sonra gelişen olaylar… Bu telefonun teröristler tarafından saldırıdan önce bir kereliğine kullanılmış, daha sonra içindeki sim kartı ile birlikte atılmış olduğu tespit ediliyor. Telefonun en son kullanıldığı yerin tespiti güvenlik birimlerini Saleh Abselam`in kardeşi İbrahim Abselam`ın saldırılardan önce kalmış oldukları yere götürüyor. Paris banliyölerinden Alfortville`de bulunan Apartcity isimli otelden bu telefonla Brüksel`deki bir numaranın arandığı tespit ediliyor. Teröristler gittikleri her yerde buna benzer bir kereliğine kullanılmış telefonları sağa sola atıyorlar. Kaldıkları evlerdeki DNA kayıtlarından, o evlerde daha önce yaşamış kişilerin kimler oldukları tespit edilebiliyor. Teröristlerce aranan numaralar Belçika`da yaşayan kişilere ait ve Saleh Abselam saldırılardan sonra aile ve yakınlarının yardımıyla oraya, o telefon edilen numaraların olduğu mahallelere sığınıyor ve bu mahallelerde yakalanmadan 4 ay gibi bir süre yakalanmadan saklanabiliyor.  

Bu olayları basit beceriksizlikler olarak yorumlamak mümkün değil. Bu yavaşlığın mutlaka bir sosyolojik temeli olması gerekir. Fransa ve Belçika`da istihbarat teşkilatının, daha doğrusu „derin devlet“in görece zayıflığının bır devlet politikası olarak seçilmiş olması ihtimal dahilinde. Çünkü Fransa, neo-liberalizme karsı kitlesel tepkilerin en fazla olduğu ülkelerden biri. Neo-liberalizmle Şili-Pinochet tarzı polis devleti uygulamaları arasındaki ilişkinin en çok farkında olunan ülkelerden biri.

Örneğin Belçika`da gece ev basmalarının kanunla yasaklanmıs olması, birçok evin etrafının sarılmış olması ve etrafında kuş uçurtulmamasına rağmen evlerin gece 21.00 ile sabah 06.00 arasında basılamaması, polis devleti uygulamalarına karşı kanun düzeyinde nasıl bir temkinin ve ihtiyatın bulunduğunun iyi bir örneğidir. (Belçika`da bu kanun 2016 Ocak sonunda yürürlükten kaldırıldı).

Gece saat 21.00 ile sabah 06.00 arasında ev basmalarını yasaklayan kanun Belçika`da 1969 yılında yürürlüğe girmişti. O zamanlar 68 fırtınası bütün Avrupa`yı kasıp kavuruyor ve kişisel özgürlerin genişletilmesi, polis devleti uygulamalarına son verilmesine ilişkin talepler geniş kitlelerce destekleniyordu. Şimdi aynı kanun, terörle mücadele eden güvenlik birimlerine ayak bağı olduğu gerekçesiyle yürürlükten kaldırılıyor.

Sadece bu örnek bile bize terörle mücadele ederken, kişisel özgürlükleri savunanlarla güvenlik birimleri arasındaki nasıl gerginliğin var olduğunu ispatlamaya yeter. Batı toplumlarında bu gerginlik, terörle mücadele ekiplerine aynı zamanda kişisel özgürlükleri savunanları ikna etme ve onların engelini aşma görevini yüklüyor. Mücadelenin bu boyutu, bazen güvenlik birimlerine zaman kaybettirebiliyor. Çünkü terörle mücadelede hâlâ yasal zeminde yürütülmeye çalışılıyor. Polis devleti uygulamalarından şiddetle kaçınılıyor.

Aynı olay, facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde bulunan hesapların içerdiği kişisel bilgilere güvenlik birimleri ve yabancılara ülkeye giriş vizesi veren idari birimlerin ulaşmaları konusuna da karşımıza çıkıyor. Vize veren merciler, Amerika`da bile Facebook hesaplarındaki paylaşımlara bakma yetkisine sahip değil. Dolayısıyla bir kişinin radikalleştiği ve potansiyel terörist olduğu çok kolay anlaşılamıyor. Amerika, eğer bu takibi tam anlamıyla yapabilseydi, radikalleştiği paylaşımlarından rahatlıkla anlaşılabilecek olan Tashfeen Malik adındaki bir Pakistanlı kadına belki de ülkeye giriş izni vermezdi. O da kocasıyla birlikte kendini Kaliforniya`nın San Bernandino kentindeki bir kafede patlatarak 14 kişinin ölümüne neden olmazdı.

Kanunen açıkça yasaklanmış olan bir husus, örneğin facebook hesaplarına bakmanın yasaklanması, bu birimlerin ellerindeki bilgileri diğer istihbarat birimleriyle paylaşmalarını engellemekte. Memurlar o hesaplara baksalar ve radikal paylaşımları görseler bile, bu paylaşımları vize başvurusunun reddedilmesinde bir gerekçe olarak kullanmadıkları gibi, ileride sorumlu duruma düşmemek için ellerindeki bilgileri güvenlik birimlerine iletmede çekingen davranmaktalar.

Kısacası terörle mücadelede güvenlik birimlerini bekleyen bir dizi güçlük var ve bütün bir hukuk sistemini bu mücadelenin gereklerine göre değiştirmek çok zor ve karmaşık bir süreci gerektiriyor.

Kaldı ki bir insan radikalleştiği andan itibaren, sosyal paylaşım sitelerinden çekiliyor. Cep telefonu kullanımı bile asgari düzeye iniyor, hatta sıfırlanıyor. Dolayısıyla bu durumda resmi kanallardan bilgi edinmek çok zorlaşıyor ve bütün yük istihbarat birimlerinin çalışmasına kalıyor.

Batı dünyasının istihbarat birimleri ile resmi merciler arasındaki ilişki, aynı kara paranın dünya çapındaki trafiğini andırır. Nasıl kapitalist sistem, mafya türü yeraltı örgütlerine kara parayı istedikleri gibi aklamaları için gereken manevra alanını bırakıyorsa, istihbarat birimlerini de her türlü kanun dışı uygulama için serbest bırakır. Nasıl kara para için vergi cennetleri meydana getiriliyorsa, istihbarat birimlerinin sorgulamaları için de ücra, kimsenin ayak basmadığı adalar kullanılır, hatta uçan hapisaneler oluşturulur. Tutukluların kaldığı hücreleri ve işkencehanesi olan uçaklara verilen addır ve sorgu tamamlanıncaya kadar uçak havada kalır. Aynı şekilde Amerika`daki „extraordinary rendition“ (olağanüstü teslimat) uygulamaları, kişilerin hukukun olmadığı ülkelere işkence ve sorgu amacıyla gönderilmesi, hep bu kapsamda ele alınması gereken önlemlerdir.

İstihbarat birimlerini kanun durduramaz. Çünkü onların ülke dışında operasyon yapma yetkileri vardır. Yurt içinde faalyette bulunabilmek, onlara kanun gözetiminden kurtulma imkânı verir. Yani bir bakıma istihbarat örgütleri suç işlemekte, ancak bu suç cezasız kalmaktadır. Ama kanun yurt içinde yerleşik olan resmi mercilerin elini kolunu bağlar.

Bu tür düşünceleri ilk ortaya çıkaran Alman gazeteci Jürgen Roth`dur. Roth, organize suçların, modern toplumlarda iktisadi ve sosyal sistemle derinlemesine içiçe geçtiğini delilleriyle ortaya koymuştur. Bu devlet tarafından yönlendirilen, ama amaca ulaşmak için suç işlemesine göz yumulan istihbarat birimlerinin kontrol dışına çıkması ve yarın öbürgün kendisini yönlendiren devleti ele geçirmeye çalışması her an olasıdır.

Sadece demokrasi ve insan hakları çerçevesi içinde kalınarak terörle mücadele daha zor. Bu nedenle demokrasi ile yönetilen ülkelerin terörle etkin bir şekilde mücadele edebilmeleri için, devasa istihbarat örgütleri kurmaları, kendi kanunlarının dışına çıkmaları gerekir. Kanun, hantal bir devlet örgütü yaratır. Derin devlet olgusunun bu toplumlarda iyice yerleşmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Ama öte yandan çok geniş bir kitle bu derin devlet olgusundan ürküyor.

İşte Fransa`nın farkı burada ortaya çıkıyor. Fransa derin devlet ve istihbarat örgütlerine karşı diğerlerinden daha mesafeli. Fransız istihbaratının bilinçli olarak geri bıraktırılmış olmasının nedenini burada aramak gerekir.

Bir de Fransa`nın üniter bir devlet olduğu gerçeği var.

Çok parçalı veya federatif yapıların derin devlet olgusundan çekinmesi için daha az neden var. Çünkü ele geçirilecek tek bir merkez yok. Birçok merkez olduğundan derin devletin bunların hepsine birden hakim olması mümkün değil. Oysa üniter devletlerde ele geçirilecek tek bir merkez olduğundan devlet derin devletin hegemonyasına daha kolay girebilir. Fransa, Avrupa`da aşırı sağın en güçlü olduğu ülkelerden biri.  Bunun nedeni Fransa`nın üniter bir devlet oluşudur. Federal yapılarda aşırı sağın güçlenmesi daha zor. Fransız kamuoyunun derin devlet ve istihbarat konularındaki çekingenliğini artıran bir husus bu.

Buradan federal yapıların terörle daha iyi mücadelede edebildikleri sonucunu çıkarabiliriz.

Örneğin Türkiye… Türkiye`de federal bir yapı yok. Dolayısıyla derin devlet olgusu, derhal devlette otoriterliği artırıyor. İş başına gelen hükümetler, bu derinleşmiş yapıyla çalışmak zorunda kalıyorlar. Oysa derin devlet ile yasal devlet arasında anlaşmazlık çıkması olasılığı her zaman var. Çünkü derin devleti kimlerin yönlendireceği konusu her zaman ucu açık bir konu olarak kalmaya mahkum. AKP öncesi derin devlet ordunun generalleri ile Amerikan istihbarat teşkilatlarının koalisyonu tarafından yönlendiriliyordu. AKP işbaşına geldiğinde bu derin devletle uyum içinde çalıştı. Ancak Amerika ile ordunun generalleri arasındaki koalisyon bozulmaya yüz tuttuğundan, uydurma delillerle dayanarak açılan davalarla ordunun derin devlet içindeki yapılanması ortadan kaldırıldı. Ama bu sefer cemaatin adamları derin devlete yerleştiler. Şimdi yasal devletle derin devlet arasındaki mücadeleye yine değişik bir boyutta tanık oluyoruz.

Dolayısıyla Türkiye`de terörle mücadale hep derin devletle görünen devlet arasındaki veya bazen derin devlet içindeki değişik kliklerin arasında mücadele ve dengeye göre belirleniyor. Bunlar birbirlerini başarısız göstermek için bazen yanlış istihbarat vermek veya hic istihbarat vermemek gibi yöntemlerle terörü birbirlerine karşı kullanıyorlar. Geçenlerde bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuya değindi hattâ.

Yani hem demokratik olarak kalmak, hem de terörle mücadele edebilmek ancak federal yapılarla mümkün. Bu durumda, ileride devletin bütününe hakim olabileceği endişesi taşımadan, kanunun ulaşamadığı, kendine terörle mücadele etmek konusunda her şeyi mübah gören, derin devlet yapılanmaları ortaya çıkarılabılıyor, hatta bunlar kanun gözetiminden kurtulmak için yurt dışında operasyon yapabiliyorlar.

Fransa ve bir ölçüde de Belçika, bu derin devlet olgusuna mesafeli yaklaştıklarından, her şeyi yasal yollardan götürmek istediklerinden terörle mücadelede yavaş kalıyorlar.

Bu zayıf yapı, üstüne üstlük terör için verimli bir toprak olan, topluma entegre olamamış göçmen gençliği olgusuyla birleşince ortaya teröre açık bir toplum çıkıyor.



Brüksel saldırılarında yukarıda özetlediğimiz unsurların hepsini bir arada görebiliriz.

17 Mart 2016 Perşembe

Türkiye`de Başkanlık Yolu: „Engebeli, Dolambaçlı, Sarp“

Mahir Çayan devrimin yolunu nitelemek için kullanmıştı bu ifadeleri.

Şimdi ayni ifadeler, Erdogan`ın başkanlık icin yürümek istedigi yol için de kullanılabilir.

AKP çevrelerince, başta Akit gazetesinden Abdurrahman Dilipak olmak üzere, Erdoğan`ı başkan yaptırmak için ucundan bucağından öyle bir plan dile getiriliyor ki, bu planın tutması için Türkiye`de birçok olmaz`ın olur hale gelmesi, yani sistemin daha başkanlık kurulmadan önce değişmesi gerekiyor.

AKP’yi iktidarı kaybetmişken yeniden iktidara getiren ana etkenin; halkın, bu karışık dönemde sistem değişiklliği bir yana, iktidar değişikliğini bile istememesi olduğu unutuluyor gibi.  

Yani halk, ortalık Suriye iç savaşı nedeniyle toz dumanken sistemin değistirilmesine cevaz verir mi? Bu soruya verdikleri cevap, evet. Ama çok tedirgin bir evet bu. Diğer bir ifadeyle, halktan aldıkları oyun, korkunun değil, gerçek bir sevgi ve bağlılığın ifadesi olduğunu ummak istiyorlar. Ama 1 Kasım seçimleri öncesinde oldugu gibi halkı tehdit ve korku ile yola getirme seçenegini de göz ardı etmiyorlar.

Yeni Akit Gazetesi`nde yayımlanan Abdurrahman Dilipak imzalı 12 Mart 2016 tarihli „5'li çete yargı yolunda “ başlıklı yazıya göre planın ana hatları şöyle:

1- Önce HDP`li 5 milletvekili için mecliste oylama yapılacak ve bunların dokunulmazlıkları kaldırılacak. Daha sonra diğer HDP`li milletvekillerine sıra gelecek. Toplamda 41 HDP`li milletvekili için 278 fezleke var. Fezlekelerin tümü kabul edilirse HDP`nin meclisteki sandalye sayısı 18`e düşecek. Bu da HDP grubunun dağılacağı anlamına geliyor.
2- Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri yurt dışına kaçacaklar veya tutuklanacaklar. Sonuçta üyelik vasfını kaybedecekler. Böylece yerlerinin doldurulması için ara seçimler gündeme gelecek.
3- Ara seçim anayasa refarandumuyla birlikte yapılacak. Meclisin uzlaştığı anayasa maddeleri mecliste, uzlaşamadığı başkanlık sistemi gibi maddeler ise refarandumda oylanacak. Ara seçimle refarandumu birleştirmenin amacı, Erdoğan`ın başkanlığı ile AKP`nin milletvekili seçimlerini özdeşleştirmek. 

Aslında planın tek başına bu maddesi bile başkanlık sistemi tartışmaları yüzünden AKP`nin saflarının nasıl diken üstünde olduğunun bir göstergesi. Erdoğan AKP`nin arkasına sığınarak başkanlığı kotarmak istiyor. Çünkü milletin ana tercihinin tek başına bir partinin iktidar olması, yani siyasi istikrar olduğunu biliyor. Erdoğan`ın başkan olup olmaması veya genel olarak başkanlık sistemi kimsenin umurunda değil. Ama buna rağmen plan, seçmenin istikrar tercihi yüzünden Erdoğan`ın başkanlığına da “evet” diyeceğini varsayıyor.

4- HDP grubunun milletvekili sayısı aşağılara çekildikten sonra sıra HDP`li belediyelere gelecek. Onların yolsuzluk yaptıkları öne sürülecek. Bu arada Batı`dan gelen tepkiler de dikkate alınacak.

Görüldüğü üzere bu planın tutması için CHP`nin elinin armut toplaması, Batı`nın hayırhah bir tarafsızlıkla olan biteni seyretmesi, milletvekili ara seçimiyle Erdoğan`ın başkanlık sisteminin birbirine bitiştirilerek seçime gidilmesine AKP saflarından hiçbir itirazın gelmemesi, eski AKP`li muhalif kanadın ağzını açmaması falan gerekiyor.

Plan aynı zamanda HDP`nin özellikle büyük şehirlerdeki desteğini kaybettiği şeklinde gizli bir varsayımı da içermekte. Özellikle başkanlık sistemini de araya katarlarsa, HDP eski gücüne tekrar kavuşabileceği düşünülmüyor. HDP`nin özyönetimi desteklediğini açıklaması, acaba gerçekten HDP tabanında bir erimeye yol açmış mıdır? Bu konuda tek bir anket yayımlanmış mıdır? Acaba AKP‘nin anket şirketleri, neden HDP’nin şu anki oy oranıyla ilgili bir tahminde bulunmazlar? Eğer başkanlık sistemini de işin içine katarsanız, acaba seçmen AKP`nin tek başına iktidar olmasını yine de garantileyecek, ama başkanlık sistemi referandumunun kaybedilmesine yol açacak şekilde oyunu kullanmayacak mıdır? Kısacası bu soruların hepsi açıkta ve planın bu sorulara AKP ve Erdoğan açısından verilen iyimser cevaplarla oluşturulduğu ortada.

Oysa gerçek çok farklı.

Evet, Türkiye seçmeni su anda AKP`nin tek başına iktidarını istikrar için şart olarak görüyor. Ama Erdoğan`ın başkanlık sistemini ve bizzat Erdoğan‘ı bir istikrar şartı olarak gördügüne dair elde kesin bir kanıt yok. AKP 7 Haziran`ı kaybetti. Çünkü Erdoğan`ın başkanlığı AKP`nin seçim propagandasının en önemli konularından birini oluşturuyordu. Ama sonraki 1 Kasım seçimlerine hazırlanırken başkanlık konusunu hiç ağızlarına almadılar ve AKP tek başına iktidara geldi. Sadece bu bile milletin AKP`yi tek başına iktidar için tercih ettiğini, ama Erdoğan`ı başkan olarak görmek istemediğini göstermeye yeter.

Korkunun araçsallaştırılması 

İşte korku unsuru bu noktada devreye giriyor. Yani milleti başkanlık sistemine razı etme çabaları yetersiz kaldığı zaman. Çünkü planı bu haliyle, yani korku unsuru kullanılmadan uygulanmaya koymak hemen hemen imkânsız.

Özellikle 2012 Geyi olaylarından sonra ortaya çıkan bir gercek var: AKP iktidarı, korkutan, tehdit eden; ama korkunun yaratılması icin bizzat eyleme geçmeyen, bunun için daha ziyade başkalarını kullanan bir siyasi yapılanmadır. Bu bakımdan AKP`nin 1980 öncesi MHP`den temel bir farkı vardır. O dönemde MHP`nin ülke sathına yayılan bir milis teşkilatı vardı. AKP`de ara ara ortaya çıkan sopalı adamlar dışında böylesi geniş bir milis örgütlenmesi görmüyoruz. Onun yerine korku daha çok bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor.

Cumhurbaşkanlığı sarayının heybetli görünümü ve ulaşılmazlığı, Erdoğan`ın sürekli tehditkar ve sert bir yüz ifadesi takınması, hiç cekinmeden „sanırım ortalık çalkalanacak,“ veya "öyle bırakmam onu" gibi laflar etmesi, pervasızca Anayasa mahkemesine çatması, dünyanın süper güçlerine Obama`ya, Putin`e meydan okuması bunların hepsi bir kâbus ortamının ülkenin ufkunu karartması için yeterli oluyor. Korkunun bir propaganda malzemesi olarak kullanılmasının yetmedigi zamanlarda ara ara patlayan bombalar, başkalarının yarattığı terör, bu terörün azar azar topluma şırınga edilmesi, tehdidin şaka olmadıgını topluma benimsetmeye yetiyor. Bu algı yönetiminin tek bir amacı var, kâbusu sürekli kılmak, millete bir an olsun rahat nefes aldırmamak.

Demirel`in Evren için söylediği çok ilginç bir söz vardır. Demirel Eko Enerji Dergisi Genel Yönetmeni Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır’a 2010 yılında verdiği röportajda 12 Eylül 1980 darbesine ilişkin şu değerlendirmelerde bulunmuştu: “Kanlar akıyordu, çünkü Sayın Evren'in Çankaya'ya çıkması gerekiyordu. Bu ithamla karşı karşıyadır. Yani, Evren Çankaya'ya çıksın diye 11 Eylül günü o kanlar akıyordu maalesef, 13 Eylül'de de onun için durmuştu" demişti.

Şimdi de sahneye buna benzer bir oyun konmuş gibi. Fark sadece, o zamanki MHP ve sol örgütlerin yerinin şimdi IŞID, PKK gibi örgütlerin almış olmasında yatıyor. Yani terörün kaynağı bu sefer gerçekten dışarıda. Ama üretilen korkunun Evren ve onun arkasındakilerin yaptğı gibi, belirli bir politik amacın gerçekleştirilmesi için kullanılması açısından iki dönem arasında herhangi bir fark yok. Geçenlerde Alman Welt gazetesi'nde yayımlanan „Suriye savaşının tek bir kazananı varsa, o da Erdoğan`dır“ başlıklı yazı tam da bu konuyla ilgiliydi: „Erdoğan ist der größte Profiteur des Bürgerkriegs” yazan: Von Torsten Krauel, Chefkommentator, 08.03.2016.

Ama gel gör ki, Erdoğan`ın bu kabus ortamından bir başkanlık kotarmasının Batı tarafından hoş görüleceğine dair herhangi hiçbir emare yok. Aksine Erdoğan istenmeyen adam görünümünde. Nitekim Obama`nın Erdoğan`ı bir başarısızlık olarak gördügüne dair beyanlarını okuduk geçenlerde. (Bakınız: Jeffrey Goldberg - The Obama Doctrine, www.theatlantic.com)

Korkunun AKP'nin tek başına iktidar olması için kullanılmasına Batı bir dereceye kadar tahammül edebilir. Erdoğan`ın başkanlık sistemini bu terör ve korku ortamından yararlanarak inşa etmesine gelince Batı'nın tavrı büyük bir ihtimalle olumsuz olacaktır. 

Hattâ daha da ileri gidilerek şu söylenebilir. Eğer mülteci krizinin büyümemesi için Suriye savaşının, ülkenin felç durumunda daha uzun süre kalması koşuluyla bitirilmesi gündeme gelirse, Türkiye`de de derhal koalisyon ortamına girilecektir. Çünkü siyaseten bitmiş bir parti olan AKP`yi bugün sadece korku ayakta tutmaktadır. Korku bitince AKP`nin altındaki halı da çekilecektir. Buna dair emaraler var aslında. Nitekim mülteci krizinin Erdoğan`ı büyüttüğünü gören Batı, Suriye savaşını bir an evvel bitirmek için düğmeye basabilir. Rusya‘nın, Suriye`den çekileceğine dair haberler bunun için yayılmaktadır. Merkel`in siyasi dehası da, mülteci krizi dolayısıyla Erdoğan faktörünü kullanarak Amerika`yı ve ona bağlı olarak Rusya`yı Suriye savaşını bir an evvel bitirmeye zorlamak şeklinde kendini göstermiştir.

O yüzden Suriye iç savaşı çözüme doğru evrildikçe, Erdoğan`ın başkanlık yolu daha engebeli, daha dolambaçlı ve daha sarp hale gelecek ve AKP iktidarının en büyük nedeni korku ortadan kalkınca, Türkiye`de yeni siyasi oluşumların yolu da açılmış olacaktır. Yani Türkiye`de artan koalisyon ihtiyacından ve Bülent Arınç`ın başını çekecek olduğu yeni bir merkez partisi oluşumundan, Bülent Arınç CHP ortaklığından bahsetmek mümkün olacaktır.