10 Nisan 2016 Pazar

Avrupa`da Terör 1 : Beslendiği Kaynaklar

Paris ve Brüksel`deki terörist saldırıların İngiltere ve İspanya`daki terörist eylemlerden önemli bir farkı var. Bu saldırılar bize, eylemlerin bizzat bu ülkede doğup büyüyen Kuzey Afrikalı müslüman gençler tarafından düzenlendiğini ve terörün bu ülkelerde kendine kitlesel bir taban edindiğini gösteriyor.

Dahası, Fransa ve Belçika`daki terör riskinin bizatihi bu ülkede yerleşik milyonlarca Kuzey Afrika kökenli müslüman göçmenin toplumla yeterince bütünleşememiş olmasından kaynaklandığı da tespit edilmiş durumda.

Ama öte yandan, Belçika ve Fransız güvenlik birimlerinin faillerin yakalanması ve saldırıların önlenmesi konusunda yeterince hareketli ve kararlı davranmadığına dikkat çekiliyor. Belçika gibi küçük bir ülkede, üstelik kendini elektronik istihbarat ağına defalarca deşifre etmiş bir kişinin bile aylarca polisten kaçabilmesi bir yönetim zaafı olarak değerlendiriliyor.

Bizim burada üzerinde durmak istedigimiz konu, her iki olayın, yani güvenlik birimlerinin görece zayıflığı ile bu ülkelerde terörün kendine kitlesel bir taban edinmesinin aynı yapının iki farklı sonucu olduğudur. O yapı, Fransa ve Belçika`da, diğer Avrupa ülkelerinde hiç olmadığı biçimde tamamen, islam karşıtı, ama aynı zamanda liberal, aydınlanmacı düşünce tarafindan şekillenmiştir.

Aydınlanmacı düşünce, bir yönüyle ne kadar liberalse, diger yönüyle o kadar İslam karşıtıdır. Bunlar aynı bir madalyonun iki yüzü gibidir.  

Fransızlar, İslamiyete liberal olduklarından tepki duyarlar. Yani onların zihninde İslam ve Doğu, depotizmle özdeştir. Liberalizm Islam karşıtlıgını körükler. 

Ama Doğu despotizmine karşı liberal tepki nedeniyle Doğu insanı ve İslam kültürü bütünüyle dışlanır. Dolayısıyla Fransa bir yandan özgürlükleri gözetir ve istihbarat örgütlerini ve polis devleti uygulamalarını fazla geliştirmezken diğer yandan müslüman göçmenleri gettolara doğru iter. Her iki davranışın kökeninde de Aydınlanmacı İslam karşıtı zihniyet yatar.

İşte teröre karşı Fransa`nın elini zayıflatan tam da budur. 

Şimdi madalyonun iki yüzünü ayrı ayrı ele alalım.

Fransa ve Belçika neden terörün hedefi haline geldi?

Fransa ve Belçika´da bulunan Kuzey Afrikalı müslüman ve çoğunlukla Arap kökenli gençliğin İŞİD benzeri terörist örgütlerin militan devşirdiği bir kitlesel temel oluşturduğu sır değil. Zaten İŞİD`in Suriye ve Irak`ta bulunan militanlarının içinde de Kuzey Afrikalı`lar sayısal açıdan ilk sıraları paylaşıyorlar. 

Ama aynı terör örgütleri, örneğin Avrupa`da yaşayan Türkler arasından kendine yandaş bulamıyor. Bununla birlikte müslüman olmalarına rağmen Türkiye`li göçmenlerin neden terörü desteklemedikleri sorusuna Fransa ve Belçika`da tam olarak cevap verilmiş değil. The New York Times`a bu sorunun cevabı hâlâ araştırılıyormuş.

Bakınız:http://www.nytimes.com/2016/03/25/world/europe/brussels-attacks.html?_r=0

Arastirsinlar bakalim. Ama oryantalist aydinlanmaci bakis acisinin sorunu tam da bu zaten: Bütün müslümanlari ayni kefeye koyup dislamak. Aralarindaki farklari önemsememek, hatta yok saymak.

Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu olarak Fransa ve Belçika, yine diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak göçmenlerin toplumla bütünleştirilmesi konusunda yeterince başarılı değil. Göçmenler bu ülkelerde gettolara itiliyorlar. Göçmen çocukları, gettolara itildikçe, isterse bulundukları ülkede doğup büyümüş olsunlar, işsizlik, eğitimsizlik, aile desteğinden yoksunluk ve parasızlık yüzünden terör örgütlerine sempati duymaya ve giderek onların militanı olmaya yatkın duruma geliyorlar ve bu özellikle Fransa ve Belçika`nın Fransızca konuşulan bölgeleri için geçerli.

Fransa`nın bu farklı konumu, daha Sarkozy`nin içişleri bakanı olduğu zamanlarda patlak veren 2005 ayaklanmaları sırasında belirginleşmeye başlamıştı; Sarkozy, olay çıkartan, araba yakan, gösteri düzenleyen yabancı kökenli gençlere karşı aşağılayıcı bir dil kullanmış, bu tavır gösterilerin şiddetini daha da artırmıştı.

Fakat, ilginçtir, bu ayaklanmalar sonrasında Sarkozy hızlı bir şekilde politik basamakları çıkmaya başladı. Yangının üzerine benzinle gitmesi Sarkozy`ye puan kaybettirmedi, aksine kazandırdı.

Bu da gösteriyor ki, Fransa'da yabancılara karşı toplumun geneline yayılmış bir tepki vardır ve bu tepki, bu topraklarda büyümüş, Fransa vatandaşı olan birçok yabancı kökenli müslümanı toplumun dışına itmektedir. Bu da terörle mücadelede Fransa`nın işini güçleştirmektedir.

Fransa ve Belçika terörle mücadelede yeterince başarılı mı?

Her iki ülkenin de terörle mücadelesi dünyanın gözünü doldurmaktan uzak kaldığı bir gerçek. Hatta bazı olaylara inanmak bile zor. Salah Abdeslam, Paris saldırılarında aktif olarak rol almış, ancak kendini patlatmaktan son anda vaz geçerek kayıplara karışmış bir kişiydi. Yakalanması, Paris saldırıları denilen bilmecenin çözümü için anahtar sayılabilecek bilgileri güvenlik birimlerine aktaracağından önem taşıyordu. Buna rağmen Saleh Abselam, Paris saldırılarının hemen sonrasında Paris civarında yapılan bir trafik kontrolünden yakalanmadan geçebildi. Ve Saleh Abselam, yine doğduğu yerde Molenbeek`te bir evde yakalandı ve doğduğu yerde aylarca saklanmayı başardı.

Fransa ve Belçika`nın terörle mücadeleyi olağan güvenlik birimlerine bıraktığı gibi bir izlenim var. Hatta olağan güvenlik birimleri dışında, Fransa`nın ve Belçika`nın gerçek anlamda bir istihbarat teşkilatına sahip olup olmadığı bile sorulabilir.

Terör uzmanı Prof Dr. İhsan Bal 17 Kasım 2015`te bu durumu şu şekilde eleştiriyor:

„Bu kadar fazla sayıdaki teröristin birden fazla hedefe eş zamanlı ve eş güdümlü eylem gerçekleştirebiliyor olması özellikle Fransız istihbaratının büyük bir zafiyeti olarak değerlendirilebilir. Bütün erken teyakkuz sistemleri aktif durumdayken ve çeşitli önlemler alınmış olmasına rağmen bu kadar farklı hedefe bir anda en az 15-20 militanın karıştığı bir terör saldırısının yapılabiliyor oluşunu göz önünde bulundurduğumuzda, Fransız güvenlik güçleri arasında koordinasyonsuzluk veya istihbaratta ciddi bir kara delik, istihbarat ifadesiyle kör nokta, var diyebilirim.“

Bakınız:http://www.usak.org.tr/tr/yayinlar/usak-mulakatlari/prof-dr-ihsan-bal-fransa-nefret-ve-kutuplastirici-anlayisin-disina-cikarsa-terorle-mucadeleyi-kazanir

İş bununla da bitmiyor. Saldırılar gerçekleştikten sonra meydana gelen olaylar da bir o kadar ilgi çekici.

Mesela saldırılardan sonra Bataclan gece klübünün önünde bir çöp konteynerinin içinde kullanılmış bir cep telefonunun bulunmasından sonra gelişen olaylar… Bu telefonun teröristler tarafından saldırıdan önce bir kereliğine kullanılmış, daha sonra içindeki sim kartı ile birlikte atılmış olduğu tespit ediliyor. Telefonun en son kullanıldığı yerin tespiti güvenlik birimlerini Saleh Abselam`in kardeşi İbrahim Abselam`ın saldırılardan önce kalmış oldukları yere götürüyor. Paris banliyölerinden Alfortville`de bulunan Apartcity isimli otelden bu telefonla Brüksel`deki bir numaranın arandığı tespit ediliyor. Teröristler gittikleri her yerde buna benzer bir kereliğine kullanılmış telefonları sağa sola atıyorlar. Kaldıkları evlerdeki DNA kayıtlarından, o evlerde daha önce yaşamış kişilerin kimler oldukları tespit edilebiliyor. Teröristlerce aranan numaralar Belçika`da yaşayan kişilere ait ve Saleh Abselam saldırılardan sonra aile ve yakınlarının yardımıyla oraya, o telefon edilen numaraların olduğu mahallelere sığınıyor ve bu mahallelerde yakalanmadan 4 ay gibi bir süre yakalanmadan saklanabiliyor.  

Bu olayları basit beceriksizlikler olarak yorumlamak mümkün değil. Bu yavaşlığın mutlaka bir sosyolojik temeli olması gerekir. Fransa ve Belçika`da istihbarat teşkilatının, daha doğrusu „derin devlet“in görece zayıflığının bır devlet politikası olarak seçilmiş olması ihtimal dahilinde. Çünkü Fransa, neo-liberalizme karsı kitlesel tepkilerin en fazla olduğu ülkelerden biri. Neo-liberalizmle Şili-Pinochet tarzı polis devleti uygulamaları arasındaki ilişkinin en çok farkında olunan ülkelerden biri.

Örneğin Belçika`da gece ev basmalarının kanunla yasaklanmıs olması, birçok evin etrafının sarılmış olması ve etrafında kuş uçurtulmamasına rağmen evlerin gece 21.00 ile sabah 06.00 arasında basılamaması, polis devleti uygulamalarına karşı kanun düzeyinde nasıl bir temkinin ve ihtiyatın bulunduğunun iyi bir örneğidir. (Belçika`da bu kanun 2016 Ocak sonunda yürürlükten kaldırıldı).

Gece saat 21.00 ile sabah 06.00 arasında ev basmalarını yasaklayan kanun Belçika`da 1969 yılında yürürlüğe girmişti. O zamanlar 68 fırtınası bütün Avrupa`yı kasıp kavuruyor ve kişisel özgürlerin genişletilmesi, polis devleti uygulamalarına son verilmesine ilişkin talepler geniş kitlelerce destekleniyordu. Şimdi aynı kanun, terörle mücadele eden güvenlik birimlerine ayak bağı olduğu gerekçesiyle yürürlükten kaldırılıyor.

Sadece bu örnek bile bize terörle mücadele ederken, kişisel özgürlükleri savunanlarla güvenlik birimleri arasındaki nasıl gerginliğin var olduğunu ispatlamaya yeter. Batı toplumlarında bu gerginlik, terörle mücadele ekiplerine aynı zamanda kişisel özgürlükleri savunanları ikna etme ve onların engelini aşma görevini yüklüyor. Mücadelenin bu boyutu, bazen güvenlik birimlerine zaman kaybettirebiliyor. Çünkü terörle mücadelede hâlâ yasal zeminde yürütülmeye çalışılıyor. Polis devleti uygulamalarından şiddetle kaçınılıyor.

Aynı olay, facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde bulunan hesapların içerdiği kişisel bilgilere güvenlik birimleri ve yabancılara ülkeye giriş vizesi veren idari birimlerin ulaşmaları konusuna da karşımıza çıkıyor. Vize veren merciler, Amerika`da bile Facebook hesaplarındaki paylaşımlara bakma yetkisine sahip değil. Dolayısıyla bir kişinin radikalleştiği ve potansiyel terörist olduğu çok kolay anlaşılamıyor. Amerika, eğer bu takibi tam anlamıyla yapabilseydi, radikalleştiği paylaşımlarından rahatlıkla anlaşılabilecek olan Tashfeen Malik adındaki bir Pakistanlı kadına belki de ülkeye giriş izni vermezdi. O da kocasıyla birlikte kendini Kaliforniya`nın San Bernandino kentindeki bir kafede patlatarak 14 kişinin ölümüne neden olmazdı.

Kanunen açıkça yasaklanmış olan bir husus, örneğin facebook hesaplarına bakmanın yasaklanması, bu birimlerin ellerindeki bilgileri diğer istihbarat birimleriyle paylaşmalarını engellemekte. Memurlar o hesaplara baksalar ve radikal paylaşımları görseler bile, bu paylaşımları vize başvurusunun reddedilmesinde bir gerekçe olarak kullanmadıkları gibi, ileride sorumlu duruma düşmemek için ellerindeki bilgileri güvenlik birimlerine iletmede çekingen davranmaktalar.

Kısacası terörle mücadelede güvenlik birimlerini bekleyen bir dizi güçlük var ve bütün bir hukuk sistemini bu mücadelenin gereklerine göre değiştirmek çok zor ve karmaşık bir süreci gerektiriyor.

Kaldı ki bir insan radikalleştiği andan itibaren, sosyal paylaşım sitelerinden çekiliyor. Cep telefonu kullanımı bile asgari düzeye iniyor, hatta sıfırlanıyor. Dolayısıyla bu durumda resmi kanallardan bilgi edinmek çok zorlaşıyor ve bütün yük istihbarat birimlerinin çalışmasına kalıyor.

Batı dünyasının istihbarat birimleri ile resmi merciler arasındaki ilişki, aynı kara paranın dünya çapındaki trafiğini andırır. Nasıl kapitalist sistem, mafya türü yeraltı örgütlerine kara parayı istedikleri gibi aklamaları için gereken manevra alanını bırakıyorsa, istihbarat birimlerini de her türlü kanun dışı uygulama için serbest bırakır. Nasıl kara para için vergi cennetleri meydana getiriliyorsa, istihbarat birimlerinin sorgulamaları için de ücra, kimsenin ayak basmadığı adalar kullanılır, hatta uçan hapisaneler oluşturulur. Tutukluların kaldığı hücreleri ve işkencehanesi olan uçaklara verilen addır ve sorgu tamamlanıncaya kadar uçak havada kalır. Aynı şekilde Amerika`daki „extraordinary rendition“ (olağanüstü teslimat) uygulamaları, kişilerin hukukun olmadığı ülkelere işkence ve sorgu amacıyla gönderilmesi, hep bu kapsamda ele alınması gereken önlemlerdir.

İstihbarat birimlerini kanun durduramaz. Çünkü onların ülke dışında operasyon yapma yetkileri vardır. Yurt içinde faalyette bulunabilmek, onlara kanun gözetiminden kurtulma imkânı verir. Yani bir bakıma istihbarat örgütleri suç işlemekte, ancak bu suç cezasız kalmaktadır. Ama kanun yurt içinde yerleşik olan resmi mercilerin elini kolunu bağlar.

Bu tür düşünceleri ilk ortaya çıkaran Alman gazeteci Jürgen Roth`dur. Roth, organize suçların, modern toplumlarda iktisadi ve sosyal sistemle derinlemesine içiçe geçtiğini delilleriyle ortaya koymuştur. Bu devlet tarafından yönlendirilen, ama amaca ulaşmak için suç işlemesine göz yumulan istihbarat birimlerinin kontrol dışına çıkması ve yarın öbürgün kendisini yönlendiren devleti ele geçirmeye çalışması her an olasıdır.

Sadece demokrasi ve insan hakları çerçevesi içinde kalınarak terörle mücadele daha zor. Bu nedenle demokrasi ile yönetilen ülkelerin terörle etkin bir şekilde mücadele edebilmeleri için, devasa istihbarat örgütleri kurmaları, kendi kanunlarının dışına çıkmaları gerekir. Kanun, hantal bir devlet örgütü yaratır. Derin devlet olgusunun bu toplumlarda iyice yerleşmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Ama öte yandan çok geniş bir kitle bu derin devlet olgusundan ürküyor.

İşte Fransa`nın farkı burada ortaya çıkıyor. Fransa derin devlet ve istihbarat örgütlerine karşı diğerlerinden daha mesafeli. Fransız istihbaratının bilinçli olarak geri bıraktırılmış olmasının nedenini burada aramak gerekir.

Bir de Fransa`nın üniter bir devlet olduğu gerçeği var.

Çok parçalı veya federatif yapıların derin devlet olgusundan çekinmesi için daha az neden var. Çünkü ele geçirilecek tek bir merkez yok. Birçok merkez olduğundan derin devletin bunların hepsine birden hakim olması mümkün değil. Oysa üniter devletlerde ele geçirilecek tek bir merkez olduğundan devlet derin devletin hegemonyasına daha kolay girebilir. Fransa, Avrupa`da aşırı sağın en güçlü olduğu ülkelerden biri.  Bunun nedeni Fransa`nın üniter bir devlet oluşudur. Federal yapılarda aşırı sağın güçlenmesi daha zor. Fransız kamuoyunun derin devlet ve istihbarat konularındaki çekingenliğini artıran bir husus bu.

Buradan federal yapıların terörle daha iyi mücadelede edebildikleri sonucunu çıkarabiliriz.

Örneğin Türkiye… Türkiye`de federal bir yapı yok. Dolayısıyla derin devlet olgusu, derhal devlette otoriterliği artırıyor. İş başına gelen hükümetler, bu derinleşmiş yapıyla çalışmak zorunda kalıyorlar. Oysa derin devlet ile yasal devlet arasında anlaşmazlık çıkması olasılığı her zaman var. Çünkü derin devleti kimlerin yönlendireceği konusu her zaman ucu açık bir konu olarak kalmaya mahkum. AKP öncesi derin devlet ordunun generalleri ile Amerikan istihbarat teşkilatlarının koalisyonu tarafından yönlendiriliyordu. AKP işbaşına geldiğinde bu derin devletle uyum içinde çalıştı. Ancak Amerika ile ordunun generalleri arasındaki koalisyon bozulmaya yüz tuttuğundan, uydurma delillerle dayanarak açılan davalarla ordunun derin devlet içindeki yapılanması ortadan kaldırıldı. Ama bu sefer cemaatin adamları derin devlete yerleştiler. Şimdi yasal devletle derin devlet arasındaki mücadeleye yine değişik bir boyutta tanık oluyoruz.

Dolayısıyla Türkiye`de terörle mücadale hep derin devletle görünen devlet arasındaki veya bazen derin devlet içindeki değişik kliklerin arasında mücadele ve dengeye göre belirleniyor. Bunlar birbirlerini başarısız göstermek için bazen yanlış istihbarat vermek veya hic istihbarat vermemek gibi yöntemlerle terörü birbirlerine karşı kullanıyorlar. Geçenlerde bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuya değindi hattâ.

Yani hem demokratik olarak kalmak, hem de terörle mücadele edebilmek ancak federal yapılarla mümkün. Bu durumda, ileride devletin bütününe hakim olabileceği endişesi taşımadan, kanunun ulaşamadığı, kendine terörle mücadele etmek konusunda her şeyi mübah gören, derin devlet yapılanmaları ortaya çıkarılabılıyor, hatta bunlar kanun gözetiminden kurtulmak için yurt dışında operasyon yapabiliyorlar.

Fransa ve bir ölçüde de Belçika, bu derin devlet olgusuna mesafeli yaklaştıklarından, her şeyi yasal yollardan götürmek istediklerinden terörle mücadelede yavaş kalıyorlar.

Bu zayıf yapı, üstüne üstlük terör için verimli bir toprak olan, topluma entegre olamamış göçmen gençliği olgusuyla birleşince ortaya teröre açık bir toplum çıkıyor.



Brüksel saldırılarında yukarıda özetlediğimiz unsurların hepsini bir arada görebiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder