10 Mayıs 2015 Pazar

Gelecekteki Ortadoğu nasıl şekillenecek 1 - Arap Baharı ve Kürt Sorunu

Suriye`deki ve Irak`taki ana denklemin aslında Kürt sorunu olduğu gerçeği artık her geçen gün daha çok belirginleşiyor. Böyle olduğu içindir ki, Arap Baharı, bütün Kuzey Afrika`yı, Ortadoğu ve Arap yarımadasını kasıp kavurduktan sonra kalıcı bir içsavaşa yol açmadan güç kaybedebildi, ama Suriye ve Irak`ta içten içe yanan bir kor ateşe dönüştü ve hâlâ daha oradaki halkları yakmaya devam ediyor.

Bu iki ülkenin ortak özelliği Kürt sorunundan muzdarip olması ve sadece ve sadece demokratik yöntemlerle çözülebilecek bu sorunla bas edebilecek donanıma sahip olmamasıdır. Arap Baharı işte böyle bu sorunu kalıcı bir iç savaşa dönüştürmüştür. Her iki ülkede de bütün siyasi tavır alışlar, ister istemez Kürt sorunu etrafında biçimlenmiş, sorunun çözülmesi geciktikçe çelişkiler derinleşmiştir.  

Yani Arap alemindeki esas çelişki, ne Şii-Sünni çelişkisi, ne de Arap-Israil savaşıdır. Bir şeriatçi-laik çelişkisinden veya derinleşmiş bir sınıf mücadelesinden de aslında bahsedilemez. Bu çelişkiler tabii ki vardır, ama içsavaşın ortaya çıkması için yeterli değildir.

Kürt sorununun olmadığı Arap ülkelerinde toplumsal çalkantılar bir süre sonra yeni bir dengenin kurulmasıyla sonuçlanıyor. Ama sadece Suriye ve Irak, dengenin bir kere bozulmasıyla, yeni bir dengeye kavuşmak yerine, denge noktasından sürekli uzaklaşıyorlar. Bu durum bize bu ülkeler Kürt sorununu çözecek biçimde parçalanmadıkça, çatışmaların bitmeyeceğini gösteriyor.

Yani Kürt sorunu etnik kimliğe bürünmüş bir demokrasi mücadelesi olarak görünüyor. Etnik kimliğin söz konusu olması nedeniyle çelişki uzlaşmaz hale geliyor ve denge durumundan gitgide uzaklaşılıyor.

Ama Arap baharı olmasaydı, Kürt sorunu muhtemelen bu ülkelerde bir iç savaşa yol açmayacaktı. Arap baharının demokratik özü, Kürt sorunundaki demokratik özle birleşiyor. Arap Baharı`na yakalanan Arap ülkelerinden sadece üçü bünyesinde etnik azınlık barındırmaktadır. Suriye, Irak ve Sudan. Bunlardan üçüncüsü Arap Baharı`ndan sonra parçalandı. Ilk ikisi ise parçalanma yolunda. Bu iki ülkenin parçalanma sürecinin uzun ve ağrılı olmasının nedeni, stratejik önemlerinden ve Ortadoğu`daki büyük güçlerin ülkelerin iç işlerine karışması sonucu, tarafların dış güçlerin vekâlet savaşını yürütüyor olmalarındandır.

Eğer ülke bütünlüğü sağlayacak şekilde demokratik reformlardan geçirilemiyorsa, halkların daha fazla demokrasi istemeleri, ama bunu ifade etmek için yeterli ideolojik, siyasi birikimin olmayışı, sonuçta etnik azınlığın ayrılma isteğini kalıcı hale getirmektedir. Ama ülke içinde halkların özgürlük istemi uğruna topyekun bir kalkışması olmayınca, tek başına etnik kimlik ayrılma ve iç savaş için yeterli olmamaktadır. Bu nedenle Türkiye`deki 1936-37 Kürt isyanı ayrılma ile sonuçlanmamıştır. Ama 1980`lerde başlayan ikinci Kürt kalkışmasında, toplumsal güçler, sorunu daha demokratik yönlerden çözebilecek yeterli birikime sahipti. Bu nedenle ikinci Kürt kalkişmasi da ayrılma ile degil, yeni bir toplum sözleşmesi temelinde birleşme ile sonuçlanmak üzere. Bu süreç henüz devam ediyor.

Işte bu nedenledir ki, Türkiye ve Iran daha baştan Irak ve Suriye`deki çatışmalara Kürt sorunu açısından baktılar. Iran, Kürt sorununun Türkiye ve Iran`ı da parçalayabileceğini söyleyerek, Suriye`nin toprak bütünlüğünün korunması konusunda Türkiye`den destek talep etti. Bu talep ilk bakişta mantıklı görünebilir. Ama Kürt sorununun aldığı boyutları çok iyi bilen Türk yöneticileri, böylesi bir çelişkileri bastırma mantığının Türkiye için geçerli olamayacağını çoktan biliyorlardı. Iran, Kürt sorununu çözmek için bir “Çözüm Süreci” başlatmamıştı. Ama Türkiye`de bu süreç yürürlükteydi ve Türkiye toplumu bu süreçte epeyi yol katetmis, bu sürecin ayrıntılarını tartışmış ve dönülmez bir yola girmiş bulunuyordu. Iran, Türkiye`deki demokrasi birikiminin kendi birikiminden daha ileride olduğunu unutuyordu. Sadece bu bile, Iran`lı yöneticilerin (özellikle Haşimî Rafsancani’nin) Türkiye`yi ne kadar az tanıdıklarını göstermeye yeter ve Iran`daki entellektüel sınıfın ne kadar birikimsiz olduğunu gösterir.

Türkiye istese de Iran`la birlikte Esad rejimini koruyamazdı. Buna kendi mezhepsel önyargıları kadar, kendi içindeki Kürt sorunun boyutu da engeldi. Suriye`deki geçmişteki Irak`ta olanlara benzer bir Kürt katliamı, en başta Türkiye`yi sarsacaktı. Nitekim Kobani`deki Kürt yenilgisi olasılığı Türkiye`nin baştanbaşa nasil sarsılmasına yol açtıysa, bunun üç veya beş kat şiddetlisi, Türkiye Esad rejimini desteklemek hatasına düştüğünde yaşanacaktı.

Kısacası, Kürtlerle masaya, ülkedeki düzenin yenibaştan dizaynı konusunda oturmaya kararlı olan bir Türkiye vardı. Öte yandan böyle bir derdi olmayan İran. Olası bir işbirliği için hiç de iyi bir zemin yoktu ortada. Şimdi ise Iran`ın Türkiye`deki Kürt sorununu nasıl çözdüğüne odaklandığı düşünülebilir. Çözüm olasılığı belirdikçe, İran da Kürt sorunu konusunda Türkiye`yi takip edecektir. Ve çözümün hiç de parçalanma yönünde gelişmediği görüldükçe, soruna İran`ın katılımı da artacaktır.

Bu işin bir yanı.

Ama bir de sorunun yukarıda işaret ettiğimiz diğer bir boyutu var. Kürt sorununun aslında demokratik bir özü vardır, dedik. Çok genel anlamda ele alırsak, daha fazla demokrasi olmadan Kürt sorunu çözülemez diyebiliriz. Nitekim bu boyutu çeşitli yazarlar, başta Kadri Gürsel, sürekli vurguluyorlar. Öte yandan Kürt sorununun taraflarından biri olan Türkiye`li HDP`nin aslında sadece Kürtlere değil, bütün Türkiye`ye seslenmesinin bir nedeni bu. Iran bu noktadan çok uzakta. Peki Türkiye? Türkiye Kürt sorununa bir demokrasi meselesi olarak bakmaya hazır mı? Bu soruya şu an „hayır“ cevabı verilebilir. Ama şunu söyleyelim: Türkiye`de %10`u temsil eden HDP ve %25`i temsil eden CHP`nin tabanının önemli bir kısmı böyle düşünmüyor. Yani özgürlüklerin çoğaltmadığı bir ortamda Kürt sorununda ilerleme kaydedilmesinin imkânsızlığı aslında Türkiye`deki birçok aydın çevrelerinde dile getiriliyor. O halde Türkiye ile Iran arasında Suriye konusunda işbirliği olasılığını azaltan ikinci bir farklılık daha ortaya çıkıyor demektir.

Ama Türkiye`nin bu demokrasi konusunda ikicikli olduğu, ülkede özgürlükleri, sivil toplumcu bir demokratik toplum yaratma süreciyle Kürt sorununu aynılaştırmadığı da bir gerçek. Türkiye işte tam da bu noktada bocalamaktadır. Bocaladıkça, Türkiye`nin Kürt sorununa bakışı, olayın bir siyasi ittifaklar manzumesi olarak görülmesi şeklinde tezahür ediyor. Suudi Arabistan ve Katar`a yaklaşılıyor. Sünnilerden kendisini Kürtleri desteklemekten kurtaracak ittifaklar talep ediliyor. Kürtlerle aynı telden çalmayan, Suriye muhalefetine yaklasılıyor. ISID yakın zamana kadar seçeneklerden biriydi. Ancak ISID`in aşırılıkları, Türkiye`nin bu konuda ağzının yanmasına yol açtı. Pekiyi ya el Nusra? Suriye`deki muhalefetin son zaferlerini Türkiye-Suudi Arabistan-Katar arasındaki işbirliğinin artmasının bir sonucu olarak gören yorumcu sayısı bir hayli fazla. Bu kanadın başını The New York Times çekiyor.

Türkiye`nin çözüm sürecinde frene basmasının bir nedeni daha var. Türkiye, Kürt sorununu çok hızlı çözmek istemiyor. Çünkü bu sorunun hızlı çözümü, Türkiye`yi Suriye topraklarına doğru genişlemek zorunda bırakacak. Bu olasılığın, bu hiç istenmeyen genişlemenin, bir çok Türk siyasetçisinin şimdiden uykusunu kaçırdığı bir gerçek. Suriye`deki yeni yapı belli olmadan, Kürt sorunun Türkiye`de çözülmesi, birçok Suriyeli Kürtün Türkiye ile bütünleşmesine yol açabilir. Bu ise Türkiye`yi direkt Arap âlemi ile karşı karşıya bırakır ve ülkeyi içsavaşın taraflarindan biri yapar. Bu gerçek, Kürt sorununa getirilen çözüm önerilerine CHP`nin neden soğuk olduğunu ve neden geçenlerde Kılıçdaroğlu`nun “Suriyelileri ülkelerine geri göndereceğiz” dediğini açıklar. Bu seçim vaadi bir çok yönden tartışmaya açık bir konu.

Bir kere 2 milyon insanı geri gönderemezsin. Bunların birçoğu vatandaşlığa geçti bile. Üstelik bu insanlar Türkiye`nin en önemli sorunlarından biri olmaya aday olan nüfus artış hızının azalması sorunu açısından neredeyse ilaç konumunda. Bu nedenle bu iki milyon insanın getirdikleri, paradoksal gibi görünüyor ama, götürdüklerinden fazla. Sonra gelen bu iki milyonun neredeyse hepsi Kürt. Onlar çoktan Türk toplumuyla bütünleştiler bile. Zaten bir çoğu buradaki Kürtlerle akraba.

Ikincisi ve daha önemlisi bu insanlar, yöre halkı dışında Türkiye`deki bizatihi demokrat Türkler tarafından da sempatiyle karşılanıyorlar. Kobani direnişinin Türk ve Kürt kamuonu tarafından sempatiyle karşılanması gibi. Bütün bu gerçekler bıze Kürt sorununun demokratık bir içeriği olduğunu kanıtlıyor. Ama aynı zamanda çözümün hızı karşısında Türk yönetici kesiminin duyduğu korkunun haklılığını da açıklıyor.

Öyle ya da böyle, bu konuda Türkiye açısından geri dönüş yok. Dolayısıyla El Kaide ile bağlantısını geçenlerde teyit eden El Nusra, Suudi Arabistan, Katar gibi seçenekler, Kürtlerle araya mesafe koyma çabaları, sadece ve sadece ISID benzeri yeni fiyaskolara kapı açacak gibi görünüyor. Üstelik bu arayışların Batı dünyasında yarattığı infial de ortada. Joe Biden`in „sözümüzü dinletemedik“ deyişi de hatıralarda hâlâ taze. Türkiye`nin an itibariyle çelişkisi bu.