9 Aralık 2013 Pazartesi

Demokrasi, "yönetime katilim" midir?

Cumhurbaskani Abdullah Gül son dönem konusmalarindan birinde "Tarihte İslam toplumlarının en fazla önem verdiği değerler hak ve adaletin tecellisi, şeffaflık, devlet yönetimine katılım ve istişareleri gibi konular olmuştur" diyerek islam ile demokrasinin arasinda bir ikilem olmadigini söyledi. (Ekim 2013 - Milliyet)

Bu cümle, siyasetcilerin olaylara nasil baktigini belirtmek acisindan bize cok sey anlatiyor. Aslinda "islam toplumlari öteden beri hak ve adaletin tecellisine önem vermistir" diyen biri, teorik anlamda hicbir sey söylememis demektir. Bir totolojidir bu. Cünkü bütün toplumlar hak ve adaletin tecellisine önem verir. Aksi takdirde toplum olarak bir arada bulunmanin imkâni yoktur. Bugün Taliban`in bile mahkemeleri var. PKK`nin da var. Bugün en uydurma örgüt, dünya üzerinde bir toprak parcasi ele gecirmeyegörsün, hemen bir mahkeme kuruyor. Birileri hakkinda kararlar veriyor. Mesele, hak ve adaletin tecellisi degil. Hangi hakkin, hangi adaletin tecelli ettiginde. 


Aslina bakilirsa, bu cümlelerde siyasetcilerin bütün mahareti gizlenmis durumda. Özü itibariyle son derece totolojik bir cümle kuracaksiniz. Ama satir arasinda baska bir sey ima edeceksiniz. Abdullah Gül`ün ima ettigi de sudur: `Tarih boyunca islam toplumlarinin hak ve adalet anlayisi ile simdiki demokratik toplumlarin hak ve adalet anlayisi arasinda aslinda cok büyük bir fark bulunmamaktadir. Hic fark yoktur, demek tabii ki mümkün degildir. Ama iki sistemin hak ve adalet anlayisi arasinda kavramsal düzeyde bir akrabalik vardir. Bu nedenle islam toplumlari, özünde demokrasiye hazirliklidir` Bütün bunlari deseydi gercekten anlamli bir sey söylemis olurdu. Peki bunu neden söylemiyor? Cünkü , bunu söylese bütün dünyanin ayaga kalkacagini biliyor da ondan. Onun yerine diyecegini herkesin kabul edecegi bir forma sokuyor, "hak ve adaletin tecellisi" diyor. 


Eger konusma bu hak, adalet ve seffaflik kavramlari etrafinda dönseydi, bu eninde sonunda bir "acilis konusmasi"dir der gecerdiniz. 4. Istanbul Forumu`nun acilis konusmasidir bu. Böyle bir formatta, herkes kendilerini alkislamak icin hazir beklerken siyasilerin teorik sorunlara cözümler getirmesini bekleyemeyiz. Onlar kitlelerin gönüllerini alacaklar, onlara cesaret verecekler, mümkün oldugu kadar yuvarlak, herkesin isine gelen, egilip bükülebilen cümleler kuracak ve bunun icin de bazen olmazi olur gibi göstereceklerdir. Siyasetin toplumda oynacagi rol budur bir bakima. 


Ama Abdullah Gül bununla kalmiyor. Üstüne bir de "devlet yönetimine katilim ve istisareleri" diyor. Bakin bu konu cok ilginc iste! Gercekten ilimli islam`in bütün teorisyenleri, Islam`in demokrasi ile bagdastigini kanitlamak icin islam dininin devlet yönetiminde "istisare" yöntemini benimsedigini, bu nedenle demokrasi ile islamiyetin birbiriyle kolay bagdasacagini ileri sürmüslerdir. Nitekim Jön Türkler`in en önemli yayin organlarindan birinin adi "mesveret" idi. Ahmet Riza bey gibi dinsiz ve pozitivist olan bir Jön Türk bile "mesveret" diyor, bu kavramla özünde bir islam toplumu olan Osmanli Imparatorlugunda kendine bir yol bulmaya calisiyordu. Yeni Osmanlilar (yani birinci kusak jön Türkler) ile 1880 sonrasi Jön Türk kusagi (Ahmet Riza, Abdullah Cevdet, Ishak Sükûti ve daha sonra Prens Sabahattin) hemen hepsi mesrutiyet düzeninin teorik temelini mesveret, yani danisma ve istisare kavrami üzerine kurmuslardi. Jön Türkler, padisahlik kurumunu da bu düzene katilmaya ikna etmek icin, mesveret kavramini bir arac olarak kullaniyorlardi. Yani padiahin yine yerinde kalacagi, hükmünü icra edecegi, yalniz mesrutî meclisle danismalarda bulunacagini düsünüyorlardi. Yani ne sis ne de kebap yanacak, halk ve padisah azar azar demokrasiye alistirilacak, sonucta toplum gelistikce, padisah, Ingiltere benzeri bir sekli hakimiyet catisi altinda, iktidari tamamen halka devretmis olacakti. 


Bu plan tutmadi tabii. Tutamazdi, cünkü Ingiltere krali ile padisah arasinda bir benzerlik kurmak mümkün degildi. Ingiltere krali hic bir zaman padisah benzeri mutlakiyet iktidarina sahip olmamisti ülkesinde. Avrupa`daki bütün krallar, feodal beylerin, soylu sinifinin bir tür onayi ile iktidarda bulunmuslardir. Ingiltere`de ve diger Avrupa ülkelerinde krallarin hükümranligi zaten sinirli idi. Soylu sinifinin olmadigi Osmanli`da ise, tam tersine padisah bütün bir ülkenin tek sahibi olagelmistir. Ülkede gercek anlamda bir özel mülkiyet rejimi yoktu. Örnegin zenginlerin mallarina Tanzimat dönemine kadar, öldüklerinde, padisah tarafindan el konulabilirdi. Padisah zenginlestigini gördügü bir devlet adamini bir firsatini bulup, malina el koymak amaciyla ölüme yollayabiliyordu,  Böyle bir ülkede, padisahin Jön Türklerin fazlasiyla iyi niyetli planina razi olacagini düsünmek mümkün degildi. 

Simdi bakin yine ayni düsünce sunuluyor bize. Yine biz hükümdar olalim, sizler de bize fikir verin, danisalim, görüselim, gecinelim deniyor. Ama yüzyil sonra bu planin tutacagini düsünmek icin yine Jön Türkler gibi, ama bu sefer ters yönden saf olmak gerekir. O zamanlar plan tutmadi, cünkü padisahin mutlakiyet gecmisi ve aliskanliklari, halkta yerlesmis imaji cok güclü idi. Bu sefer yine tutmayacak, cünkü artik her cesit mutlakiyet ve otorite, bireyin gücü karsisinda zayifliyor. Türkiye de bu demokratik akimin en güclü oldugu ülkelerden biri. Aslinda bütün Orta Dogu bu sekilde ayrisiyor. O devirler coktan tarihe karisti. Hayalci ve romantik AKP`nin ise bireyin gücü karsisinda taviz vermeye hic niyeti yok. Hâlâ özel hayata müdahale pesinde. Onun bu inadinin ergec toplumsal bir kirilmaya yol acmasi kacinilmaz görünüyor. Gezi olaylarindan hic ders almadilar. Tam gaz yollarina devam ediyorlar. Fakat sonunda bir gün, bireyi tanimamakta direnen her cesit gücün tuzla buz olmasinin mukadder oldugu gercegiyle tanisacaklar.

AKP, Orta Dogu krallarina bu temelde yakinlasiyor. Suudi Arabistan kraliyla arasi bu temelde iyi. Oysa genis demokratik kitleler, artik yönetime katilma, istisare, danisma falan degil, bizzat yönetimin kendisini istiyor. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder