5 Şubat 2014 Çarşamba

Türkiye ekonomisi üzerinde olusturulmaya calısılan "Yanlış Konsensüs"

Secimler yaklastıkca Türkiye`yi kendi istekleri dogrultusunda bicimlendirmek isteyenlerden gelen hamleler sıklasmaya basladı. Bu hamlelerden en cok basvurulanı, tabii ki, ekonomik acıdan Türkiye`yi sıkıstırma gayretleridir.

Bu oyunları sahneye koymak nispeten kolaydır. Cünkü Türkiye döviz ihtiyacını ihracatın yanında,  dıs piyasalardan sagladıgı kısa veya uzun vadeli borclarla karsılamaktadır. Türkiye`nin ihtiyacı oldugu bu borc tutarını ona saglayan piyasa mekanizması da büyük ölcüde Türkiye`yi bicimlendirmeye calısan merkezlerin etkisi altındadır. Bu merkezler, su veya bu sekilde ülkeyi karıstırmak icin ekonomik aracları gecmiste de kullanmıslardır.

Pekiyi, Türkiye`yi bicimlendirmeye calısanlar onun nasıl bir ülke olmasını istiyorlar?

Cevap su olmalıdır: Onlar Türkiye`nin Islam Dünyasının önünde, kalkınmayı basarabilen bir islam ülkesi olmak parlamasını istiyorlar. Bununla islam ülkelerine su mesaj verilmeye calısılıyor: siz de Türkiye gibi Batı`nın istediklerini harfiyyen uygularsanız, onun gibi sorunsuzca kalkınabilirsiniz. Bu amacla yabancı sermeye oluk oluk Türkiye`ye akıtılmakta. Yani bir anlamda önce Güney Kore`ye, daha sonra da Cin`e yapılan seyin bir benzeridir bu. Bir ülkeyi model ülke olarak secip onu kalkındırarak diger ülkelere bu dogrultuda mesaj vermek, onları imrendirerek sıraya girmesini saglamak.

Türkiye`nin bu rolü oynamasını saglamak icin ekonomik araclar, etkisi siddetli olup kısa sürede sonuc verebilen bir yapıya sahip. Bütün ekonomik potansiyeline ragmen Türkiye ekonomisinin bu amacla yıllardır yabancı sermayeye muhtac hale getirilmesinin sebebi de bu. Türkiye biraz basına buyruk hareket etmeye baslayınca, derhal ülkeden sermaye cekiliyor, faizlerin yükselmesi yönünde baskı olusturuluyor. Faizlerin yükselmesi üretimi boguyor. Issizlik artıyor. Toplum geriliyor. Yeniden aile katliamları, iflaslar ortaya cıkıyor. Karsılıksız ceklerin sayısında artıs dikkat cekiyor. Bu oyun, onyıllardır sahneye konulmakta.

Ancak burada Kore ve Cin`de oldugundan daha farklı bir sonuc cıkıyor ortaya diyebiliriz. Yani onlar Türkiye`ye model olarak yatırım yaptıkca, ortaya cıkan Türkiye tam da onların istedigi gibi bir Türkiye olmuyor. Biraz daha fazla kendilerine kafa tutan, basına buyruk davranmaya hevesli bir ülke cıkıyor ortaya. Ekonomik araclara bir sopa gibi ikide bir basvurulması bu yüzden. (Burada Obama`nın Erdogan`la telefonda konusurken cektirdigi beyzbol sopalı resmi hatırlayalım.)

Bununla birlikte bu aracların etkisinin giderek azalmakta oldugunu gözlemliyoruz. Cünkü Türkiye`nin elinde üretimi artırarak kendi dövizini kendisinin kazanması, yani bir ihracatcı ülke olabilmesi, cari acık degil, cari fazla verebilmesi icin gereken her sey elinde artık var.

Ama yine de oyun sürüyor. Neden? Cünkü Türkiye üretim becerisinin, yabancı sermaye temelinde gelistirilmis olmasının etkisinden cıkamadı henüz. Üretim hep bir döviz borcu stoku ile birlikte büyüdü. Ama zamanla üretimin sagladigi getiri, Kore`de oldugu gibi borc stokunun üzerine cıkıp “fazla”ya dönüsmedi.

Burada tabii kültürel yapinin da etkisi var. Türkiye`nin insanlari tüketmeyi daha cok seviyor. Bu bir gercek.

Ama öte yandan döviz acıgını gidermek icin, daha farklı bir tavır, Kore gibi "bir mali en iyi üreten ülke" olmak gerektigi de ortada. Bir malı “en iyi üreten ülke” olmak icinse, AR-GE alanına yatırım yapmak gerekiyor. AR-GE`ye yatırılan paraların ekonomik anlamda geri dönebilmesi icinse, ülkenin egitim sisteminin, beyin gücünün akılcı ve pozitif temelde gelistirilmesi gerekmekte. Görüldügü gibi artık bir noktadan sonra toplumun genelini ilgilendiren reformlar yapmadan cari acık yüksek faiz sarmalından kurtulmak mümkün olmuyor. Türkiye bu noktada mi? Hayir degil.

Ama o noktaya dogru bir yönelim var. Türkiye`de, egitim sistemi akılcı bir yapıya kavusmadan, düsünce üretimine engel olan bütün anti demokratik uygulamalara son verilmeden, özgürlükcü bir ortamı hakim kılmadan, buna uygun hukuki düzenlemeleri yapmadan kalkinma sürecinin devam edemeyecegi fikri giderek daha cok kabul görmekte.

Yani Türkiye`yi, bu kadar yaklastıgı bir noktada, artık AR-GE calısmalarından, egitim sistemi reformundan uzak tutmak söz konusu degil. Istedikleri kadar faiz silahını ceksinler, toplumsal üretimi bogmaya calıssınlar, egitim sistemini dershane benzeri sacmalıklarla kötürümlestirmeye calıssınlar, Türkiye`de belli bir bilgi ve sermaye birikiminin olusmasına engel olamadıkları gibi, Türkiye`nin AR-GE alanında söz sahibi olmasına da engel olamayacaklar. Yani Türkiye icin cari acık ve yüksek faiz sorununu ortadan kaldiracak olan "bir mali en iyi üreten, vazgecilmez ülke" olmak, o kadar da uzak bir nokta degil. Hatta su söylenebilir: Türkiye artik böyle bir ülke olmaya mahkumdur. Batı bunu görmüyor mu? Bence görüyor. Tek göremeyen, daha dogrusu görmek istemeyen, Israil ve onunla birlikte hareket eden bazı uluslararası sermaye cevreleridir.

Yani bu olusturulmaya calisilan "Yanlis Konsensüs" oyunlari, dövizin cekip gitmesi, faizlerin yükselmesi, kriz yaratma oyunlarının ülke olarak sonuna gelmis bulunuyoruz. Secimlerin yaklasması bu oyunlara biraz daha elverisli bir ortam sunuyor gerci. Ama hatırlamakta fayda var, günde 14.000 camasır makinesi üreten fabrikalar, Türkiye`nin sınırları icinde bulunmaktadır ve bu üretim gücü baska hic kimse tarafindan degil, bu ülke topraklarinda yasayan insanlar tarafindan meydana getirilmistir. Bu yapi, belli bir asamadan sonra ayak oyunlarini gecersiz kilacaktir.

Bugünkü Türkiye`de sorulmasi gereken esas soru sudur: Günde 14.000 camasir makinesi üreten fabrikalarin sahipleri, neden faizleri düsük tutmaya calisan ama bunu basaramayan AKP iktidarının karsısında yer alıyorlar? Faizlerin düsmesi en cok üretim sektörünün isine gelmiyor mu? Ve neden AKP aradıgı destegi, bu cevrelerden degil de, bir malı en iyi üreten konumuna hicbir zaman erisemeyecek olan insaat ve gıda gibi üretim kollarindan buluyor?

Cok derinlerde bir AKP`nin oynadigi rol konusunda, Batida fikir birligi yok aslında. Yani “Büyük Orta Dogu Projesi” bütün Batı tarafından paylasılmıyor. Cok derinlerde bir yerde, AKP, Islami Model, müslüman demokrasi gibi kavramları Batı bir kenara atmaya hazırlanıyor. Sorun, bu kavramların yerine ne konulacagının henüz bilinememesidir. Bu konuya ileride dönecegim. 

18 Ocak 2014 Cumartesi

Ana dilde egitim ülkeyi neden bölmez?

Yasar Kemal, "Söz, insandır," der bir yazisinda. Bir insani olusturan bütün ögelerin konusulan dile yansidigini anlatir bu cümlesiyle. Gercekten de bir dilde o dili konusanlarin bütün özelliklerini, dünyaya bakisini, olaylari kavrayis bicimini bulmak mümkündür. Bir dili yasaklamak, onun önüne engeller koymak demek, o dili konusanların varolus bicimini yasaklamak demektir. 

Bununla beraber insan hakları beyannamesinde dil özgürlügü diye bir sey yoktur. Yani bu beyannameye göre bir dili yasaklamak, insanlık sucu degildir. Yalnızca, bir insan, etnik kökeninden dolayi ayrımcı muameleye tabi tutulamaz, denir.

Yani su demek isteniyor: insanı etnik kökeninden ötürü asagılamayacaksın. Ama o insanın kendi dilinde egitim görmesini engelleyebilirsin. Yani asimilasyon yapabilirsin. Ama asimile ettigin insanları asagılayamazsın. Asiri kapitalist bir mantiktir bu.

Yine de kapitalizm asimilasyona hicbir zaman sıcak bakmamistir. Cünkü Yasar Kemal`in dedigi gibi dil ile insan arasında varolussal bir birliktelik vardır. Biri yasaklı ise öteki özgür olamaz. 

Örnegin Dostoyevski`nin Budala adlı romanının son sayfalarında, kahramanlardan biri "Bir araya gelelim de söyle bir Rus gibi doya doya aglayalım" der.

Belki hicbir millet Ruslar gibi aglayamaz. Belki iclenmeyi, özlemeyi , hasreti en iyi onlar bilirler. Sibirya gibi bir ucsuz bucaksızlıgın kıyısında yasamak, ara ara o uzaklıklara sevgiliyi, ogulu, babayı vermek zorunda kalmak mıdır bunun nedeni? Bilinmez. Bunlar insanlıgın sırlarıdır. Nitekim her dilin altında böyle binlerce sır gizlidir.

Faulkner, Ses ve Öfke romanında günesi, ufuk cizgisine yaklasmakta olan kanlı bir yumurtaya benzetir. O günes, bütün dünya dillerinde "Sun"dır artık. "Sun", yani Faulkner`in gördügü günes anlamında. 

Bir dilin egitim dili olmasını engellemek, o dilde kitap basilmasini yasaklamak; o dili genc kusaklardan koparmayi amaclar ve bu yüzden direkt asimilasyon kapsamına girer. Batı ülkelerinde bir sınıftaki göcmen cocuk sayısı 5`i astıgında, o sınıfın müfredatına, göcmen cocuklarının kendi dillerini konusabilecegi dersler bu yüzden ilave edilir. Insanlarin asimile olmasini engellemek icin. Dil ile insanın varolusu arasındaki kopmaz baglara saygıdan ötürü.

Ama öte yandan ana dilde egitimin ülkenin bölünebilecegi endisesi dogurdugu da bir gercek. Bu endiseyi tasıyanlarca farklı diller, insanların birbirini anlamasını güclestirir, bu da giderek ülkenin bölünmesine yol acar.

Dogru gibi görünen, ama aslinda banal bir düsüncedir bu. Cünkü birden fazla dil konusulan ülkelerde insanlarin birbiriyle anlasabilmek icin cok dilli bir yasam sürdürdügü gercegini göz ardi eder. Bu ülkelerde cok dilli olmak yasamin dogal bir görünümüdür. Hatta sunu söyleyebiliriz: dünyada cok dillilik, tek dillilikten daha yaygindir. Sonucta bu dillerden biri digerlerini gecerek ülkenin "Lingua Franca"si olur. Rusya`nin Lingua Franca`si Ruscadir örnegin. Türkiye`nin Türkce`dir.

Hatta bazi ülkelerde, yerel bir dilin üzerinde calisilarak "Lingua Franca" haline getirildigini görüyoruz. Örnegin Almanya`da Hoch Deutsch (Yüksek Almanca) Alman Birligi`nin dili olarak Bismarck tarafindan bile isteye, yapay bir sekilde gelistirilmistir. Endoneya`da Malay Dilinin bir koluna evrim gecirtilerek bu dil, Endonezya`nin ortak dili olarak kabul edilmistir. Oysa Endonezya`da halkin ezici cogunlugu bu dili degil, Cava dilini konusur. Yine Pakistan`da Urdu dili, ülkenin ortak dili olarak, bilincli ve biraz da ideolojik bicimde gelistirilerek "Lingua Franca" haline getirilmistir. Filipinler`deki Filipino, yerli dili Tagalog`un gelistirilmis bicimidir.

Cok dilli ülkelere en iyi örnek, tabii ki, Hindistan`dir. Bu ülkede 330 dil konusulmakta. Bunlardan 22 adedi ülkenin resmi dili. Ana dilde egitim ülkeyi bölseydi, Hindistan`ın en azından 22 parcaya ayrılması gerekirdi. Ama ülke sapasaglam yerinde duruyor. 

Nitekim Hindistan ile Pakistan arasındaki bölünme de dil temelinde degil, din temelinde olmustur. Ama Pakistan`ı kuranlar Urdu dili adı altında, Hindce`nin Arap harfleriyle yazılmıs bicimini biraz farklılastırarak konusmaya devam ettiler. 

Yani yolları ayrılan insanlar, bir bakima aynı dili konusmaya devam ediyorlar, demek istedigim bu. Iste Kuzey ve Güney Kore. Iste bir zamanlar birbirinin canına kasteden Sırplar`la Hırvatlar, Sırplar`la Bosnaklar.. Bunların konustuklari dil birbirinin hemen hemen aynı degil mi?

Hatta belki sunu bile söyleyebiliriz: Bölünme daha cok aynı dili konusan insanların arasında inanc ve dünya görüsü farkliligindan ötürü meydana gelmektedir. Cünkü Mevlana`nin dedigi gibi aynı dili konusanlar degil, ancak aynı duyguları paylasanlar anlasabilirler. Bir bölünme dil farklılıgı temelinde gelismisse, bunun mutlaka daha derinde yatan ve inanc ve dünya görüsü farklılıgından kaynaklanan bir baska nedeni vardir.

Neden Isvicre Almanları, Alman birligine katılmayıp, Fransız ve Italyanlarla birlesmeyi tercih ettiler? Cünkü Isvicre Almanları Kalvinistti. Kalvinistlerle Luteryenler arasındaki iklim farklılıgı vardi. Bu da Isvicre Almanlarının birlige katılmasına engel oldu. 

Tersine, bu inanc ve kültür farkliligi yoksa, ana dilde egitim ülkenin yapisini saglamlastırır. Dillerden biri veya tamamen disardan bir dil (örnegin Hindistan`da Ingilizce bir zamanlar böyleydi) "Lingua Franca" olarak secilir. Halk, kendi evinde ana dilini, carsida pazarda ise bu genel gecer dili konusur.  

Hemingway, Afrika`nin Yesil Tepeleri adli romaninda söyle der: "Ne o bir kelime Ingilizce biliyor, ne de ben bir kelime yerli dili konusabiliyordum. Ama buna ragmen simdiye kadar bir av arkadasımla hic bu kadar ayrıntılı bir av planı yapmamıstım."

Insan budur iste. Ana dilde egitim ülkeyi bu nedenle bölmez. Aksine ülkeyi saglam kilar. Cünkü insan, saygı, sevgi ve kabul gördügü yere aittir.

Bunlardan sonra acınız 3.10.2013 tarihli Radikal`i. Su haber karsınıza cıkar: TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof.Dr.Burhan Kuzu, Anadilde eğitimin Türkiye'yi böleceğini öne sürdü: Bir tek Kürdün anası yok ki, 18 tane etnik grup anasını alıp gelirse ne yapacağız? dedi.
 
Gülmek mi, yoksa aglamak mi lâzım gelir, bilemiyorum. Üstelik bunu söyleyen Anayasa Hukuku profesörü. Olayi vahim kilan da bu.










12 Ocak 2014 Pazar

AKP`den cok genis bir U dönüsü

Erbakan, bir zamanlar AKP icin "Arka Kapidan Kacanlar Partisi" demisti. Erbakan, bu nitelemesiyle kendi ardillarini, yillardir mücadele ettigi ve "Bati Kulübü" diyerek isimlendirdigi emperyalist ülkelere teslim olmakla elestiriyordu. Bu nedenle nitelemenin, bir ihanet suclamasi oldugu söylenebilir. 

Bununla birlikte Erbakan`in gercek bir anti-emperyalist oldugunu düsünmek de zordur. Erbakanìn amaci, anti emperyalist olmak degil, emperyalizme ve bilhassa Israil`e karsi Islam âleminde biriken öfkeyi demokratik kanallardan oya dönüstürmekti. Erbakan o zamanlar, Türkiye`deki askeri vesayet rejimininin Israilìn kontrolünde oldugunu görmezden geliyordu. Daha dogrusu bunu bile bile, Türkiye`de islamci bir iktidarin kurulabilecegini düsünüyordu. 

Erbakan`un bu dönemde dillendirdigi "Askerle aramda sorun yok" söylemi, kör kör parmagim gözüne, Nazi`lerin yaptigi türden, gercegin tam tersini sürekli tekrarlayarak algi yaratma tekniginin tipik bir örnegidir. Ama bu propaganda iktidar olunursa bir ise yarar.Nitekim bugün AKP`nin "yolsuzluk yok" propagandasi gibi, iktidarin yapacagi bir seydir bu. O zamanlar Erbakan basbakandi. Fakat iktidar degildi. Dolayisiyla onun yaratmaya calistigi algi, gercek iktidar sahipleri tarafindan sürekli yalanlaniyor, Erbakan bir türlü amacina ulasamiyordu.

Bunu bile bile Erbakan`in askeri vesayet rejimiyle iyi gecinmeye calismasi ilginctir. Erbakan, ayni zamanda laik kamuyounda, basin ve sermaye cevrelerinde islamci kesime karsi duyulan korkuyu bildigindan kimsenin üzerine fazla gitmiyor ve adim adim, usulca ve nazikce hareket edilmesi gerektigini düsünüyordu.  O zamanlar askeri vesayet rejiminin, yerinden kipirdatilamaz bir rejim olarak Erbakan`in gözünde büyüdügü kuskusuz. 

Erbakan`in stratejisi anti emperyalist olmaktan cok, emperyalistlerin icinde bir baska emperyalist olmakti. Bu ayni zamanda Özal`in da cizgisi sayilabilir. Her iki politikaci da Kürt sorununun Kürtlere emperyal ortaklik teklif edilerek cözülecegini düsünmekteydiler. Bunlarin tabii Israil`in tüylerini diken diken eden seyler oldugunu söylemeye gerek yok. 

Israil ve Bati daha ziyade kendi  kontrollerinde hareket eden bir islamci iktidar istiyorlardi ve bu modeli onlara en iyi Cemaat, daha dogrusu Cemaatler sunuyordu. Bu cercevede, yeni dogan bir siyasi akim olarak AKP`nin kendi politikalarini ABD`ye tanitmak icin Cemaat`in ABD`deki ve uluslararasi düzeydeki iliskiler agindan yararlandiklari bir gercektir. 

Cemaat AKP`yi dis dünyaya tanitmakla kalmadi,ayni zamanda AKP`ye ihtiyac duydugu, dil bilen, dis dünyayi ve Bati`yi iyi taniyan kadrolari da ona temin etti. AKP ilk önceleri, Bati`nin kontrolünde Islamci bir politika izleyecegi görüntüsünü iste bu kurulus yillari icinde vermistir. Bu dönemde AKP, Erbakan`in isaret ettigi gibi gercekten Erbakanci cizgiden sapmistir. AKP`yi bu dönemde hatta Israil`le Islam âlemini baristirmaya calisan bir araci olarak görmekteyiz.

Yani AKP, Erbakan cizgisiyle Cemaat cizgisi arasinda orta bir yerde dogdu ve baslangicta sadakatle Cemaat cizgisini takip etti. 

Ama daha sonra, özellikle askerî kanattan gelen bitmez tükenmez darbe tesebbüsleri ve tehditleri karsisinda, AKP Israil`in kontrolündeki askeri vesayet rejimiyle direkt catisma icine girmek zorunda kaldi. Bu direkt catisma Ergenekon ve Balyoz davalarinin pespese geldigi 2010 yilina rastlar. Ama AKP bu davalar sirasinda Ordu`nun yipratilmasi anlamina gelecek sonuclari ve kararlari asla hazmedemedi. 

2010 Yilina Dogru Türkiye`deki siyasi güclerin konumlanisi

Bu dönem zaten islam âleminde yükselen isyan dalgalari karsisinda, Batili ülkelerin halk kitlelerini yatistirmak icin kendi kontrolünde hareket eden islamci politikaci arayisina hiz verdigi,  bu nedenle eskiden maşa gibi kullandigi bütün diktatörlük ve darbe heveslileriyle iliskilerini azalttigi bir dönemdir. 

Cemaat`in cercevesini cizdigi model Bati`da tercih ediliyordu. Cünkü Bati bu model sayesinde hem demokrasi havarisi rolünü oynamaya devam ediyor, hem de islamci maskesi takmis iktidarlar sayesinde kendi politikalarini rahatlikla sürdürebiliyordu. 

Bu nedenle Misir ve Suriye`de Müslüman Kardesler`e, Türkiye`de ise AKP`ye destek verilerek diktatörlük artiklarinin bu ülkelerde tasfiye edilmesi icin her sey yapildi. Türkiye`deki Ergenekon ve Balyoz davalari ile Misir ve Suriye`deki Müslüman Kardesler örgütünün yükselisinin ayni döneme rastlamasi bir tesadüf degildir. 

Fakat bütün hesaplari Arap Bahari alt üst etti denebilir. Daha dogrusu, Arap Bahari belli bir siddet düzeyinde kalsa idi, politikalar sarsilmayacakti. Fakat isyan dalgalari, ayni okyanustan gelen tsunami dalgalari gibi bütün bariyerleri asti, bütün ince hesaplari yok etti. 

AKP, bu dönemde islam âleminde yükselen isyan dalgasina  paralel olarak git gide daha cok anti emperyalist bir söyleme kaymak zorunda kaldi. Erdogan sik sik Arap baskentlerine selamlar gönderiyor, kendi zaferlerinin ayni zamanda bütün islam âleminin kurtulusu anlamina gelecegini söylüyordu. Burada Müslüman Kardesler ve onun cizgisindeki parti ve siyasi akimlara dayanisma mesajlari gönderildigi (Bunlara Israil`in basdüsmani Hamas da dahildir) kesin gibidir. Bati`nin ilk önceleri bu cizgiyi kendi lehine olarak gördügü de âsikârdir. Cünkü Erdogan`in ve ona paralel olarak hareket eden siyasi akimlarin ne kadar anti emperyalist görünürlerse, o kadar kendi siyasetlerine hizmet edeceginden emindiler. Yeter ki son tahlilde kendi istediklerin kararlari alsinlar, kendi istedikleri cizgiye gelebilsinler. Bu durumda AKP `nin aslinda "reformist" bir cizgiye oturdugu, Erbakan benzeri politikalara geri döndügü söylenebilir. Erbakan, Islamci bir reformistti. 1974 yilinda Ecevit`le kurdugu kabine bu acidan Türkiye`nin ilk reformist kabinesi sayilabilir.Ama o zamanki Türk Solu Erbakan`in bu reformist yönünü görememistir.

2014`e dogru durum

Yillar gectikce, yani islam âlemindeki halk hareketleri güclendikce, AKP`nin Erbakanci anti emperyalist cizgisinin daha belirginlestigini ve Erdogan`i daha siklikla batiya kafa tutan bir politikaci profili cizdigini görüyoruz. Aradaki tek fark, Erdogan´in bunu, Erbakan gibi yumusak ve diplomatik kurallara riayet ederek degil, bagira cagira, kizarak söverek yapmasidir. 

AKP artik, otoriteyle baglarini koparmayan, ama gerekirse ona kafa tutarak alacagini ondan söke söke alan bir bir politika cizgisinde görünmektedir. Ama bu iliski öylesine kararli ve yer yer sertlige kacan bir tarzda sürdürülecektir ki, istenenin tamami olmasa bile cogu alinabilecektir ve kitlelere göz kirpilarak "bakin, gördünüz mü, nasil da aldik" denilecektir. Kitleleri pasifize etmeye calisan reformist bir politikadir aslinda bu. Bu politikanin zayif yonü, politik mücadelenin sertlesmesi durumunda, arada kalip siyasi anlamda silinmek ihtimalinin her an var olusudur. AKP`yi tükenisin esigine getiren iste bu arada kalma psikolojisidir. Yani bir tür politik iflas.

Örnegin Israil`e kafa tutmak, ama öte yandan en cok Israil`in isine yarayacak olan füze savunma sistemine "evet" demek gibi bir iflas. Suriye`de bitmis olan Esad rejimini, emperyalistlerin yasatmakta olusuna karsi, onlara fazla bir sey diyememek seklinde olusan iflas. Bati`nin göz göre göre Misir`daki darbeyi desteklemesi karsisinda caresiz kalmak seklinde beliren iflas.

Bu iflas karsisinda, AKP`nin U dönüsünü daha da genisletme ihtiyacinda oldugunu görüyoruz. Yani AKP, anti emperyalist Erbakanci cizgiyi dozajini artirarak sürdürüyor ve emperyalistleri acik acik kendisine karsi komplo düzenlemekle suclayabiliyor. Arinc bu kapsamda "Erbakan hocamiz cok hakliymis" dedi gecenlerde. Bu arada otorite ile Erdogan arasindaki iliskiler gerildikce geriliyor. Obama`nin Erdogan`la konusurken cekilmis beyzbol sopali resmini hatirlayalim. Obama`nin Sen Petersburg`da Erdogan`a randevu vermemesini de bu kapsamda degerlendirmek gerekir.Gezi Olaylarini ve 17 Aralik Yolsuzluk operasyonlarini da. Israil`i özür dilemesi karsisinda Erdogan`in umursamaz tavirlari ve iliskileri gelistirmeye yanasmamasini da.

Pekiyi ne olacak? AKP gercekten Erbakan ve Özal tarafindan bir zamanlar üstü örtülü bicimde savunulan, ama "briyantinli" danisman Yigit Bulut tarafindan iyice karikatürlestirilen  "bir süper güc olma" cizgisine mi geldi? Bunu düsünmek zor. Cünkü Erdogan, Erbakan ve Özal`in bu cizgi nedeniyle tasfiye edildigini biliyor. Hatta Erbakan`i bu cizgi nedeniyle tasfiye eden de bizzat kendisiydi. Ama simdilik Yigit Bulut`un güldüren cizgisine taviz verir gibi göünüyor. Secimler yaklastikca milli burjuvazinin emperyalist hayallerini oksamayi tercih ediyor. Ama merak etmeyin, güldüren danisman Yigit Bulut`un ifade ettigi gibi, basimizda yine Obama olacak.

Nitekim gecenlerde "danisman" baklayi agzindan cikardi. Söyle diyor Yigit Bulut: 

"Amerikan kamuoyunda şimdiden konuşulanların bir özetini aktarayım: Savaş olmazsa ekonomiler ayağa kalkmaz, KALKAMAZ! Hatta şunu söyleyenler bile var; “...Obama doktrini tamamen ortadan kaldırılmalı ! Obama-Putin-Erdoğan’ın yapmaya çalıştıkları engellenmeli” ! Peki savaş nerede olmalı ? Her zamanki gibi; Orta Doğu-Asya çizgisinde !"

AKP, beklenenden cok daha genis bir U ciziyor. Ama cizdigi bu U, Cemaat`le iliskilerinin kopmasina yol aciyor. Cemaat-AKP kavgasina biraz da bu acidan bakmak gerekir.









6 Ocak 2014 Pazartesi

TIR olayi, bize cok sey anlatiyor.

TIR Olayi, Türkiye`yi olusturan bilesenlerin birbirine karsi konumlari acisindan bize ipuclari vermektedir. Bu bilesenlerden özellikle ücü son dönemde cokca ön plana cikmistir. Bunlar siyasi yapi, cemaat ve istihbarat örgütleridir.

1- Tabii ilk göze carpanin iktidar ve muhalefet partilerinden olusan siyasi yapi oldugu kuskusuz. Ülkede aslinda iyi kötü oturmus bir siyasi yapi var. Partiler kanunu ve secime girme baraji toplumda üc asagi bes yukari kabul görmüs gibi. Tabii ki, bu yapi Avrupa standartlarini cogu zaman yakalayamiyor. Ama cok kötü de degil. Hele hele islam ülkelerinin cok ilerisinde.

2- Cemaat benzeri yapilanmalar da siyasi kararlarin alinmasinda rol oynamakta. Bu yapilanmalarin sekli semali, kurali kaidesi yok gibi görünüyor. Belki var da biz bilmiyoruz. Sirasinda öyle kivrak zikzaklar cizmekteler ki, dogrusu bunlarin sirasi gelince kuralsizliga ve sekilsizlige sigindiklari rahatlikla söylenebilir.

3- Bir de tabii Türkiye`de cirit atan istihbarat örgütleri bulunmakta. Bunlar, Türkiye`de, ülkenin cografi konumundan ötürü diger ülkelere nazaran daha etkin. Gerci istihbarî faaliyetlerin toplumu karistirmasina, ülkenin demokratik kurumlari engel olabilir. Ama Türkiye`nin demokratik kurumlari, özellikle sivil toplum örgütleri ve basin; maalesef bunu yapabilecek gücte degil.

Isi karistiranin ve belki de cözümsüzlüge dogru iten, Cemaat türü yapilanmalarin sekilsiz, kuralsiz karakteridir aslinda. Bu tür yapilanmalar eskiden Avrupa`da ve Amerika`da vardi, hatta bugün de etkisi azalmis olarak vardir. Ancak genel olarak bütün Bati`da Cemaat türü yapilanmalarin gücünün bilgisayar devrimiyle azaldigini görüyoruz. Siyasi kurumlar ve sivil toplum örgütleri, bilgisayar devrimi sayesinde bu tür dinî referansli gizli yapilanmalarin icindeki bütün gizi aciga cikardi. Geriye hemen hicbir sey kalmadi. Simdi bunlar Türkiye, Rusya gibi ülkelerde halen güclüyse, bunu, toplumlarin siyasi veya dini  kurumlarinin görece gücsüz olusuna baglamak gerekir.

TIR olayina iste bu üc bilesenin birbiriyle olan iliskisi acisindan bakmak yararli olur. Devlet`in Suriye ile iliskili gizli bir operasyonu ortaya cikariliyor. Ilk bakista bu ortaya cikarilisin istihbarat örgütlerinin bir marifeti oldugu söylenebilir. Cünkü MIT gibi bir istihbarat örgütünün operasyonu, ancak baska bir karsit istihbarat örgütü tarafindan desifre edilebilir. Ama bu sefer durum sanki biraz daha karmasik gibi. Neden derseniz, bu olay, tam da devlet icinde bir cete oldugunu ileri süren iktidarin dev bir propaganda aygitiyla Cemaat`in üzerine yürümeye hazirlandigi bir ortamda, sanki gökten düsmüs elma misali meydana geliyor. Üstelik propaganda, devlet icinde yuvalanmis cetenin, (artik her nasil bir seyse bu, bana biraz "faiz lobisi" gibi ucu bucagi olmayan, "amorf" bir yapiyi cagristiriyor), Türkiye`nin hayati cikarlarina ve onun bölgesel bir güc olmasini engellemeye yönelik bir hareket icinde oldugunu, yani "ajanlik" faaliyeti icinde bulundugunu ispatlamaya yönelik olarak yapiliyorken.

TIR olayi ayrica Türkiye`deki ana siyasi akimlarin birbirine karsi konunumun haritasini bize sundu. Öncelikle Türkiye`nin Suriye politikasinda kanunsuz yollara saplandigini söyleyenler bilinen tezlerini tekrarladilar. Biliyorsunuz, bu kesim daha cok CHP tarafindan temsil edilmektedir. Yalniz onlar, bu kanunsuzlugu yapanlarin yolsuzlugu da kolaylikla yapabilecegini söyleyerek buradan yolsuzluk operasyonuna kapi acmaktadirlar ki, bu düpedüz sapla samani birbirine karistirmaktir. Bütün devletler gizli operasyon yaparlar. Ama bunlari yapmalari, yolsuzlugun ve kanunsuzlugun o devletleri ele gecirdigi anlamina gelmez. Öyle olsaydi ABD, yolsuzlugun merkezi olurdu. Ama öyle degildir. Ikinci grup, MIT`i devlet icinde yuvalanan cetenin ele verdigini söyleyip, cete üzerinden Cemaat`e yönelik dolayli suclamalarda bulunanlardan olusmaktadir. Bu tarafta biliyorsunuz, koskoca bir iktidar aygiti ve ona bagli gazeteler, basta Star ve Yeni Safak olmak üzere, faaliyettedir. Bir de, ücüncü bir grup olarak TIR`in ele verilisini yabanci istihbarat örgütlerinin marifeti olarak gösterip bunun AKP Cemaat savasini kizistirmaya yönelik istihbarî bir faaliyet oldugunu söyleyenler var. Bu savin zayif tarafi, AKP Cemaat savasinin hangi ülkenin yararina oldugunun bir türlü bulunamamasidir. Üstelik bu savin gecerli olmasi icin AKP Cemaat mücadelesinin, Türkiye`yi zayiflatiyor olmasi gerekir. Acaba öyle mi? Tamam, bir gerginlik var, dolar yükseliyor. Ama bunlar bir ülkeyi zayiflatmak icin yeterli midir? Bu sürec, daha cok bir yeniden yapilanmaya benzemiyor mu? Bu olaylarla ülkenin kendi hukuk düzenine ceki düzen vermesi geregi ortaya cikmiyor, gizli yapilanmalara yer acan bünyesel hastaliklar tedavi sürecine girmiyor mu? Yani devlet aygitini, Erdogan`in cumhurbaskanligina hazirlamak icin bir temizlik yapildigi izlenimi dogmuyor mu?

Yeraltinda neler olup bittigini daha ziyade iktidarlar bilir. Bu nedenle sunu öne sürmek mümkün: Cemaat gibi aslinda siyasi olmayan bir yapilanma, AKP gibi bir siyasi partiyle sonuclari siyasi olabilecek bir mücadeleye girmemelidir. Bu mücadeleyi gercekten istiyorsa, partilesip siyasi arenada bagimsiz bir güc olarak boy göstermelidir. Cemaat, söyleyecegi sözü partileserek, siyasi programiyla ortaya koymadikca girdigi siyasi icerikli mücadelelerden istedigi sonuclari ya alamayacak, ya da alsa bile bu sonuclari istedigi sekilde degerlendiremeyecektir. Öte yandan Cemaat ortaya siyasi bir parti olarak ciksa, bu sefer siyasi arenada marjinalize olup carcabuk silinecektir. Dolayisiyla AKP Cemaat savasi, aslinda mantikî tutarliligi olmayan, var olmamasi gereken bir mücadeledir. Cemaatin uzlasma cabalarina ragmen hâlâ daha sürdürülüyorsa bunu da ayrica sorgulamak gerekir.

22 Aralık 2013 Pazar

Yargi ile iktidarin üzerine gidilebilir mi?

Yargi, kuvvetler ayriligi prensibine göre yürütme ve yasamayla karsilikli calisan bir devlet erkidir. Bu karsilikli calismanin celiski ve catismayi icerdigi rahatlikla söylenebilir ve aslinda istenen ve arzu edilen bir durumdur bu. Sistem bu celiski üzerine kurulmustur cünkü. Celiskiler yeni fikirlerin yaratilmasina neden olur ve devletin gücüne güc katar. Ama yargiya "muhalefet" görevi yüklemek imkânsizdir. Muhalefet etmek isteyen bir güc, bunu siyasi yollardan yapmalidir. Bunun yeri de siyasi arenadir.

Halkin önüne cikip iki cift laf edilebiliyor mu? Dahasi, dinleyiciler bu konusma sirasinda inandirilabiliyor mu? Bu belki de dünyanin en zor isini yapabilecek siyasi organizasyon gücü mevcut mu? Iste bütün mesele budur... Cünkü kapitalizm, insanlari ikna etmek ve onlari yönlendirmek yetenegi üzerine kurulu bir sistemdir. Sadece veri yetmez. Sadece caliskanlik, yetenek, bilgi yetmez. Dil dökmek, insanlarin gönlüne girmek gerekir. Malini en az maliyetle müsteriye satabilen, kraldir, isterse mal kalitesiz olsun. Bir mahalle kahvesine girip, kendisini hic tanimayan insanlarda bir anda bir sempati dalgasi yaratabilen bir konusmaci, kraldir. Bunu yapamayan tarihe karisir.

Eger verilecek bir mesaj siyasi yollardan verilemedigi, baska yollara tevessül edildigi zaman ne olur? Sözümona devletin icine sizarak, bazi köse baslarina adamlar yerlestirip devlerin gücünü siyasi bir silah olarak kullanmaya yeltenip, kanun hükümlerinin yol actigi nispette, hükümet karsiti operasyonlar düzenlemeye kalkismak, tabii bütün bunlar düsünülebilir. Böyle seyleri bolca yapmaya calisanlar olmustur da.

Ama dikkat edilsin, sistem bu gibi seylere bagisik olmak üzere kurulmustur. Cünkü siyasi mesajlar, ancak siyasi organizasyonlar tarafindan verilebilir. Internet sitelerinin, gazetelerin, ordunun, askerlerin, mahkemelerin, meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluslarinin, cemaatlerin, din adamlarinin, hacilarin, hocalarin böyle bir islevi yoktur. Nitekim eskiden, askeri bürokratik vesayet döneminde askerler mesajlarini kapali kapilar ardinda veya acikca, basin önünde verirlerdi. Ama sonra siyasiler bunu siyaset diline cevirirler, programlarina alirlar, sloganlastirirlardi.

Örnegin 12 Mart döneminde askerlerin kullandigi dili, siyaset diline ceviren bir Nihat Erim vardi. 12 Eylül döneminde Turgut Özal vardi. Bülent Ulusu vardi. Sonra Kenan Evren, bizzat siyasetci olarak siyasi arenaya indi. Nitekim askeri vesayet, daha sonra hicbir siyasinin bu mesajlari siyaset diline cevirmemesi, cevirmeye yeltenenlerin ise derhal halk tarafindan cezalandirilmasi sayesinde son buldu. 

Eger ortada verilen mesajlari siyaset diline cevirecek bir siyasi organizasyon yoksa, mesaj yine verilir, ama siyasiler bunlari havada kaparlar ve o mesajlari islerine geldigi gibi kullanilir.. Örnegin hükümet de bir siyasi organ oldugu icin bunlari kendine yontar bicimde yorumlar, o zaman hükümet karsiti gibi görünen caba ssonucta hükümetin kuvvetlenmesine bile neden olabilir.

Nitekim bugün olan da bu degil mi? Bazi iktidar yanlilarinin yolsuzluk yaptigi, bu yolsuzluklarin üzerine yargi organlari vasitasiyla gidildigi görülüyor. Ama daha baslangicta yapilan sey iki tarafi keskin bicak misali, hükümetin siyasi propagandasi icin öylesine bicilmis kaftan görüntüsü veriyor ki, bu yapilanlarin hükümetin isine gelecegi o kadar acik ki, secim öncesi bir propaganda malzemesi yaratmak icin hükümet ve ortagi olan hareket tarafindan bile bile organize edildigi ihtimalini akla getiriyor. Bence burada isin icinde iki tür amac sahibi de var: Birincisi, yolsuzluk operasyonlarindan yararlanarak hükümeti yipratabilecegini sanan, siyasi anlamda gercek "ebleh"ler ... Ama bunlarin sayisi son derece az gibi görünüyor. Ama asil isin öbür boyutuna oynayanlar, yani hükümetin yararlanmasi icin bu catismadan malzeme üretmeye calisanlar daha fazla gibi, Toz duman biraz dagilsin, bu ayrisma daha net bicimde görülecektir.

Bu yapilanlar, hükümete neden altin firsatlar sunuyor?

1- Hükümet bu yargi operasyonlarina karsi derhal "yargi bagimsizdir" sloganina sarilip, "bakiniz, sirasinda en güzide bakanlarimizin ogullarini bile gerektiginde savciya teslim etmekten cekinmedik. Bizde hukukun üstünlügü prensibi esastir, türünden bir propagandaya zemin saglayabilir. Tabii bu tür hukukseverligin AKP acisindan gercek olmadigini herkes biliyor. Ama bu propagandayla bunun tem tersi bir görüntü yaratilamaz mi? Bu durumda malini satar mi hükümet? Bence satar. Nitekim simdiden Ali Babacan`in agzindan " "Biz hiçbir zaman yolsuzluğun üzerini örtmeyiz, yolsuzlukların arkasında durmayız gereği ne ise yaparız" , cikislari duyulmaya basladi bile.

Gecmiste bir ara Özal da, Ismail Özdaglar adindaki bakanini yarginin eline teslim etmis, sonra da bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanmisti. Ama o sirada bile ANAP yolsuzluklarin batagina girtlagina kadar saplanmis durumdaydi. Yine de Özal, böyle bir durumda bile dürüstlük propagandasi yapabilmisti.

2- Bu yapilanlar, AKP`nin o cok bayildigi "magduriyet" propagandasina destek veriyor. Yine dis gücler vurgusu, yine kökü disarda operasyon yapiliyormus havasi, basta basbakanin agzindan olmak üzere sikca dile getirilir oldu. AKP askeri vesayeti bitirdikten sonra, magdur olamamanin, halka birilerini sikayet edememenin sikintisi icindeydi. Cemaat tam o sirada AKP`nin imdadina yetisti denilebilir.

3- Zengin is adamlarina, lüks hayat yasayanlara, babasinin ününden yararlanip kesesini doldurmaya calisanlara, kisacasi asalak yasam türüne karsi halkin biriken öfkesi siyasi alanlara kanalize ediliyor. Asalak yasami mahkûm ettirmek, bir muhafazakâr iktidarda da mümkündür imaji verilmeye calisiliyor. Oysa asalak yasamlarin daha cok muhafazakâr iktidarlar döneminde palazlandigi, özellikle Türkiye gibi feodal-mafya türü olusumlarin hâlâ capcanli oldugu bir ülkede, sosyolojik bir vakiadir.

4- En önemlisi siyasi catismanin ekseni AKP CHP ekseninden cikariliyor ve eksen, AKP Cemaat arasina yerlestiriliyor. Yani secim süreci, bir demokratik demokratik hak ve özgürlüklerin gelistirilmesine hizmet etmekten cok, muhafakâr klikler arasindaki kayikci kavgasina indirgeniyor. Bu kavgayi kim kazanirsa kazansin, Türkiye`deki temel hak ve özgürlükler bir adim bile ileri götürülemeyecektir. Cünkü AKP de en az Cemaat kadar demokrasi karsiti bir olusumdur.

Türdes unsurlari birbiri ile rekabet ettirerek bir kâr sarmali yaratmak, aslinda is adamlarinin kullandigi kapitalist bir taktiktir. Koc Holding bir zamanlar Arcelik`e karsi Beko markasini bu amacla yaratmisti. Her ikisine de benzer kaltedeki mallari, az cok farkliliklar yaratarak ürettirip kendisine karsi gelisen tüketici tepkisini yine kendi amaclari dogrultusunda, kârina kâr katmak icin kullanabildi. Yani bir anlamda tekel kurmaktir bu. Türkiye`nin siyaseti üzerinde de muhafazakâr dinci cevrelerin âdeta bir tekeli kurulmaya calisilmaktadirlar. Demokratik talepler bu yolla âdeta marjinalize edilmektedir.

5- Bu kavgayla aslinda muhafakâr dinci cevreler demokratlardan, liberallerden rol calmayi amaclamalari da isin bir baska yönü. Dikkat edilirse, hem AKP hem de Cemaat, demokratlarin simdiye kadar onlar aleyhinde ileri sürdügü ne kadar elestiri varsa bunlari birbirlerine karsi yöneltmektedirler. Özellikle AKP`nin Cemaat`e karsi liberallerin birikmis öfkesini dillendirecek sekilde propaganda yaptigi görülmektedir. Bu yönelimden, AKP`nin Cemaat karsiti liberal demokratik oylari kazanmayi hedefledigi sonucu cikarilabilir. Özellikle dershanelerle ilgili tartismalar sirasinda AKP`nin bu tavri cok belirgindi. Amac, AKP`nin sikistigi %52`lik cendereyi biraz olsun gevsetmek, oy oranini %57-58 bandina oturtmaktir. Eger oy orani bu banda otururursa, cumhurbaskanligi icin Erdogan umutlarini sürdürebilir. Cünkü AKP`nin zirveyi gördügünü, bundan sonra kacinilmaz düsüsün baslayacagini Erdogan bilmektedir.

Secimler sonrasinda, eger istediklerini elde ederlerse bu ikilinin yine el ele kol kola yollarina devam ettigi görülecektir. Bu dönemde demokratik cevrelere düsen görev, bu ikilinin bir elmanin iki yarisi kadar birbirine benzedigi ve ikisinin de demokrasiye kazandiracagi hemen hicbir seyin olmadigi yönündeki propagandaya hiz vermektir. 

11 Aralık 2013 Çarşamba

Özel hayata müdahale ve sansür

Konuyla ilk yüzyüze gelisim Ugur Dündar`in haftalik programlarini seyrettigim yillara rastlar. Ugur Dündar, gercekleri ortaya cikaran, yılmaz, sınır tanımaz gazeteci rolünü oynuyordu. Ikide bir lahmacuncuları, kebabcıları basıyor, tursu imalathanelerine, sucukculara göz actırmıyor, onların halkın saglıgıyla nasıl oynadıgını gözler önüne seriyordu. Git gide bu basmalar, gizleneni ortaya cıkarmalar bir gazetecilik basarısı olarak görülmeye basladı. Yüzyıllardır kac-göc iliskilerinin agır baskısı altında yasamıs olan toplumumuz, birdenbire gizleneni ortaya cıkarmanın dayanilmaz cazibesi ile tanıstı.

Ugur Dündar durmuyor, giderek sucuk imalathanelerinden, organ nakli yapan, insanların cinsiyetini degistiren doktorların muayenehanelerine atlıyor, onlara tuzaklar kurup, istemedikleri halde, onları, kendilerinden sikayetci olan eski hastalarıyla stüdyoda sürpriz bir sekilde karsılastırıyor, adamın stüdyoyu saskınlık icinde terkedisi, kameralarca saptanıyor, bütün bunlar birer gazetecilik basarısı olarak gösteriliyordu.

Ugur Dündar, sonunda, arkasına toplumun rüzgarını alarak dinci kesimi gözüne kestirdi. Bütün amacı, dincilerin ahlaklı olunması yönündeki telkinlerinin bir yalan oldugunu, bu insanların aslında, siyaset ugruna rol yaptıgını, hırsızlıgın ve ahlaksızlıgın âlâsının bu insanların genel karakteri oldugunu delilleriyle topluma sunmaktı.

Ne büyük bir tesadüftür ki, onun bu cabası, o sıralar 28 Subat, "post modern" darbesini hazırlayanların dinci kesime yönelik “kara propogandası” ile aynı zamana rastlamıstı. 28 Subatcıların basını nasıl manipüle ettigini biliyoruz. Ugur Dündar`ın dinci kesimi hedef alan bu programlarının, 28 Subat sürecinin etkisiyle olusmadıgını düsünmek bu nedenle mümkün degil.

Sonucta bu programlar bir felaketle sonuclandı. Serafettin Yardimedici isimli din adamı, Ugur Dündar`ın Arena adlı programında yaptıgı inanılmaz bir yayının ardından, 1 Kasım 1996`da intihar etti. Serafettin Bey`in evine gizli kamera yerlestirilmisti. Ugur Dündar kamerayı yerlestirenlerin bizzat kendileri olduguna dair bir izlenimi program sırasında olusturmaktan cekinmedi. Hatta öyle ki, aksam adamın evinde cekim yapılıyor, ertesi gün aynı adamla parlemento bahcesinde röportaj yapılarak, gece kadına söylediklerinin tam tersi ona röportaj sirasinda söyletilerek, bu kesimin nasıl dürüstlükten uzak oldugu “dellileriyle” kanıtlanmıs oluyordu. Serafettin Bey`in beraber oldugu kadınla anlasılmıstı. Bu kadının nasıl olup da ikna edildigi ayrı bir soru isaretidir. Bir erkegin, beraber oldugu sırada bir kadına söyledigi her ne varsa, televizyonda yayımlandı. Yapılan bu ifsaat, bütün dinlerin "gizlilige girme" olarak gördügü ve elestirdigi seydir. Ayrıca gizlilige girme 1982 Anayasası`nin 20. maddesine göre yasaktır. Buna ragmen bu insanın yatak odasına, göz göre göre, üstelik biz yaptık diyerek kamera nasıl yerlestirilmisti? Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Anayasası`nı korumakla görevli makamlar neden harekete gecmedi? Bu da ikinci soru isareti. Ondan önce Henry Miller`in “Oglak Dönencesi” adlı romanının müstehcen olduguna karar verilen sayfaları, satırları siyah sansür bantıyla kapatılmıs olarak yayımlanmıstı. Henry Miller`in kitabını cinsellik icerdigi gerekcesiyle bantlayan Türkiye ile, Serafettin Yardımedici`nin yatak odasına kamera yerlestirip görüntüleri televizyonda yayımlayan Türkiye aynı Türkiye`dir. Sunu diyecegim: Oglak Dönencesi 1985 yılında bantlandı. Yardimedici`nin evine kamera 1996 yılında yerlestirildi. Her iki dönem de askeri vesayet rejiminin isbasında oldugu dönemlerdir. Yani aslında asagılanan genel olarak insan ve onun özel yasamıdır. Bu yasam bazen kitaplarda siyah seritlerle kapatlıyor, bazen de ayıp bir sey gibi televizyonlarda gösteriliyordu.

Üstelik bu tür propaganda, toplumun bilincine özellikle "laik" kesim ve onların yayin organları tarafından halen de sürekli pompalanmaktadır. Halen bizdeki "Sözcü" gazetesi bu tür propagandanın sampiyonlugunu yapmaktadır. Ugur Dündar da zaten o gazetenin yazar kadrosundadır.

Her sey bir yana: yıllar sonra aynı yöntemler bu sefer Ugur Dündar`a uygulandıgı zaman, kendisinin "özel hayatın gizliligi" diye ayaga fırlamasına ne demeli? Insan sunu sormadan edemiyor: Acaba, özel hayatına saygı gösterilmesini istemenin, herkesin en dogal hakkı oldugunu Ugur Dündar kendi tecrübeleriyle gercekten ögrenmis midir?

Gecenlerde Cem Yılmaz`ın bir programını izlerken aynı sorun yeniden karsıma cıktı. Cem Yılmaz, Facebook hesaplarının CIA tarafından gizli gizli takip edildigini düsünen kesimle alay etmek icin “cia ne yapsın senin ...lu hesabını” diye soruyor; onu dinleyen “hesap sahipleri” de bu espriye katıla katıla gülüyorlardı.

Cem Yılmaz`ın üstadları olan Ugur Dündar`dan veya Henry Miller`in Oglak Dönencesi adlı romanınını siyah seritlerle bantlayanlardan cok sey ögrendigi acık.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Demokrasi, "yönetime katilim" midir?

Cumhurbaskani Abdullah Gül son dönem konusmalarindan birinde "Tarihte İslam toplumlarının en fazla önem verdiği değerler hak ve adaletin tecellisi, şeffaflık, devlet yönetimine katılım ve istişareleri gibi konular olmuştur" diyerek islam ile demokrasinin arasinda bir ikilem olmadigini söyledi. (Ekim 2013 - Milliyet)

Bu cümle, siyasetcilerin olaylara nasil baktigini belirtmek acisindan bize cok sey anlatiyor. Aslinda "islam toplumlari öteden beri hak ve adaletin tecellisine önem vermistir" diyen biri, teorik anlamda hicbir sey söylememis demektir. Bir totolojidir bu. Cünkü bütün toplumlar hak ve adaletin tecellisine önem verir. Aksi takdirde toplum olarak bir arada bulunmanin imkâni yoktur. Bugün Taliban`in bile mahkemeleri var. PKK`nin da var. Bugün en uydurma örgüt, dünya üzerinde bir toprak parcasi ele gecirmeyegörsün, hemen bir mahkeme kuruyor. Birileri hakkinda kararlar veriyor. Mesele, hak ve adaletin tecellisi degil. Hangi hakkin, hangi adaletin tecelli ettiginde. 


Aslina bakilirsa, bu cümlelerde siyasetcilerin bütün mahareti gizlenmis durumda. Özü itibariyle son derece totolojik bir cümle kuracaksiniz. Ama satir arasinda baska bir sey ima edeceksiniz. Abdullah Gül`ün ima ettigi de sudur: `Tarih boyunca islam toplumlarinin hak ve adalet anlayisi ile simdiki demokratik toplumlarin hak ve adalet anlayisi arasinda aslinda cok büyük bir fark bulunmamaktadir. Hic fark yoktur, demek tabii ki mümkün degildir. Ama iki sistemin hak ve adalet anlayisi arasinda kavramsal düzeyde bir akrabalik vardir. Bu nedenle islam toplumlari, özünde demokrasiye hazirliklidir` Bütün bunlari deseydi gercekten anlamli bir sey söylemis olurdu. Peki bunu neden söylemiyor? Cünkü , bunu söylese bütün dünyanin ayaga kalkacagini biliyor da ondan. Onun yerine diyecegini herkesin kabul edecegi bir forma sokuyor, "hak ve adaletin tecellisi" diyor. 


Eger konusma bu hak, adalet ve seffaflik kavramlari etrafinda dönseydi, bu eninde sonunda bir "acilis konusmasi"dir der gecerdiniz. 4. Istanbul Forumu`nun acilis konusmasidir bu. Böyle bir formatta, herkes kendilerini alkislamak icin hazir beklerken siyasilerin teorik sorunlara cözümler getirmesini bekleyemeyiz. Onlar kitlelerin gönüllerini alacaklar, onlara cesaret verecekler, mümkün oldugu kadar yuvarlak, herkesin isine gelen, egilip bükülebilen cümleler kuracak ve bunun icin de bazen olmazi olur gibi göstereceklerdir. Siyasetin toplumda oynacagi rol budur bir bakima. 


Ama Abdullah Gül bununla kalmiyor. Üstüne bir de "devlet yönetimine katilim ve istisareleri" diyor. Bakin bu konu cok ilginc iste! Gercekten ilimli islam`in bütün teorisyenleri, Islam`in demokrasi ile bagdastigini kanitlamak icin islam dininin devlet yönetiminde "istisare" yöntemini benimsedigini, bu nedenle demokrasi ile islamiyetin birbiriyle kolay bagdasacagini ileri sürmüslerdir. Nitekim Jön Türkler`in en önemli yayin organlarindan birinin adi "mesveret" idi. Ahmet Riza bey gibi dinsiz ve pozitivist olan bir Jön Türk bile "mesveret" diyor, bu kavramla özünde bir islam toplumu olan Osmanli Imparatorlugunda kendine bir yol bulmaya calisiyordu. Yeni Osmanlilar (yani birinci kusak jön Türkler) ile 1880 sonrasi Jön Türk kusagi (Ahmet Riza, Abdullah Cevdet, Ishak Sükûti ve daha sonra Prens Sabahattin) hemen hepsi mesrutiyet düzeninin teorik temelini mesveret, yani danisma ve istisare kavrami üzerine kurmuslardi. Jön Türkler, padisahlik kurumunu da bu düzene katilmaya ikna etmek icin, mesveret kavramini bir arac olarak kullaniyorlardi. Yani padiahin yine yerinde kalacagi, hükmünü icra edecegi, yalniz mesrutî meclisle danismalarda bulunacagini düsünüyorlardi. Yani ne sis ne de kebap yanacak, halk ve padisah azar azar demokrasiye alistirilacak, sonucta toplum gelistikce, padisah, Ingiltere benzeri bir sekli hakimiyet catisi altinda, iktidari tamamen halka devretmis olacakti. 


Bu plan tutmadi tabii. Tutamazdi, cünkü Ingiltere krali ile padisah arasinda bir benzerlik kurmak mümkün degildi. Ingiltere krali hic bir zaman padisah benzeri mutlakiyet iktidarina sahip olmamisti ülkesinde. Avrupa`daki bütün krallar, feodal beylerin, soylu sinifinin bir tür onayi ile iktidarda bulunmuslardir. Ingiltere`de ve diger Avrupa ülkelerinde krallarin hükümranligi zaten sinirli idi. Soylu sinifinin olmadigi Osmanli`da ise, tam tersine padisah bütün bir ülkenin tek sahibi olagelmistir. Ülkede gercek anlamda bir özel mülkiyet rejimi yoktu. Örnegin zenginlerin mallarina Tanzimat dönemine kadar, öldüklerinde, padisah tarafindan el konulabilirdi. Padisah zenginlestigini gördügü bir devlet adamini bir firsatini bulup, malina el koymak amaciyla ölüme yollayabiliyordu,  Böyle bir ülkede, padisahin Jön Türklerin fazlasiyla iyi niyetli planina razi olacagini düsünmek mümkün degildi. 

Simdi bakin yine ayni düsünce sunuluyor bize. Yine biz hükümdar olalim, sizler de bize fikir verin, danisalim, görüselim, gecinelim deniyor. Ama yüzyil sonra bu planin tutacagini düsünmek icin yine Jön Türkler gibi, ama bu sefer ters yönden saf olmak gerekir. O zamanlar plan tutmadi, cünkü padisahin mutlakiyet gecmisi ve aliskanliklari, halkta yerlesmis imaji cok güclü idi. Bu sefer yine tutmayacak, cünkü artik her cesit mutlakiyet ve otorite, bireyin gücü karsisinda zayifliyor. Türkiye de bu demokratik akimin en güclü oldugu ülkelerden biri. Aslinda bütün Orta Dogu bu sekilde ayrisiyor. O devirler coktan tarihe karisti. Hayalci ve romantik AKP`nin ise bireyin gücü karsisinda taviz vermeye hic niyeti yok. Hâlâ özel hayata müdahale pesinde. Onun bu inadinin ergec toplumsal bir kirilmaya yol acmasi kacinilmaz görünüyor. Gezi olaylarindan hic ders almadilar. Tam gaz yollarina devam ediyorlar. Fakat sonunda bir gün, bireyi tanimamakta direnen her cesit gücün tuzla buz olmasinin mukadder oldugu gercegiyle tanisacaklar.

AKP, Orta Dogu krallarina bu temelde yakinlasiyor. Suudi Arabistan kraliyla arasi bu temelde iyi. Oysa genis demokratik kitleler, artik yönetime katilma, istisare, danisma falan degil, bizzat yönetimin kendisini istiyor.