Türkiye gibi etnik nedenlerden ötürü bölünme tehlikesi yasayan ülkelerin, bu tehlikeyi ortadan kaldirmak icin yapmalari gereken tek sey, bir arada bulunmanin ekonomik nedenini yaratmaktir. Cünkü bütün birliktelikler ekonomik bir nedene dayanir. Kimse sizin yoksullugunuzu paylasmak istemez, aksine refahiniza ortak olmak ister.
Yani insanlari daha iyi yasar duruma getirir, gelir düzeylerini yükseltir, üstüne bir de onlari adam yerine koyar, dillerini inanclarini serbest birakirsaniz, insanlar neden sizden ayrilsin ki? Aksine sizinle birlesmeye calisirlar. Avrupa Birligi bunun en güzel örnegi degil mi? Ülkeler Avrupa Birligi`ne pastadan pay almak icin girmeye calismiyorlar mi?
Bu nedenle Ecevit´in Avrupa Birligi`ne girmeyi "Onlar ortak. Biz pazar," diyerek reddetmesi, tam anlamiyla, ama en önemlisi Kürt Sorunu acisindan inanilmaz bir gafletti. Ama o zamanlardaki siyasi konjontür bu tür aymazliklara prim veriyordu. Cünkü henüz sosyalizm siyasi ömrünü tamamlamamisti. Simdi böyle bir bahane gülünc olmaktan öte, siyasi hezimet sebebidir.
Tamam, Kürtlere ekonomik olarak istedikleri bütün ayricaliklar taninacak. Ticaret ve hukuk dili Kürtce olacak. Kürtce basin olacak, radyo ve televizyon Kürtce yayimlanacak. Kürtce sokak ve semt adlari kullanilacak. Ama yine de bunlar yeterli degil. Ekonomik refahin tesis edilmesi gerekiyor. Oysa bu cok güc ve cetin isin basarilmasi yillar sürer. Birinci Cumhuriyet`in en büyük gafleti, sorunu ekonomik refah boyutunu ele almadan, yalnizca askerî baski yöntemleri ile cözmeye calismak olmustur. Bu ugurda neredeyse 70 yil kaybedildi. Kürtlere ilk el uzatan, Barzani ve Talabani ile ilk görüsen Turgut Özal oldu. Yani 12 Eylül sonrasi usul usul, cekingen adimlarla gelisen bir sürecten bahsediyoruz. Ilk önemli sicrama, cözüm vizyonu cercevesinde daha gecenlerde meydana geldi. Öyle ki, birakin Türkiye`nin güneydogu illerinin ülkenin bütününden ayrilmasini, Kuzey Irak`taki Kürt bölgelerinin fiilen Türkiye ile birlesmesi konusulur oldu. Ama yine de bu sürec kirilganligini korumaktadir. Cünkü bölge savaslarin icine yuvarlanabilir. Bu zorlu sürecte bölgede ekonomik kalkinmanin ilk meyvalarinin alinmasi ise 20-30 yillik bir süreye bakar. O zamana kadar sürecin devamini güvence altina almak icin taktik careler düsünmek gerekir.
Bu taktik firsati, Türkiye`nin gercek anlamda Suriye ve Irak devletlerinin parcalanma sürecine girmesiyle yakaladigi söylenebilir. Sunu belirtmekten cekinmemek lâzim: Suriye ve Irak hükümetleri, ülkenin bütününe hakim olduklari zaman, Türkiye`ye karsi hep Kürt kartini bir koz olarak kullanmaya calismislardir. Bu acidan bu ülke yönetimlerinin fiilen yikilmasi, Türkiye`de Kürt sorununun cözümünü kolaylastiracakti. Hele hele Irak`tan sonra Suriye`nin de cökmeye baslamasi, bu cözümü adeta kosar adimlarla ilerler hale getirmistir.
Türkiye, Irak devletinin parcalanmasi sirasindaki cekingenligi bu tabloda bir celiski olarak görülebilir. Evet, Türkiye cekimser kaldi, cünkü Irak devletini parcalayan ABD gibi, bölge ülkesi olmayan bir ülkenin yaninda durmanin, onun gelecekteki lider rolüne zarar verebilecegi düsünüldü. Türkiye Afganistan savasina aktif katilimdan bu nedenle uzak durmustur. Suriye konusunda ise eli daha serbestti; cünkü cöküs, bir süper gücün darbeleri ile degil, daha cok halk hareketleri nedeniyle oluyordu.
Ancak evdeki hesap carsiya uymadi. Suriye`deki muhalefetin ici bos, bilgisiz, örgütlenme yeteneginden uzak oldugu anlasildi. Ayrica istihbarat örgütleri de muhalefetin icine nifak sokmak icin ne gerekiyorsa yaptilar. Türkiye muhalefeti örgütleyemedigi gibi, hic hesapta olmayan bir mülteci akiniyla da bas etmek zorunda kaldi. Yani bugün Suriye`de ülkenin bütününe hakim olabilecek ve Türkiye`yi model olarak benimsemeye yatkin Müslüman Kardesler benzeri bir yönetim kurulmasi hayali tarihe karismis gibidir. Üstelik topraklarina siginan Suriye`li mültecilerin Türkiye`ye olan maliyeti giderek büyümektedir. Mültecilerden ekonomik olarak yararlanmak ise, cözümü daha da uzun sürecek bir mülteci entegrasyonu sorununu beraberinde getirir ki, bu da ilave maliyet demek.
O nedenle Türkiye`nin ISID benzeri Vehhabi-Selefi örgütlerine kesin "hayir" deme lüksü yok. Cünkü birincisi bu tür örgütlerin arkasinda bastan beri Israil-Suudi ittifaki var. Ikincisi bu tür örgütlerin Kürt bölgelerine baskisi, Kürt sorunun cözümü acisindan Türkiye`nin elini rahatlatiyor. Yani Israil ve Suudi Arabistan, ISID`le krizi derinlestirirken belki de istemeden Türkiye`ye bir hediye veriyorlar. Kürt petrolünün Türkiye eliyle ihrac edilmesine karsi gösterdikleri histerik tepki, hediyenin ne kadar istenmeden verildigini ortaya koyuyor. Verdikleri hediyeyi sonra geri almaya calisacaklardir. Ama o zamana kadar is isten gecmis olacaktir. Irak ve Suriye ne kadar karisirsa, Türkiye`nin Kürt bölgeleriyle bütünlesmesi o kadar hizlanacaktir.
Simdiye kadar yanlis giden sey, Türkiye`nin cok fazla Sünni karakterde bir politika güdüp Suriye`deki Nusayri`leri kendinden uzaklastirmasi olmustur. Nusayrilerin kaybedilmesi Suudi Arabistan`´a satrancta bir tas hediye etmek demekti. Ayrica bu uzaklastirmanin cok farkli bicimde Gezi olaylarindaki Alevi gencligin rolü seklinde Türkiye`ye geri dönen bumerang etkisi yarattigi da kuskusuz. Yine Erdogan`a Avrupa seyahatlerinde en fazla tepki gösteren kesimin de Alevîler oldugu not edilmesi gereken bir gercek. Türkiye`nin yapmasi gereken bütün inanc sahiplerine demokratik bir platform sunmak ve kendini mezhepler arasi yumusak iklimin hüküm sürdügü bir ülke olarak takdim etmekti. Orta Dogu`nin barisa susamis halklarina bu model bir ilac gibi gelirdi.
Türkiye`nin kendi Alevî nüfusundan ötürü mezhep ayrimciligina dayali bir politika yürütme sansi hic yok. Simdi bu politikadan vazgecilmeye calisiliyor, ama gec kalindigi da ortada.
22 Haziran 2014 Pazar
2 Haziran 2014 Pazartesi
Cin`in Amerikan boyundurugundan kurtulma cabalari
Cin, Amerika`nin boyundurugundan kurtulmaya calisiyor, ama nafile. Bu is o kadar kolay olmayacak. Cin`in bu boyunduruktan kurtulmak icin siddetli bir krize ihtiyaci var. Ama onu da hicbir Cin`li göze alamiyor. Cin`in daha yolun basinda, Mao Zedung`un önerdigi gibi "fakir ama özgür" ya da revizyonist Zen Diao Ping`in önerdigi gibi "zengin ama köle" olma yollarindan birini tercih etmesi gerekiyordu. Cin ikinci yolu tercih etti. Cünkü 1960`lardaki Kültür Devrimi Cin`i canindan bezdirmisti. Bu yilginligi firsat bilen Nixon yönetimi Cin`e simdi uygulanan kalkinma modelini önerdiler. Bu kalkinma modeli denen boyunduruk o kadar iyi hesaplanmis ve ayrintilandirilmistir ki, sadece bu bile en basarili, ama en bahtsiz Amerikan Baskanlarindan biri olan Nixon`un adini tarihe yazdirmaya deger.
Cin`e önerilen modelin ana hatlari söyle özetlenebilir,
1- Cin parasi Renmimbi sürekli devalüasyona tabi tutulacak. Bunun icin kurlar merkezi otorite tarafindan belilrlenecek. Burada Cin`e özgü bir durum söz konusu degil. Bütün düsük kur politikasi, bütün ihracatci kalkinma modellerinin olmazsa olmazidir.
2- Düsük kuru gerceklestirebilmek icin ülkeye bol miktarda yerel para sürülecek. Ancak serbest döviz ticaretine izin verilmeyecek. Yani düsük kur halkin eline dövizi almasiyla gerceklesmeyecek Döviz hep az ve kullanimi izne tabi, yerel para ise hep bol ve ucuz olacak.Ancak yerel para halkin elinde bulunmayacak. Burasi cok önemli. Yani düsük kur var ama, ülkede döviz piyasasi ve gercek anlamda bir para piyasasi yok.
3- Ülke ihracat icin üretim yapacak. Ülke icine nispeten az mal sürülecek. Isci ücretleri mümkün olan en az seviyede tutulacak. Yani ülkede mal piyasasi kurulmasina da sicak bakilmayacak. Halk eskiden oldugu gibi karne usulü beslenecek. Büyük ölcüde ücretini tüketim mallari (erzak) seklinde alacak. Kira, egitim, eglence, zaten bedava. Yani burada bir tür takas ekonomisi (bartering) söz konusu. Halkin eline ne kadar erzak gececegi, bunun icin ne kadar üretim yapilacagi, vs. hepsi daha önceden siki bicimde planlanmis durumda. Sert bir nüfus planlamasiyla birlikte ic talebin sürpriz yaratmayacak bicimde hep belirli bir düzeyde tutulmasi amaclaniyor.
4- Ülke icinde para bol, ancak bu para halkin elinde degil. Dolayiyla halkin tüketim arzusu talebe dönüsemiyor. Bu nedenle enflasyon da söz konusu degil. Cin yatirim mallari disaridan dogrudan yatirim seklinde gelen üretim sermayesiyle yapiliyor. Üretilen mallar ülke icinde satilmiyor, ihrac ediliyor. Ülke icinde firmalarin birbirinden mal almasi önleniyor. Zaten buna gerek de yok. Cünkü bütün yatirim mallari (makine, techizat) disaridan geliyor. Yani ülke icinde tüketim mallari piyasasi olusmadigi gibi, yatirim mallari piyasasi söz konusu degil. Üretim tamamen ülke disinda planlaniyor, Cin`e sadece bunlari üretip yurt disina satmak kaliyor. Ayni modeli Küba da, turizm sektöründe uygulamisti. Ülke icindeki lüks otellerde yabanci turistler kaliyor, bunlar tatillerini yaptiktan sonra, biraktiklari döviz Merkez Bankasi`nin kasasina gidiyordu.
Yani kisacasi, bütün bu anlatilanlardan Cin`deki ve Küba`daki modelin, ilk defa 1923 yilinda, devrim sonrasinda yokluk yillarinda uygulanan "Yeni Ekonomik Politika", NEP Modeli oldugunu görüyoruz. Cin`li revizyonistler Leninist NEP Modeli`ni sosyalist özünden soyutlayarak, Cin`i kapitalizmin üretim üssü olmasi icin bir arac gibi kullandilar. Lenin, NEP Modeli`ni yaratirken, kapitalizmin üretici gücleri gelistirme özelliginden yararlanmak istemisti. Bu nedenle ülkede sinirli bir kapitalist uygulamaya izin veriliyor, ekonomide "kapitalizm adaciklari" olusturuluyordu. Bir anlamda kapitalist üretim üsleriydi bunlar. Kapitalistlerin can ve mallari devlet güvencesine aliniyor, kendilerine istedikleri an yurt disina cikabilme, üretime son verip mal varliklarini ülke disina cikarabilme serbestisi taniniyordu. Lenin, NEP döneminin gecici oldugunu, ülkenin kendi üretim temposunu bulunca, NEP uygulamasinin kaldirilacagini ilan etmisti.
Cinli revizyonistler ise tam tersine NEP modelini, ülkeye kapitalizmi geri getirmek icin kullandilar. Sonucta ilk baslarda ekonominin sosyalist planlama karakteri bozulmuyor, tam tersine, dis piyasalar ve ihracat icin calisan bir takim kapitalist üretim adaciklari kuruluyordu. Ama daha sonra bu adaciklar genislediler ve ülke ekonomisinin geneline yayildilar. Bugün ülkede devasa bir mal ve hizmetler piyasasi olusmus durumda. Cin`li turistler dünyanin dört bir yanina seyahat ediyor. I-Phone`un her yeni modeli Cin`de peynir ekmek gibi satiliyor. Hâlâ ülkede serbest bir döviz piyasasi olusmasa bile, Cin ekonomisi göbeginden disa bagimli. Kendi icinde rasyonel dengeleri olusmadan amorf bicimde gelismis durumda oldugundan, disa bagimlilik ortadan kaldirildigi an, Cin ekonomisinin kendi icine cökecegini herkes biliyor. Cin, kurtulmak icin her kimildayisinda, bogazindaki boyunduruk biraz daha sikilasiyor. Ayrica Cin`de kapitalist bankacilik gelenegi bulunmuyor. Yani bir anlamda, Cin`i yalniz biraksaniz, Cin bankacilik sistemi kendi ekonomisini besleyemez. Tersine önce bankalar cöker.
Cin acisindan durum böyle. Ama Cin`i bagli oldugu Amerikan ekonomisi ile birlikte ele alin. O zaman dahiyane bicimde unsurlari tek tek bir araya getirilmis, son derece uyumlu calisan bir kapitalist sistem görürsünüz.
Cin`e önerilen modelin ana hatlari söyle özetlenebilir,
1- Cin parasi Renmimbi sürekli devalüasyona tabi tutulacak. Bunun icin kurlar merkezi otorite tarafindan belilrlenecek. Burada Cin`e özgü bir durum söz konusu degil. Bütün düsük kur politikasi, bütün ihracatci kalkinma modellerinin olmazsa olmazidir.
2- Düsük kuru gerceklestirebilmek icin ülkeye bol miktarda yerel para sürülecek. Ancak serbest döviz ticaretine izin verilmeyecek. Yani düsük kur halkin eline dövizi almasiyla gerceklesmeyecek Döviz hep az ve kullanimi izne tabi, yerel para ise hep bol ve ucuz olacak.Ancak yerel para halkin elinde bulunmayacak. Burasi cok önemli. Yani düsük kur var ama, ülkede döviz piyasasi ve gercek anlamda bir para piyasasi yok.
3- Ülke ihracat icin üretim yapacak. Ülke icine nispeten az mal sürülecek. Isci ücretleri mümkün olan en az seviyede tutulacak. Yani ülkede mal piyasasi kurulmasina da sicak bakilmayacak. Halk eskiden oldugu gibi karne usulü beslenecek. Büyük ölcüde ücretini tüketim mallari (erzak) seklinde alacak. Kira, egitim, eglence, zaten bedava. Yani burada bir tür takas ekonomisi (bartering) söz konusu. Halkin eline ne kadar erzak gececegi, bunun icin ne kadar üretim yapilacagi, vs. hepsi daha önceden siki bicimde planlanmis durumda. Sert bir nüfus planlamasiyla birlikte ic talebin sürpriz yaratmayacak bicimde hep belirli bir düzeyde tutulmasi amaclaniyor.
4- Ülke icinde para bol, ancak bu para halkin elinde degil. Dolayiyla halkin tüketim arzusu talebe dönüsemiyor. Bu nedenle enflasyon da söz konusu degil. Cin yatirim mallari disaridan dogrudan yatirim seklinde gelen üretim sermayesiyle yapiliyor. Üretilen mallar ülke icinde satilmiyor, ihrac ediliyor. Ülke icinde firmalarin birbirinden mal almasi önleniyor. Zaten buna gerek de yok. Cünkü bütün yatirim mallari (makine, techizat) disaridan geliyor. Yani ülke icinde tüketim mallari piyasasi olusmadigi gibi, yatirim mallari piyasasi söz konusu degil. Üretim tamamen ülke disinda planlaniyor, Cin`e sadece bunlari üretip yurt disina satmak kaliyor. Ayni modeli Küba da, turizm sektöründe uygulamisti. Ülke icindeki lüks otellerde yabanci turistler kaliyor, bunlar tatillerini yaptiktan sonra, biraktiklari döviz Merkez Bankasi`nin kasasina gidiyordu.
Yani kisacasi, bütün bu anlatilanlardan Cin`deki ve Küba`daki modelin, ilk defa 1923 yilinda, devrim sonrasinda yokluk yillarinda uygulanan "Yeni Ekonomik Politika", NEP Modeli oldugunu görüyoruz. Cin`li revizyonistler Leninist NEP Modeli`ni sosyalist özünden soyutlayarak, Cin`i kapitalizmin üretim üssü olmasi icin bir arac gibi kullandilar. Lenin, NEP Modeli`ni yaratirken, kapitalizmin üretici gücleri gelistirme özelliginden yararlanmak istemisti. Bu nedenle ülkede sinirli bir kapitalist uygulamaya izin veriliyor, ekonomide "kapitalizm adaciklari" olusturuluyordu. Bir anlamda kapitalist üretim üsleriydi bunlar. Kapitalistlerin can ve mallari devlet güvencesine aliniyor, kendilerine istedikleri an yurt disina cikabilme, üretime son verip mal varliklarini ülke disina cikarabilme serbestisi taniniyordu. Lenin, NEP döneminin gecici oldugunu, ülkenin kendi üretim temposunu bulunca, NEP uygulamasinin kaldirilacagini ilan etmisti.
Cinli revizyonistler ise tam tersine NEP modelini, ülkeye kapitalizmi geri getirmek icin kullandilar. Sonucta ilk baslarda ekonominin sosyalist planlama karakteri bozulmuyor, tam tersine, dis piyasalar ve ihracat icin calisan bir takim kapitalist üretim adaciklari kuruluyordu. Ama daha sonra bu adaciklar genislediler ve ülke ekonomisinin geneline yayildilar. Bugün ülkede devasa bir mal ve hizmetler piyasasi olusmus durumda. Cin`li turistler dünyanin dört bir yanina seyahat ediyor. I-Phone`un her yeni modeli Cin`de peynir ekmek gibi satiliyor. Hâlâ ülkede serbest bir döviz piyasasi olusmasa bile, Cin ekonomisi göbeginden disa bagimli. Kendi icinde rasyonel dengeleri olusmadan amorf bicimde gelismis durumda oldugundan, disa bagimlilik ortadan kaldirildigi an, Cin ekonomisinin kendi icine cökecegini herkes biliyor. Cin, kurtulmak icin her kimildayisinda, bogazindaki boyunduruk biraz daha sikilasiyor. Ayrica Cin`de kapitalist bankacilik gelenegi bulunmuyor. Yani bir anlamda, Cin`i yalniz biraksaniz, Cin bankacilik sistemi kendi ekonomisini besleyemez. Tersine önce bankalar cöker.
Cin acisindan durum böyle. Ama Cin`i bagli oldugu Amerikan ekonomisi ile birlikte ele alin. O zaman dahiyane bicimde unsurlari tek tek bir araya getirilmis, son derece uyumlu calisan bir kapitalist sistem görürsünüz.
31 Mayıs 2014 Cumartesi
Hindistan ve Türkiye arasindaki sasirtici benzerlikler
Bir önceki yazımda Modi`nin Hindistan`da muhtesem bir zaferle
iktidara geldigini ve bu sonucların dünyada ekonomik ve siyasal dönüsümlere yol
acacagını belirtmistim. Modi`nin secim zaferinin %60`lik bir oy oranıyla
birlikte gelmesi olaya bambaska bir boyut kazandirmıs durumda. Zaferin boyutu o
kadar sarsici idi ki, gecen dönemin iktidarı Kongre Partisi, Mayıs ayında
tamamlanan secimde ücüncü parti düzeyine düstü. Modi`nin iktidara gelecegi
tahmin ediliyordu; ancak bu derece yüksek bir oy oranı alması herkes icin bir
sürpriz oldu.
Her seyden önce Hindistan secimlerinin devasa boyutunu burada
belirtmek gerekiyor. Hindistan halkı tereyagından kıl ceker gibi, bir tek
kisinin bile burnu kanamadan 4 hafta süren bu devasa secimi basarıyla
tamamlamayı ve bu acıdan diger gelismekte olan ülkelere örnek olmayı bildi.
Secim bu nedenle bütün dünyanın hayranlıgını üzerine cekti, hakli olarak.
Secimde oy kullanma hakkına sahip 830 milyon secmen vardı ve bu sayı, gecen 2009 secimlerindeki secmen sayısından 100 milyon kisi daha fazlaydi. Secimde 930 bin sandık kullanıldi. Secmen ve sandik sayisinin coklugundan ötürü basvurulan elektronik oy verme yöntemleri de secimlerde basariyla uygulandi. Bu uygulamalar, demokrasinin, sadece iyi egitilmis Avrupa ve onlarin devami olan ABD, Kanada, Avsutralya ve Yeni Zelanda halklarina verilmis bir ayricalik degil; gelismekte olan bütün ülkelerin uygulayabilecegi bir yönetim bicimi oldugunu ispatliyor. Ayrica Hindistan`da simdiye kadar hic askerî darbe olmadiginin da altini cizmek gerekir. Tabii Hindistan`in bu basarisinda, Hint demokrasisinin Ingiliz liberalizminin etkisi altinda sekillenmesinin etkisi büyüktür. Baska hicbir Ingiliz sömürgesinin, neden ayni basariyi gösteremedigi de ayrica sorgulanabilir. Hindistan`in basarili olmasinda, Ingiliz liberalizmini absorbe edebilecek muazzam kültürel derinliginin etkisi tabii ki gözardi edilemez.
Secimde oy kullanma hakkına sahip 830 milyon secmen vardı ve bu sayı, gecen 2009 secimlerindeki secmen sayısından 100 milyon kisi daha fazlaydi. Secimde 930 bin sandık kullanıldi. Secmen ve sandik sayisinin coklugundan ötürü basvurulan elektronik oy verme yöntemleri de secimlerde basariyla uygulandi. Bu uygulamalar, demokrasinin, sadece iyi egitilmis Avrupa ve onlarin devami olan ABD, Kanada, Avsutralya ve Yeni Zelanda halklarina verilmis bir ayricalik degil; gelismekte olan bütün ülkelerin uygulayabilecegi bir yönetim bicimi oldugunu ispatliyor. Ayrica Hindistan`da simdiye kadar hic askerî darbe olmadiginin da altini cizmek gerekir. Tabii Hindistan`in bu basarisinda, Hint demokrasisinin Ingiliz liberalizminin etkisi altinda sekillenmesinin etkisi büyüktür. Baska hicbir Ingiliz sömürgesinin, neden ayni basariyi gösteremedigi de ayrica sorgulanabilir. Hindistan`in basarili olmasinda, Ingiliz liberalizmini absorbe edebilecek muazzam kültürel derinliginin etkisi tabii ki gözardi edilemez.
Hindistan secimlerinin bir özelligi daha var: Bu secimler ilginc
bicimde Türkiye ve Hindistan toplumlarinin nasil birbirine benzedigini gözler
önüne serdi.
Benzerlik her seyden önce Erdogan ile secimi kazanan Modi arasinda
bulunmaktadir.
Iki lider arasinda belki de en göze carpan benzerlik, her iki
liderin de yerel yönetimlerden gelmis olmasidir. Erdogan`in Istanbul Belediye
Baskanligi nasil basarili ise Modi de Gucerat eyaletini âdeta öyle ihya etti.
Bu eyalette ekonomik refahin temellerini atti.
Bir diger benzerlik her iki liderin de dinsel temalari referans
olarak kullanmasi. Modi, Hindu dinine mensup bir politikaci ve propogandasini
dini motiflerle süslüyor. Erdogan`in da Islamî konulari (basörtüsü, Imam Hatip
Okullari, cemaatlerle iliskiler, Kutlu Dogum Haftalari vs.) vurgulayan bir
siyaset yürüttügü malûm.
Her iki lider de bölücü ve ayristirici bir sekilde siyaset
yapiyor. Burasi cok önemli. Modi, ayni Erdogan gibi, hem bazi kitlelerce
hayranlikla desteklenen, hem de baska bazi kitlelerce kendisinden ölesiye
nefret edilen bir politikaci. Hatta yerel yöneticisi oldugu Gucerat eyaletinde
2002 yilinda patlak veren ve binden fazla Müslümanin öldürülmesi ile sonuclanan
siddet hareketlerini el altindan destekledigi düsüncesi özellikle Müslümanlar
arasinda ve Bati`da yaygin. Hatta Amerika ve Ingiltere onu bu nedenle, ayni
Kaddafi gibi bir "parya" olarak damgaladilar ve Amerika 10 yil
boyunca Modi`ye ülkeye giris vizesi vermedi. Modi yillarca asagilandi. Ayni
bizim Erdogan gibi. Bu asagilanma ona magduriyet süsü kazandirdi. Bu nedenle Modi,
yillarca Hindistan`daki Bati`ya olan öfkeyi oya tahvil etmesini bildi. Ayni
Erdogan gibi.
Modi, ülkeyi tam anlamiyla etnik ve dini temelde böldü. Erdogan
nasil sünnî Türkleri kendine hedef kitle olarak secmisse, Modi de Hinduizme
mensup Hintlileri kendi tabani olarak benimsedi. Modi`nin aldigi oylari
gösteren haritaya bir göz atilirsa, bu politikacinin ülkeyi nasil etnik ve dini
temelde ayristirdigi daha kolaylikla görülebilir. Sagdaki harita Hindistan`in
etnik haritasidir. Soldaki harita ise Modi`nin cogunlugu ele gecirdigi yönetsel
birimleri göstermektedir.
Haritalardan görülecegi üzere, Modi`nin partisi BJP, esas olarak
Hinduizmi benimseyen Hint uluslarindan oy almistir. Bu bölgeler turuncu ile
gösterilmektedir. Bunlar büyükten kücüge dogru, standart Hintliler (Racastan
dahil), Marathiler, Bihariler, Gucerat ulusu, Kesmir ile Assam uluslaridir.
Modi, Dravid`lerden oy alamadigi gibi, nüfusunun %99`u müslüman olan Bengalliler`den de umdugunu bulamamistir. Yine Hinduizme mensup olmasina ragmen Hint
uluslarindan Oriya ulusu Modi`ye yaklasmamistir. Sikh dinine mensup olan Pencap
halki da Modi`ye yüz vermemistir. Bu sonucta eski basbakan Singh`in bir
Pencapli olmasinin etkisi de vardir tabii. Modi, Assam eyaletlindeki Cin-Birman
asilli halklardan da oy alamamis görünüyor. Buralarda Kongre Partisi güclüdür.
Bu harita bölünmüs ve ayrismis haliyle büyük ölcüde Türkiye secim
haritasina benzemektedir. Yani Hindistan`da da Türkiye`de
oldugu gibi oy haritasi etnik ve dinsel farkliliklara göre bicimlenmistir. Nasil Türkiye`li Kürtler büyük oranda kendi partilerine (BDP`ye) oy verdilerse, Hindistan`in Kürtleri olan Dravidler de kendi partilerini desteklemislerdir. Nasil ki, sünni Türklerin bir kismi (beyaz Türkler, özellikle Ege Denizi kiyisindaki Türkler) Erdogan`dan ölesiye nefret ediyorsa, Oriya
ve Bengal uluslari da ayni sekilde, cogunlugun yolundan saparak ya kendi yerel partilerine, ya da Kongre Partisi`ne oy
vermislerdir.
Bu durum, dinsel ve etknik temalari sömüren, bunlari birer politika araci olarak kullanan Türkiye`deki Erdogan ve Hindistan`daki Modi gibi ayristirici politikacilarin âdeta secim basarisini garantileme taktiginin bir sonucudur. Yani her iki politikaci da birlestiren degil, ayristiran bir siyaset yürüterek cogunlugu elinde tutmayi tercih etmektedirler. Her iki politikacinin üslubu da güclü bir retorikle beslenen kavgaciliktir. Her iki politikacinin da itiraz eden, kural koyucularin karsisina yeni kurallarla cikan protest bir tavri vardir.
Bu durum, dinsel ve etknik temalari sömüren, bunlari birer politika araci olarak kullanan Türkiye`deki Erdogan ve Hindistan`daki Modi gibi ayristirici politikacilarin âdeta secim basarisini garantileme taktiginin bir sonucudur. Yani her iki politikaci da birlestiren degil, ayristiran bir siyaset yürüterek cogunlugu elinde tutmayi tercih etmektedirler. Her iki politikacinin üslubu da güclü bir retorikle beslenen kavgaciliktir. Her iki politikacinin da itiraz eden, kural koyucularin karsisina yeni kurallarla cikan protest bir tavri vardir.
Hindistan`daki Kongre partisi ise (oy aldigi bölgeler mavi ile isaretlenmistir) bizdeki CHP`nin
karsiligidir. Gercekten iki parti arasinda Modi ile Erbakan-Erdogan ikilisi
arasinda oldugundan belki de daha cok benzerlik bulunmakta. Kongre Partisi`ni
Gandhi-Nehru ikilisi kurdu. Bizdeki Atatürk-Inönü ortakligina benzeyen bir
iliski vardi aralarinda. Nehru`nun kizi Indra da daha sonra Gandhi`nin soyadini
benimsedi. Gandhi hanedani bizdeki Inönü hanedani gibi uzun yillar ülkenin
kaderine hükmetti.
CHP de, Kongre Partisi de Bati`ci, dinler üstü politikalar
benimsemislerdir. Her iki parti de seckinci-batici`dir. Dolaysiyla direkt Bati
kaynakli politikalarin araci olmakta bir sakinca görmezler. Bu politikalari bir
aydin depotizmi tarzinda topluma dayatirlar. Mesela Indra Gandhi, Hint halkinin
zorla kisirlastirilmasini öngören Bati kaynakli politikalara evet diyebilmistir. Bu
proje kapsaminda yüzbinlerce Hint`li erkek para, ev ve iyi bir yasam
karsiliginda kisirlastirilmistir. Indra Gandhi`nin ogullarindan Sanjay
Gandhi`nin liderliginde yürütülen bu kampanya toplumda büyük tepki görmüstür.
Ve en son benzerlige geliyoruz. Nasil Ecevit, iktidari sirasinda
2001 krizi patlak verince, ekonomi yönetimini de Kemal Dervis`in eline teslim
etmis, o da Türkiye`yi borclanmak zorunda olan bir cari acik ülkesi haline
getirmisse, Kongre Partisi de Manmohan Singh`i Amerika`dan getirtip
Hindistan`in ekonomisini Bati cikarlari dogrultusunda yeniden düzenlemesi icin
onun ellerine teslim etmistir. Manmohan Singh, Kemal Dervis`ten farkli olarak
10 yil basbakanlik koltuguna oturdu. Erdogan ve Modi gibi saldirgan
politikacilarin, Bati kaynakli bu cari acik yaratici, borclandirici, sıkı paracı, üretimi engelleyici politikalardan sonra isbasına gelmesi bir tesadüf
degildir. Her iki ülke de bugün bu politikalarin sonucu olarak yeteri kadar
üretememe, toplumsal enerjiyi üretime kanalize edememenin sikintisini
cekmektedirler.
17 Mayıs 2014 Cumartesi
Hindistan`da neden nasyonalistler iktidara geldi?
Bu soru gercekten bir matematik sorusuna benzemektedir. Modi, esine ender rastlanan bir siyasi figür olarak aslinda beklenmedik bicimde ortaya cikti. Iktidara gelisinin büyük bir oy cogunluguyla gerceklesmesi bircok soru isaretinin zihinlerde belirmesine neden olacak nitelikte. Simdi herkes hangi gelismelerin, Hindistan`da nasyonalistleri isbasina getirecek olan süreci baslattigini merak ediyor? Bu gelisme, dünya politika dengesinde taslari yerinden oynatabilir.
Nasyonalizm, Hindistan icin cok tehlikeli bir madde. Biliyorsunuz bu ülkede 330 adet dil konusuluyor. Bu 330 ulusun aslinda 3 ayri dil ailesine mensup olmasi Hindistan`in bir diger ilginc özelligi. Dil aileleri arasinda en ufak bir akrabalik, genetik benzerlik yok. Bunlardan birincisi ve en kalabalik olani Hint-Avrupa dil ailesi. Ailenin en kalabalik ögesi de sayilari 1 milyara yaklasan Hintliler. Ikinci büyük dil ailesi ise ülkenin daha güneyinde yasayan Dravid`ler. Dravid`ler Polinezya grubuna bagli bir irk. Sayilari 150 milyonu buluyor. Daha ziyade Endoneza, Filipinler ve Havai halklariyla akrabalar. Bir de Cin dilleri öbegine bagli halklar var. Hindistan`da ayrica üc büyük din var: Brahmanizm, Müslümanlik ve Budizm. Ayrica azimsanmayacak ölcüde hristiyan, sikh ve zerdüst var. Bu gruplardan en güclüsü Brahmanizme bagli Hintliler. Sayilari 850 milyon civarinda. Hintlilerin 150 milyonu ise Müslüman. Hint uluslari kendi aralarinda alt öbeklere ayrilmis durumda. Yeni basbakan Modi`nin mensup oldugu Gucerat ulusu, Hint uluslarindan sadece biri. Ama Gucerat`tan ayri, standart Hintce konusanlar da var. Bunlar baskent Yeni Delhi civarinda ve Kuzey Hindistan`daki Ganj nehri boyunca yogunlasmis durumdalar. Ayrica Delhi ile Banglades arasinda Dogu Hintlileri (Bihari-Oriya grubu) var. Nobel ödülü sahibi yazar Naipul, Bihari grubundan. Mumbai cevresinde ise yine büyük bir Hintli grubu olan Marathi`ler var. Bunlarin her birinin büyüklügü Türkiye kadar ve her bir alt öbegin icinde Brahmanlar da var, Müslümanlar da.
Modi`nin iktidara gelisi ile birlikte catismanin Hindistan`da ana etnik fay hatti olan Brahman Hintlilerle, Müslüman Hintliler arasinda cereyan etmesi bekleniyor. Modi`nin standart Hintli degil, Gucerat olusu belki hafifletici bir etken olabilir. Ayrica Modi, bizim Erdogan`in iktidara geldigi zaman söyledigi gibi "Ben degistim" de diyebilir. Ama yine de ortada olan bir gercek var: Brahman Hintlilerle, Müslüman Hintliler arasinda 20. yüzyilda unutulmasi icin en azindan yüz yil gecmesi gereken korkunc seyler yasandi. Ayni Hirvatlar, Bosnaklar ve Sirplar arasinda yasandigi gibi ve Modi bir siyasi figür olarak bu catismanin anilarini canlandiracak seyler söylüyor.
Ilginctir, bu konuya daha önceki yazilarimda da deginmistim: toplumlarda en acimasiz catismalar aslinda farkli etnik gruplar arasinda degil, daha ziyade ayni etnik grup icinde dinsel veya baska bir nedenle ortaya cikan ayriliklar nedeniyle yasanmaktadir. Farkli etnik gruplar ise daha ziyade birbirini cekmektedir.
Ve catisma daha cok Türkler, Japonlar ve Özbekler gibi Altay uluslari icinde degil de, daha ziyade Hint-Avrupa uluslari icinde ortaya cikmaktadir. Yani Hint-Avrupa uluslarinin kendi türünden olana saldirma, kendi kardesinin kanina girme icgüdüsü daha fazladir.
Iste Hindistan`da ana etnik fay, strandard Hintce konusan 1 milyarlik büyük ulus icinde Müslümanlik-Brahmanizm celiskisi biciminde ortaya cikti. Bu celiski o kadar siddetli idi ki, Hindistan üce parcalandi. Aralarinda hâlâ Kesmir gibi cözülmemis sorunlar var. Bu sorunun kisa zamanda cözülecegi de yok. Cünkü Kesmir, Kibris`tan daha cetrefilli bir konudur. Kibris`ta hic olmazsa sinir vardir. Kesmir`de ise dogru dürüst sinir bile yoktur. Milyonlarca insan bu topraklarda, hangi devlete ait oldugunu bilmeden yasamaktadir.
Simdi baslangictaki soruya geri dönüyoruz: Böylesine karmasik ve devasa bir toplumda nasyonalizm büyük bir kumar degil mi? Acaba halk hangi etkenlerin zorlamasiyla, hem de büyük bir cogunlukla, nasyonalizme yesil isik yakti? Ülkede 850 milyon Brahman Hintli ile, 150 milyon Müslüman Hintli arasindaki ayni sönmüs bir volkan gibi uykuya yatmis gibi görünen celiskiler, bu iktidarla birlikte daha da siddetlenmeyecek midir? Ve bu siddetlenme, dünyada taslarin yerinden oynamasina yol acmayacak midir?
Bu konuya devam edecegim.
Nasyonalizm, Hindistan icin cok tehlikeli bir madde. Biliyorsunuz bu ülkede 330 adet dil konusuluyor. Bu 330 ulusun aslinda 3 ayri dil ailesine mensup olmasi Hindistan`in bir diger ilginc özelligi. Dil aileleri arasinda en ufak bir akrabalik, genetik benzerlik yok. Bunlardan birincisi ve en kalabalik olani Hint-Avrupa dil ailesi. Ailenin en kalabalik ögesi de sayilari 1 milyara yaklasan Hintliler. Ikinci büyük dil ailesi ise ülkenin daha güneyinde yasayan Dravid`ler. Dravid`ler Polinezya grubuna bagli bir irk. Sayilari 150 milyonu buluyor. Daha ziyade Endoneza, Filipinler ve Havai halklariyla akrabalar. Bir de Cin dilleri öbegine bagli halklar var. Hindistan`da ayrica üc büyük din var: Brahmanizm, Müslümanlik ve Budizm. Ayrica azimsanmayacak ölcüde hristiyan, sikh ve zerdüst var. Bu gruplardan en güclüsü Brahmanizme bagli Hintliler. Sayilari 850 milyon civarinda. Hintlilerin 150 milyonu ise Müslüman. Hint uluslari kendi aralarinda alt öbeklere ayrilmis durumda. Yeni basbakan Modi`nin mensup oldugu Gucerat ulusu, Hint uluslarindan sadece biri. Ama Gucerat`tan ayri, standart Hintce konusanlar da var. Bunlar baskent Yeni Delhi civarinda ve Kuzey Hindistan`daki Ganj nehri boyunca yogunlasmis durumdalar. Ayrica Delhi ile Banglades arasinda Dogu Hintlileri (Bihari-Oriya grubu) var. Nobel ödülü sahibi yazar Naipul, Bihari grubundan. Mumbai cevresinde ise yine büyük bir Hintli grubu olan Marathi`ler var. Bunlarin her birinin büyüklügü Türkiye kadar ve her bir alt öbegin icinde Brahmanlar da var, Müslümanlar da.
Modi`nin iktidara gelisi ile birlikte catismanin Hindistan`da ana etnik fay hatti olan Brahman Hintlilerle, Müslüman Hintliler arasinda cereyan etmesi bekleniyor. Modi`nin standart Hintli degil, Gucerat olusu belki hafifletici bir etken olabilir. Ayrica Modi, bizim Erdogan`in iktidara geldigi zaman söyledigi gibi "Ben degistim" de diyebilir. Ama yine de ortada olan bir gercek var: Brahman Hintlilerle, Müslüman Hintliler arasinda 20. yüzyilda unutulmasi icin en azindan yüz yil gecmesi gereken korkunc seyler yasandi. Ayni Hirvatlar, Bosnaklar ve Sirplar arasinda yasandigi gibi ve Modi bir siyasi figür olarak bu catismanin anilarini canlandiracak seyler söylüyor.
Ilginctir, bu konuya daha önceki yazilarimda da deginmistim: toplumlarda en acimasiz catismalar aslinda farkli etnik gruplar arasinda degil, daha ziyade ayni etnik grup icinde dinsel veya baska bir nedenle ortaya cikan ayriliklar nedeniyle yasanmaktadir. Farkli etnik gruplar ise daha ziyade birbirini cekmektedir.
Ve catisma daha cok Türkler, Japonlar ve Özbekler gibi Altay uluslari icinde degil de, daha ziyade Hint-Avrupa uluslari icinde ortaya cikmaktadir. Yani Hint-Avrupa uluslarinin kendi türünden olana saldirma, kendi kardesinin kanina girme icgüdüsü daha fazladir.
Iste Hindistan`da ana etnik fay, strandard Hintce konusan 1 milyarlik büyük ulus icinde Müslümanlik-Brahmanizm celiskisi biciminde ortaya cikti. Bu celiski o kadar siddetli idi ki, Hindistan üce parcalandi. Aralarinda hâlâ Kesmir gibi cözülmemis sorunlar var. Bu sorunun kisa zamanda cözülecegi de yok. Cünkü Kesmir, Kibris`tan daha cetrefilli bir konudur. Kibris`ta hic olmazsa sinir vardir. Kesmir`de ise dogru dürüst sinir bile yoktur. Milyonlarca insan bu topraklarda, hangi devlete ait oldugunu bilmeden yasamaktadir.
Simdi baslangictaki soruya geri dönüyoruz: Böylesine karmasik ve devasa bir toplumda nasyonalizm büyük bir kumar degil mi? Acaba halk hangi etkenlerin zorlamasiyla, hem de büyük bir cogunlukla, nasyonalizme yesil isik yakti? Ülkede 850 milyon Brahman Hintli ile, 150 milyon Müslüman Hintli arasindaki ayni sönmüs bir volkan gibi uykuya yatmis gibi görünen celiskiler, bu iktidarla birlikte daha da siddetlenmeyecek midir? Ve bu siddetlenme, dünyada taslarin yerinden oynamasina yol acmayacak midir?
Bu konuya devam edecegim.
28 Nisan 2014 Pazartesi
Bati, Cari Acigin Sürmesinden Yana
Cari acik Türkiye`nin
zayif noktasi oldugu icin Türkiye`yi kontrol altinda tutmaya calisan Bati
ülkeleri, ülkenin gelecekte de cari acik vermesi icin var gücleriyle
calismaktadirlar. Bu nedenle özellikle Avrupa Birligi`nin, ama ayni zamanda
daha düsük ölcekte de olsa, ABD`nin amaci, Türkiye`ye giren yabanci sermayenin
üretim sermayesine dönüsmesinin engellenmesi, dolayisiyla cari acigin devam
ettirilmesidir.
Cari acik, Türkiye`nin
denetlenmesi icin Bati`nin elinde bulunan önemli bir politika bilesenidir. Bati bundan neden vazgecsin?
Bati`nin cikarlariyla
kendi cikarlarini özdeslestirmeyi basaran bir avuc büyük holding patronu icin
de cari acigin kapatilmasi, bunun icin marka yaratmak, üretim sermayesini
güclendirmek; bütün bunlar, hem fazladan bir külfet hem de Bati`nin cikarlarina
ters düsecegi icin zararlidir. Bu kapsamda Erdogan`in ortaya attigi, Türkiye`nin
kendi araba markasini yaratmasi gerektigine iliskin görüs, Koc Grubu tarafindan isteksizlikle,
hatta yüz burusturmasi ile karsilandi. Erdogan hükümetinin marka yaratmak amaciyla, üretim
sermayesinin desteklenmesi, faizlerin düsürülmesi, döviz fiyatinin
artirilmasi dogrultusunda her adim atisinda, bu direnc artacak, yüz burusturmalari
yerini acik acik söylenmelere birakacaktir. TUSIAD ile Erdogan hükümetleri
arasindaki cekismeye bu acidan bakmakta fayda var.
Buna benzer bir olay
gecmiste de yasanmisti. Üniversitede ögretim görevilisiyken "Devrim" adi verilen yüzde yüz yerli bir araba ürettirmeye calisan Erbakan, iktidara geldikten sonra da büyük sermayeyi bu yönde tesvik etmis, ama her defasinda büyük bir direncle karsilasmisti. Otomotiv
firmalarinin fahis kârlarini kontrol altina almak icin kullanilmis araba
ithalatini serbest birakmaya kalkistiginda ise büyük sermayeden tepki almis, Erbakan`i
iktidar yolunda desteklemis olan Sabanci bile "Bu yapilan yanlis oglu
yanlistir" demisti. Erbakan`in 1998 yilinda iktidardan post modern 28
Subat darbesi ile uzaklastirilmasinin nedenlerinden biri de Erbakan`in büyük
sermaye ile giristigi bu kavgadir.
O zamanlar Erbakan
politikalarinin üretimi destekleyici özelligine o kadar karsi cikan büyük
patronlar, bugün de üretim sermayesinin önemli bir kesimini elinde
bulundurmaktadirlar. Yani üretim sermayesi, bizzat kendisinin bagimsizlasmasina
yol acacak her cesit projenin karsisina dikilmektedir. Celiski tam da bu
noktadadir. Bugün araba markasi yaratilmasi önerisine isteksiz bakan Koc Grubu,
günde 4000 camasir makinesi üretebilen fabrikalarin sahibidir. Ve üstelik bu
fabrikalarin müdürleri, Bati`ya verdikleri röportajlarda, AR-GE calismalarina,
bagimsiz teknolojiye verdikleri önemi defalarca dile getirmektedirler. Bir
ülkenin kendi teknolojisini üretmeden, disaridan ithal edilen teknoloji ile bir
yere gidemeyecegini ifade etmektedirler.
Aslinda Erbakan-Erdogan türü politikacilarla büyük sermaye arasindaki catisma, teknolojinin üretimi konusunda degil, daha ziyade üretim modeli üzerinde
cereyan etmektedir.
Türkiye`deki büyük sermaye
gruplarinin üretim modelinde, üretimin girdi mallari ithalatla temin
edilmektedir. Üretim sermayesi Türk Lirasi kredi ile degil, döviz kredisi ile
beslenmektedir. Girdi ile cikti, döviz üzerinden bilancoya yansidigindan üretim
sürecinde kur riski en aza indirilmektedir. Dolayisiyla bu üretim, Türk
ekonomisinin kronik sorunlari olan para darligi, yüksek faiz ve düsük döviz
fiyatlari ile savasmak zorunda kalmamaktadir. Zaten büyük holdinglerin hemen
hepsinin bu amacla kullandiklari bankalari, bu bankalarin yurt disinda
konuslandirilmis yavrulari ve gruplarin dünyanin dört bir yanina dagilmis Off
Shore sirketleri vardir. Dolayisiyla yüksek faiz-düsük döviz fiyati onlarin
üretimini bogmamaktadir. Aksine bankalarinin yurt icine kredi kartlari vs ile
fahis faizlerle tüketici kredisi vermesini sagladigi icin disaridan döviz
kredisi temini onlar icin faydalidir da.
Yüksek faiz, para kitligi,
düsük döviz fiyati; yurt disindan döviz kredisi kullanamayan icerideki Anadolu
sermayesini, ihracatci kücük sermayeyi vurmaktadir. Bunlar iflasa
sürüklendikce, siddetlenen sinif catismasi, Erdogan hükümetlerine oy
potansiyeli olarak geri dönmektedir.
Dolayisiyla büyük sermaye
ile Erdogan hükümetlerinin catismasinin aslinda bir ekonomik temeli vardir.
Yukarida kisaca özetlenen yüksek faiz, düsük döviz fiyati, para darligi ve
issizlik seklinde özetlenebilecek ekonomik model (diger bir anlatimla Kemal
Dervis modeli) , Türkiye`de 1- Tekellesmeyi hizlandirmakta, 2- Yerli sermayeyi
cökertmekte, 3- Issizligi konjontürel olmaktan cikarip kroniklestirmekte, 4-
Ihracati ithalata bagimli hale getirmekte, 5- Cari acigin yapisallasmasina
neden olmaktadir. Erdogan, bu modelle basinin hos olmadigini defalarca ifade
etti. Buna ragmen AKP bu modelle neredeyse 12 sene beraber yasadi ve ondan
nemalandi.
Bütün bunlari bir önceki
yazimda da belirtmistim.
Bu noktada belki sorulmasi
gereken soru sudur: Bati ve onun yerli peykleri neden böyle bir modeli
tercih etmektedirler? Neden Türkiye`ye pek de hoslanmadigi "yüksek
faiz-cari acik" ülkesi olma rolü dayatilmaktadir?
Soruya söyle cevap
verilebilir. Böyle bir dayatma, dünya ekonomik sisteminin yüksek faiz ülkelerinin
varligini zorunlu kilmasindan kaynaklanmaktadir. Dünya ekonomik sisteminin
bugün icin baska sekilde var olmasi zordur. Hatta imkânsizdir.
Diger bir deyisle üretim
bütün ülkelerde yayilmayip belirli bölgelerde sinirli kalmak zorunda. Üretim
dünya geneline yayilmiyor. Belirli ülkelerde üs seklinde yapiliyor. Bugün icin
üretim sermayesinin yogunlastigi ülkeler Cin, Banglades, Hindistan, Filipinler
ve Vietnam gibi emegin fiyatinin düsük tutuldugu ülkelerdir. Yüksek faiz
ülkeleri ise Türkiye, Brezilya, Rusya, Endonezya`dir. Üretim sermayesinin
yogunlastigi ülkelerde neredeyse 2 milyar, yüksek faiz ülkelerinde ise yaklasik
800 milyon insan yasamaktadir. Türkiye bu rol paylasimini degistirecek güce su
an icin sahip degildir.Ama Türkiye bu rolü oynamaktan dolayi resmen aci
cekmektedir.
Pekiyi neden böyle bir rol
paylasimi zorunlu hale gelmektedir? Hangi mekanizma buna yol acmaktadir?
Bu sorunun cevabi,
kapitasit kredi mekanizmasinda gizlidir. Üretim devam ettikce, üretilen malin paraya dönüsmesi zamana
ihtiyac duyar. Ayni zamanda özel mülkiyetten kaynaklanan gecikmeler ve gecici
tikanmalar olur. Kredi mekanizmasi bu gecici tikanikliklarin asilmasi icin
devreye girer. O nedenle üretim sirasinda her an üretim sürecine katilmak icin
bekleyen bir fazla para (mali sermaye) üretim birimlerinin kullanimina hazir
tutulur. Cin gibi bir üretim üssünde bu fazla parayi yaratmak icin döviz fiyati
daima olmasi gerektiginden biraz daha yüksek tespit edilir. Yani döviz daima
pahali, yerel para cinsinden para ise her zaman ucuz ve boldur. Bunu saglamak
icin ihracat fazlasi döviz ülke icine sokulmaz, yurt disinda döviz olarak
bekletilir. Cin ekonomisinin döviz fazlasi, Amerikan bankalarinin nezdinde
Amerikan hazine bonolarina dönüstürülür.
Ancak Amerikan
ekonomisinde bir sekilde. kriz nedeniyle, simdi oldugu gibi, faizler düsmek
zorunda kaldiginda, Amerikan ekonomisinde temerküz eden bu fazla sermaye,
Türkiye, Brezilya ve Rusya gibi yüksek faiz ülkelerine dogru seyahate cikar.
Fakaaat:
1- Bu seyahate cikan para,
asla üretim sermayesine dönüsmez. Cünkü üretim sermayesine dönüsürse ihtiyac
halinde geri cekilemez. Öyle seyyal olmalidir ki,cikmak istediginde en hizli
vasitalarla sahiplerinin kullanimina hazir tutulabilsin. O nedenle
"fazla", hep nakit para veya borc senedi seklinde var olur.
2- Bu fazlanin elde ettigi
faiz, kar optimizasyonu cercevesinde olabilen en yüksek faiz olmalidir. Bunun
nedeni sadece kapitalist kâr hirsi degildir. Bunun ayni zamanda cok gecerli bir
teknik nedeni daha vardir. Faiz, Cin gibi ülkelerin üretim sermayesinden elde
ettigi "fazla"ya ayak uydurmalidir. Dolayisiyla Cin gibi ülkelerde
ekonominin ürettigi "fazla" kadar, sermaye ithal Türkiye gibi ülkeler de "acik" vermek zorunda kalirlar.
3- Cin gibi ülkelerde
döviz ülke sinirlarindan iceri giremez. Yani ülke icinde yerel paraya dönüsmez.
Döviz rezervleri merkez bankalari tarafindan yabanci ülkelerdeki banka
hesaplarinda tutulur. Türkiye gibi ülkelerde ise ekonomiye serbestce girer ve
derhal yerel paraya dönüstürülür. Yabancilarin eline gecen Türk Parasi, hazine
bonolarina veya devlet tahvillerine yatirilir. Böylece Türk Lirasi yeniden hükümete geri dönmüs olur Hükümet eline gecirdigi bu parayi mali disiplin cercevesinde piyasadan ceker. Dolayisiyla ülkede giren dövizin karsiliginda ilave bir miktar Türk Parasi
piyasadan cekilmis olur. Ekonominin boynundaki ilmik biraz daha sikilir. Faizler dalga
dalga yükselir, döviz fiyati düstükce düser. Faizin yükselisi ülkedeki yerel
para cinsinden sermayeyi ve üretimi biraz daha da bogar, öte yandan ilave giren paranin üretimde
kullanilmasini engeller. Onun yerine varlik fiyatlari artar.
4- Artan varlik fiyatlari,
yabanci sermayenin girdigi ülkelerde hükümetleri yüksek faizi ödemek icin bir sekilde
özellestirme yapmaya zorlar. Bu nedenle cari
acik ülkeleri, ayni zamanda yogun olarak özellestirmelerin yapildigi
ülkelerdir.
5- Yine de faizin ödenmesi, özellestirmelerden cok halktan toplanan vergilerle yapilmaktadir. Verginin
ödenmesi icinse, ülkenin bunu bir sekilde kazanmasi gerekir. Faiz ülkeyi
fakirlestirince o ülke faizi ödeyemez geleceginden ve bu ise bir kisir döngü
yaratarak ülkenin daha yüksek faizlerle kredi bulmasiyla sonuclanacagindan,
ülkenin iflasa sürüklenmesini önlemek icin yüksek faiz ülkelerinde yerli üretim
hicbir zaman sifirlanmaz. Hatta asgari ölcülerde desteklenir, ki ülke faiz
ödeyebilecek kadar üretim yapabilsin. Ama hicbir zaman da disaridan krediye
ihtiyac duymayacak kadar sermaye biriktirmesine izin verilmez. Üretimden elde
edilen birikim faiz olarak yurt disina cikarilir. Ancak üretim sermayesinin
asgari ihtiyaclari kadar yurt icinde birakilir.
Fakat bütün mekanizma
burada kendini bitirecek bir zayifliga sahip. Cünkü üretim sermayesinin mantigi
geregi, belirli bir asamadan sonra, ülkenin kendi teknolijisini üretmesi, marka
yaratmasi ve basina buyruk hareket etmesi kacinilmaz hale gelir. Türkiye an
itibariyle bu asamada bulunuyor.
Erdogan hükümetleri üretim
sermayesini destekler gibi görünüyor. Erdogan hükümetlerinin su an icin bu
celiskiyi cözmek konusunda buldugu formül, Türkiye`de üretim sermayesinin yurt
disinda, özellikle Afrika`da faaliyet göstermesi seklinde ortaya cikmaktadir.
Yani Türkiye`de faizi yüksek olarak birakip, üretim yapmak isteyen Anadolu
sermayesine Afrika`nin yolunu acmak gibi bir strateji. Cumhurbaskani Gül`ün
"Türkiye`nin findigi, Ghana`nin kakaosu ile iyi gider" seklinde
"veciz" bir sekilde özetlenen strateji.
Bu strateji ile aslinda su
demek isteniyor: Tamam, Türkiye yüksek faiz ülkesi olarak kalsin. Ama lütfen
bizim de üretim yapmamiza izin verin ve bizim Afrika`ya acilmamiza ses
cikarmayin. Kürtlere önerilen emperyalist ortaklik formülü de iste bu ekonomik
temele dayandirilmaktadir. Bati henüz bu stratejiyi onaylamis degil. Ama fazla
da itiraz etmiyor gibi. O nedenle AKP`li bir takim girisimcilerin, Kongo`da
magaza actigina tanik oluyoruz. Ama modelin fazla umut vaad etmedigi de,
özellikle AKP-Cemaat kavgasindan bu yana, ortada.
Her sey bir yana, AKP`nin
bu konudaki caresizligine CHP`nin nasil baktigi önemlidir. AKP`nin bu konudaki
tikanma noktasindaki caresizligine, CHP, üretim sermayesinin Türkiye`de
desteklenmesi, bu yolla insanlara yeni is imkâni yaratilmasi seklinde
politikalar gelistirerek yanit veriyor mu? CHP bu konudaki büyük oy
potansiyelini görüyor mu?
Gecenlerde tikanan modelin
yaraticisi Kemal Dervis, CHP`ye Türkiye`de üretim sermayesinin desteklenmesi
icin politikalar gelistirmesi tavsiyesinde bulunmustu. CHP bunu dikkate aldi
mi? Tabii ki hayir. Cünkü CHP, kendisi ile büyük sermayenin arasini acacak
böyle bir politika degisikligi riskini su anda alamaz. CHP bu asamada büyük
patronlarin kollarinda yari baygin uyumayi tercih eder. Sonucta reformist parti
rolünü yeniden AKP`ye birakir.
AKP de bu noktada
bocaladigina göre yeni bir siyasi partinin ortaya cikmasi mukadder görünüyor.
Yeni bir siyasi parti, Bati ile Türkiye`nin yeni pazarliklarin sonucu olarak
gelisecektir. Türkiye bu konuda önemli bir koza, Israil`in giderek artan Arap
baskisinda karsi korunmasi opsiyonuna sahip. Kibris üzerinden gerceklesen
Türkiye Israil ortakligi bu konuda bize yeni ipuclari sunuyor.
20 Nisan 2014 Pazar
Türkiye`nin Cari Acik Sorunu
Türkiye
bir sekilde cari acigini sona erdirmek zorunda. Hatta buna mahkum, bile
denebilir. Dogal kaynaklari olmayan Türkiye gibi bir ülkenin cari acikla devam
etmesi asagida aciklanan nedenlerden dolayi zordur:
1-
Cari acik, ülke ekonomisinin varligini devam ettirmek icin
disardan para girisine ihtiyac duymasi demektir. Ama giren her döviz, eger buna
uygun bir sekilde döviz cikisi ile karsilanmazsa, ülkenin ekonomik dengelerini
etkiler. Dövizin nispeten bollasmasina ve yerel paranin piyasadan cekilmesine,
diger bir deyimle kitlasmasina neden olur. Hükümet bu kitligi düzeltmek icin
para basarsa, ülkede enflasyon ve dolayisiyla fiyatlar yükselir. Bu fiyat
yükselisi ülkede özellikle girdi fiyatlarini etkileyerek daha cok bir maliyet
enflasyonu biciminde ortaya cikar. Talep enflasyonu ise yükselen fiyatlar
karsisinda talebin azalmasiyla birlikte nispeten ülkeyi daha az etkiler. Ama
fiyat artislarina emek piyasasi da katilirsa, yani hükümet sosyal yardimci bir
politika izlerse enflasyon talep enflasyonu karakteri kazanir ve enflasyon
giren her dövizle birlikte azarak sarmal bir yapi kazanir. 2001 krizine kadar
hükümetlerin kisa sürmesi ve her seferinde duvara toslamasinin nedeni budur.
Erdogan hükümetleri bunu yapmadiklari icin ekonomi yönetiminde kismî basari
elde ettiler.
2-
Hükümet eger para basmaz, simdiye kadarki Erdogan hükümetlerinin
yaptigi gibi mali disiplin tedbirleri uygularsa, o zaman kacinilmaz olarak
ülkede yerel paranin kitligi devam eder ve bunun sonucunda faizler yükselir.
Zaten gelen yabanci sermayenin istedigi de budur. Yani faizlerin yükselmesi
sayesinde kisa zamanda yüksek getiri elde etmek. Bunun yolu borsada Türk hisse
senetlerine veya tahvil piyasasinda Türkiye tahvillerine portföy yatirimi
yapmaktir. Ülkeye giren sermaye tamamen mali sermaye seklindedir. Kolay kolay
üretim sermayesine dönüsmez. Borsada yabancilar bu nedenle en cok banka
hisselerine ilgi gösterirler. Sanayi sirketlerine degil. Cünkü amaclari yüksek
faizden yararlanmaktir.
3-
Öte yandan yüksek faiz ülkede yerel para cinsi üzerinden yatirim
yapilmasini güclestirir. Bu nedenle yatirimlar daha cok döviz kredisi ile
yapilir. Ülkenin ihracat sektörü, döviz kredisiyle yaptigi yatirimin sonucunda
ürettigi mallari yine döviz üzerinden disariya satar. Türkiye`de ilk iki dönem
Erdogan hükümetleri bu ekonomik politikayi uyguladilar. Ancak ihracat sektörü
yine de rahat olamadi. Cünkü döviz kredisi bankalar araciligiyla veriliyordu.
Bankalar da daha cok mali yapisi güclü sirketlere kredi veriyordu. Bu ise
sektördeki tekellestirmeyi hizlandiriyordu. Özellikle kücük isletmelerin döviz
kredisine ulasmasi bu nedenle hep zor olmustur ve bu politika ihracat
sektöründe tekellesmeyi artirmistir.
Döviz kredileri, daha ziyade,
ülkeye gelen yabanci sermayenin yerli ortaklari ile birlikte üretim yapmayi
secmesi, sadece portföy yatirimi yapmamasi durumunda yatirimlarin kolayca
yapilabilmesini saglamak icin bir arac olarak kullanilmistir. Bir de bu tür
krediler Koc, Dogus ve Sabanci gibi yerel sermaye gruplarinin isine yaradi. Bu gruplarin
zaten kendi bankalari vardi. Grup bankalarinin disardan bulduklari sendikasyon
kredileri, grup sirketlerine kredi vermekte kullanilabiliyordu. Tabii ki
Türkiye Bankalar Kanunu`nin cizdigi sinirlar dahilinde oluyordu bu. Ama böyle de olsa sonucta döviz kredileriyle Türkiye`nin ihracat sektörü gercek
anlamda büyüyemedi. Anadolu sermayesi hep ac kaldi. Erdogan, büyük holdinglere
karsi düsmanlik politikasi güderek, Anadolu sermayesinde biriken bu öfkeyi,
siyasi arenada oya dönüstürmesini bildi. Yani bir bakima kendi politikasinin
olumsuz sonuclarini bile kendi lehine kullanabilmistir.
4-
Sonucta döviz kredileriyle bir nebze asilmaya calisilsa da yüksek
faizin ülkenin ihracat sektörü üzerinde baski yarattigini ve bu baskinin
özellikle kücük isletmeler üzerinde etkili oldugunu belirtmek gerekir. Döviz
kredisi alamayan kücük isletmeler, kacinilmaz olarak yatirimlarini Türk Lirasi
üzerinden sekilendirmek zorunda kaliyorlar, bu da maliyetlerin yüksek cikmasina
neden oluyordu. Sonucta Türkiye dis pazarlarda hicbir zaman fiyat avantaji
acisindan Cin`i veya Hindistan`i yakalayamiyordu. Ic pazardaki maliyet sorununu
asmak icin büyük gruplar girdilerini disardan karsilamaya basladilar. Bu da
ülkede ihracatin icindeki ithalat oranini artirdi. Yani ihracatin cari acigi
kapatma islevi azaldi, hatta sifirlandi. Cari acik kapatilabilir olmaktan
cikti, yapisal bir karakter kazandi. Zaten ülkeye giren yabanci sermayenin
istedigi de, bir sekilde ülkenin kendilerine olan bagimliligini pekistirmektir.
Erdogan hükümetleri sayesinde isin bu kismi cok güzel basarildi. Erdogan ve
Ali Babacan o nedenle yabanci sermayenin yildizi oldular.
5-
Bu arada yüksek faiz-ucuz döviz politikasinin sonucu olarak,
ülkede yerel para cinsinden yatirimlarin güclükle yapilabilmesinin; ekonomideki
issizlik sorununun, ayni cari acik sorunu gibi yapisal karakter kazanmasina yol
actigini belirtmek gerekir. Türkiye`de issizlik Erdoagan hükümetleri zamaninda
hep %10`lar seviyesinde kaldi. Hatta son zamanlarda %10 tabanina oturdugunu
bile söyleyebiliriz.
6-
Erdogan hükümetleri dönemindeki ekonomik panaromanin ana
bilesenleri bu anlatilanlar temel alinarak daha rahat görülebilir. Bunlar 1-
Cari acik, 2- Yabanci sermaye girisleri ve artan portföy yatirimlari, 3- Mali
disiplin ve enflasyonun siki para politikasiyla baski altina alinmasi, 4-
Yüksek faiz, 5- Bogulan yerel sermaye ve gücsüzlesen ihracat sektörü, 6-
Issizlik, 7- Ihracatin ithalata bagimli hale gelmesi ve cari acik sorununun
yapisallasmasi olarak siralanabilir.
7-
Ama iste bir sekilde ekonomik gercekler kendilerini hissettiriyor.
Cari acikla bir ülkenin bir yere kadar ilerleyebilecegi gün gectikce daha cok
ortaya cikiyor. Bir kere cari acikla ülke hicbir zaman %5`in üzerinde
büyüyemez. Cünkü yukarida aciklanan faktörler ülkenin sürekli olarak daha
yüksek oranlarda büyümesini engeller. Hatta bir ileri bir geri konumuna bile
gelinebilir. Üstelik ülkenin ihracat sektörü kalitesizlesir. Ülke disardan
aldigi mali, isleyerek satan ikincil bir ülke olur. Yeni marka yaratamaz.
Yarattigi markalari koruyamaz. Bir seyi en iyi üreten ülke hicbir zaman olamaz.
Bu tür ülkelerde daha ziyade turizm ve insaat gelisir. Cünkü turizmin girdi
mala olan bagimliligi daha azdir. Ayrica bu is kolu (yani turizm ve insaat
sektörleri) birbirini destekler. Turizmle birlikte lüks konut insaati da
hizlanir. Ama ülke, tamamen, dünyadaki basat gelismeleri kenardan izleyen
ikinci sinif bir ülke olur. Portekiz, Ispanya, Italya, Yunanistan`dan sonra
Türkiye de bu kategoriye sokulmaya calisildi. Erdogan hükümetleri ve Cemaat
birlikte bir süre bu modeli denediler. Ama olmadi.
Neden? Türkiye neden bir
Ispanya veya Italya gibi, olaylari kenardan izleyen, baskalari güldükce gülen,
baskalari agladikca aglayan bir ülke olmasin? Türk insanina yetmiyor mu bir Italya veya Ispanya`da yasamak?
Yetmez olur mu? Artar bile. Ama sorun da bu zaten. Türkiye, henüz yukarida sayilan ülkeler gibi refah acisindan doygunluk siniri olan kisi basina USD25.000.-lik seviyeye gelememistir. Bu ülkelerle arasinda en azindan USD7.000.-`lik bir fark bulunmaktadir ve bu fark ülke yapisal degisim gecirmeden kapatilamayacak boyutlardadir.
Yetmez olur mu? Artar bile. Ama sorun da bu zaten. Türkiye, henüz yukarida sayilan ülkeler gibi refah acisindan doygunluk siniri olan kisi basina USD25.000.-lik seviyeye gelememistir. Bu ülkelerle arasinda en azindan USD7.000.-`lik bir fark bulunmaktadir ve bu fark ülke yapisal degisim gecirmeden kapatilamayacak boyutlardadir.
Türkiye`de su anda kisi basi gelir düzeyi USD18.000.- civarindadir. Ispanya ve Italya`da ise bu düzey USD30.000.-`nin üzerindedirler. Portekiz ve Yunanistan`da ise USD25.000 ile
USD30.000 arasindadirlar. Ayrica Türkiye`nin nüfusu hepsinden büyüktür. Yani
Türkiye istese de bu modele sigamaz.
Bu
konuda yazmaya devam edecegim.
Not: Ülkelerin kisi basi gelir düzeyleri Dünya
Bankasi`nin 2012 yilina ait „Gross national income per capita 2012, Atlas
method and PPP“ adli listesinden alinmistir. Satin alma gücü paritesine göre
hesaplamayi iceren Purchasing Power Parity (yani PPP) yöntemi, ülkeler arasi
gercekci bir karsilastirmayi mümkün kilan su anda mevcut tek yöntemdir. Bu
yöntemler, kayit disi ekonomiye sahip Türkiye gibi ülkelerin gercek düzeylerini
anlamamiza yardimci olur. Türkiye`de kayit disi ekonomi su anda %40`lar
civarindadir. Kayit disi ekonomiyi dikkate almayan, yani hesaplamayi resmi
veriler üzerinden yapan Atlas methosuna göre Türkiye`de kisi basi gelir
USD10.000`lar seviyesindedir. Bu rakam tabii ki Türkiye icin gercekci olmaktan
uzaktir. (10.000 ile 18.000 arasindaki fark, kayit disi ekonominin payidir.)
5 Nisan 2014 Cumartesi
Cumhurbaskanligi secimleri
Aslinda bütün matematiksel oy hesaplari, Erdogan`in Cumhurbaskanliginin tam anlamiyla "ortada" oldugunu gösteriyor. Kaba matematikle Erdogan`a yerel secimlerde 19 milyon kisi oy verdi. Cumhurbaskani olabilmek icin ise 22 milyon oy gerekiyor. Yani daha bastan 3 milyon oy eksik. Türkiye`de oy kullanan insanlarin cogu Erdogan`a karsi.
Geri kalan 3 milyon oy, aslanin agzinda. Bu oy Kürtlerden gelebilir. Ama bunun icin Kürtlerin özerkligine kapi acmak gerekiyor. Böyle bir kapi acisin imasi bile Erdogan`in Kürtlerden gelecek oy kadar, MHP`ye dogru milliyetci ve muhafazakâr Türklerden oy kaybetmesi anlamina gelir. Dolayisiyla "özerklik" meselesi iki tarafi keskin olan bir bicaktir. Getirdikleri ve götürecekleri en iyi ihtimalle birbirine esittir, götüreceklerinin daha fazla olmasi da mümkündür.
Eger bu yol tercih edilise, yani cumhurbaskani olabilmek icin Erdogan Kürtlerle müzakere yürütürse, son ana kadar Kürtler kendisinden taviz koparmaya calisacaktir. Dolayisiyla Erdogan`la Kürtler arasinda bir borclu alacakli iliskisi kurulmus olacaktir.
Sadece bu "borclu" olma durumu bile AKP`nin MHP`ye Cumhurbaskanligi yolunda oy, daha dogrusu kan kaybetmesi sürecinin devam etmesi demektir. Onlara verilen her taviz, MHP`ye dogru AKP`den yeni bir blok oyun cözülmesi anlamina gelecektir. Ama bunun disinda verilen her taviz, bir sonraki tavizin kapisini actigindan, bir sonraki taviz icin baski siddetlenecek, bu nedenle Kürtlerden beklenen oy, bir türlü istendigi ölcüde gelmeyecektir. Gelse bile, ödünc verildigi icin ilk dönemecte yeniden anavatanina geri dönecektir.
Dolayisiyla özerklik meselesini geciniz bir kalem. Kürtlerden gelecek destekle cumhurbaskani olma projesinin zemini o kadar oynaktir ki, böyle bir zemin üzerinde bir siyasetcinin strateji belirlemesi zor, hatta imk^nsizdir.
Kürt acilimi AKP tarafindan maalesef toplumsal bir konsensüs anlayisi ile degil, ic politika malzemesi yapilarak yürütüldü. Acilimin daha basinda destek vaadiyle CHP`nin uzattigi el, Erdogan tarafindan tiksintiyle itildi. O noktadan sonra Kürt aciliminin ic politika malzemesi olarak kullanilmasi kacinilmazdi.
Erdogan bunu CHP`nin isin icine karismasini ve acilimin sayesinde Kürtlerden oy almasini önlemek icin yapti. Ama o noktada CHP-AKP isbirliginin yapilamamasi, Kürtleri karar verici azinlik konumuna getirdi.
Karar verici azinlik olmanin müthis bir toplumsal maliyeti vardir. Cünkü cogunlugun baskisini bu durumda üzerlerinde daha cok hissederler. Üstelik Türklerin kendi aralarinda anlasma olmadan, iclerinden bir kesiminin onlara verdigi taviz, digeri tarafindan en kisa zamanda geri alinir.
Bu nedenle bu tür köklü degisimler, bir toplum projesi olarak, toplumsun her kesiminin az veya cok destekledigi, desteklemeyenlerin ise marjinalize edildigi bir tarzda yürütülmelidir
Ama gelin görün ki, gelinen bu noktada Türk siyasetinin uzlasmaz celiskileri Kürtlerin en dogal haklarini ister istemez Türkiye politika arenasinin bir pazarlik ve denge unsuru haline getiriyor. Haklarin verilip verilmemesi bu pazarligin sonucunda karar baglaniyor.
Sonucta haklarin verilmesi gecikiyor ve bir haksizlik izlenimi doguyor. Bu izlenim de terörizmi beslemeye devam ediyor. PKK terörünün yeniden baslamasi olasiligi toplumun üzerinde Demokles`in kilici gibi sallanmaya devam ediyor ve Kürt siyasetciler de bu tehdidi bir politika malzemesi olarak her firsatta kullaniyorlar.
Dolayisiyla büyük bir ihtimalle Kürtlerin haklarinin taninmasi konusu, önümüzdeki 4 aylik kisitli zaman süreci icinde karara baglanamayacak. Erdogan elindeki muhafazakâr olup MHP`ye kayma ihtimali olan Türk oylarini kaybetmemek, öte yandan Kürtlere de sirin görünmek icin belagat sanatina siginacak, bir öyle bir böyle diyecek ve Kürtler nezdinde Cumhurbaskani olursa onlara daha rahat taviz verecegi izlenimi yaratarak durumu idare etmeye calisacaktir. Bunun sonucu olarak Kürtlerden Erdogan`a tam destek hicbir zaman cikmayacaktir. Destek gelse bile bu, destek almak icin onlara verilen taviz oraninda Erdogan`in kendi tabanindan oy kaybetmesiyle sonuclanacaktir.
Yani o eksik olan 3 milyon oyun nasil elde edilecegi sorusu yine ortada duruyor.
Arinc`in yaratmaya calistigi "Erdogan`a Cankaya yolu acik" algisi da gercekle bagdasmiyor.
Ama öte yandan Erdogan özellikle Cemaat tarafindan cumhurbaskanligina dogru âdeta "itiliyor". Yolsuzluk dosyalari bunun en belirgin göstergesi. Erdogan`in kendi yarattigi ve keskinlestirdigi celiskiler yüzünden toplumu bir bes sene daha yönetemeyecegi ortada. Bu durumda en akilci secenek, Gül`ün olasi bir basbakan adayi olarak Cankaya`dan inmesi ve Erdogan`in ise aldigi %43,3`lük destek oyu`na ragmen, âdeta yangindan kacarcasina Cankaya`ya siginmasidir.
Bununla birlikte bu alternatif, mevcut oy paylasiminda ancak ikinci turda mümkün görünüyor. Erdogan`in ikinci turda secilmeyi icine sindirmesi güc görünüyor.
Geldigimiz noktada Gül, hem basbakan hem de cumhurbaskani adayi olarak, Erdogan`dan daha güclü konumdadir. Cumhurbaskanligina adayligini koymasi durumunda toplumun cogunlugu tarafindan secilmesi daha olasidir. Öte yandan basbakan olarak meydanlara inse de hem demokrat kamuoyu tarafindan daha cok kabul görecek, hem de Kürt aciliminda toplumun ihtiyac duydugu konsensüs arayisinda CHP`yle daha rahat müzakere edebilecektir.
Yani teraziye vurulsa, Gül`ün cumhurbaskanligi mi, yoksa basbakanligi mi Türkiye`ye daha gereklidir diye, Gül`ün basbakanliginin daha cok tercih edilecegi aciktir. Bir kere her seyden önce laik-demokrat kamuoyu Erdogan`in hakaretlerinden ve asagilamalarindan kurtulacaktir. Iclerinde Kürt acilimina taraftar olanlar, bu egilimlerini daha rahat ortaya koyabileceklerdir. Gezi türü toplumsal patlamalarin olasiligi azalacaktir.
Ama ne gariptir ki, Gül`ün basbakanligi önündeki en büyük engel, Erdogan`in ilk turda Cumhurbaskani secilemeyecegi gercegidir.
Bu durumda Erdogan ilk turda cumhurbaskani secilemeyecegini anlayinca, basbakan olarak yoluna devam etmek isteyebilir. O zaman da Türkiye kaldiramayacagi bir toplumsal gerginlik ve catisma olasiligiyla ve yolsuzluk haberleriyle patlarcasina dolu bir gündemle basetmek zorunda kalacaktir.
Akla yine MHP geliyor. MHP, Erdogan`a ihtiyac duydugu eksik oylari saglayabilir. Ama bunun icin de Erdogan`in Kürt acilimi aleyhine söylem gelistirmesi sart. Ya da bu konuda hicbir sey söylemeyip konuyu kendisinden sonraki AKP hükümetine birakmasi ve bu netameli konudan Cumhurbaskanligi secimi süresince uzaklasmasi gerekiyor. Iste o zaman MHP ve Cemaat, birlikte Erdogan`i cumhurbaskanligina tasiyabilirler.
Yani aslinda cumhurbaskanligi secimi süreci, sanilanin aksine daha catismasiz bir sekilde kendi yolunda ilerleyebilir. Fakat bunun icin gerekli olan, Erdogan`in dilini tutup insanlari kizdirmaktan vaz gecmesidir.
Bunu yapabilecek mi? Siyasi ömrünü catisma meraki yüzünden kendi elleriyle kisaltmis ve toplumun lideri konumunu bu nedenle kaybetmis bir insandan bahsediyoruz. Yapabilir de.
Öte yandan Türkiye`de toplumsal bir konsensüs olmadan Kürt aciliminin basarilamayacagi ortadadir. Bu durumda Erdogan`i acilim denkleminden cikarmak, Bati`nin da tercih edebilecegi bir secenektir. Erdogan acilim sürecinden uzaklastirilabilirse, CHP acilimda daha rahat rol oynayabilecek ve bir türlü ulasamadigi Güney Dogu illerinde daha serbestce örgütlenebilecektir. Bu sürec, AKP`ye güc kaybettirecek, belli. Ama kimse, hatta AKP`nin kendisi bile, cok güclü, yüzde 60`lar düzeyinde bir AKP istemiyor zaten.
Bir de su var: Kürt aciliminin getirdigi catismasizlik ortami topluma derin bir nefes aldirdi. Bu catismasizlik ortaminin sürmesi icin, Gül`ün basbakanliginda Türkiye`de yasayan insanlar modern bir toplum olmanin geregi olan kültürel kimlige saygi konusunda daha esnek davranabilecek ve bu sekilde CHP ve hatta MHP bile, ortak bir konsensüs etrafinda daha rahat birlesebileceklerdir.
Eger Türkiye bunu basarabilirse, ki Bati`nin da böyle bir Türkiye`yi destekleyecegi aciktir, iste o zaman Suriye`deki mülteci kamplarinda kapana kistirilmiscasina, her türlü insani ve tibbî yardimdan uzak yasamak zorunda birakilan ve kendileini ziyaret eden gazetecilere "Biz ölüyoruz burada" diye feryat eden insanlarin yardimina kosulabilecektir.
Geri kalan 3 milyon oy, aslanin agzinda. Bu oy Kürtlerden gelebilir. Ama bunun icin Kürtlerin özerkligine kapi acmak gerekiyor. Böyle bir kapi acisin imasi bile Erdogan`in Kürtlerden gelecek oy kadar, MHP`ye dogru milliyetci ve muhafazakâr Türklerden oy kaybetmesi anlamina gelir. Dolayisiyla "özerklik" meselesi iki tarafi keskin olan bir bicaktir. Getirdikleri ve götürecekleri en iyi ihtimalle birbirine esittir, götüreceklerinin daha fazla olmasi da mümkündür.
Eger bu yol tercih edilise, yani cumhurbaskani olabilmek icin Erdogan Kürtlerle müzakere yürütürse, son ana kadar Kürtler kendisinden taviz koparmaya calisacaktir. Dolayisiyla Erdogan`la Kürtler arasinda bir borclu alacakli iliskisi kurulmus olacaktir.
Sadece bu "borclu" olma durumu bile AKP`nin MHP`ye Cumhurbaskanligi yolunda oy, daha dogrusu kan kaybetmesi sürecinin devam etmesi demektir. Onlara verilen her taviz, MHP`ye dogru AKP`den yeni bir blok oyun cözülmesi anlamina gelecektir. Ama bunun disinda verilen her taviz, bir sonraki tavizin kapisini actigindan, bir sonraki taviz icin baski siddetlenecek, bu nedenle Kürtlerden beklenen oy, bir türlü istendigi ölcüde gelmeyecektir. Gelse bile, ödünc verildigi icin ilk dönemecte yeniden anavatanina geri dönecektir.
Dolayisiyla özerklik meselesini geciniz bir kalem. Kürtlerden gelecek destekle cumhurbaskani olma projesinin zemini o kadar oynaktir ki, böyle bir zemin üzerinde bir siyasetcinin strateji belirlemesi zor, hatta imk^nsizdir.
Kürt acilimi AKP tarafindan maalesef toplumsal bir konsensüs anlayisi ile degil, ic politika malzemesi yapilarak yürütüldü. Acilimin daha basinda destek vaadiyle CHP`nin uzattigi el, Erdogan tarafindan tiksintiyle itildi. O noktadan sonra Kürt aciliminin ic politika malzemesi olarak kullanilmasi kacinilmazdi.
Erdogan bunu CHP`nin isin icine karismasini ve acilimin sayesinde Kürtlerden oy almasini önlemek icin yapti. Ama o noktada CHP-AKP isbirliginin yapilamamasi, Kürtleri karar verici azinlik konumuna getirdi.
Karar verici azinlik olmanin müthis bir toplumsal maliyeti vardir. Cünkü cogunlugun baskisini bu durumda üzerlerinde daha cok hissederler. Üstelik Türklerin kendi aralarinda anlasma olmadan, iclerinden bir kesiminin onlara verdigi taviz, digeri tarafindan en kisa zamanda geri alinir.
Bu nedenle bu tür köklü degisimler, bir toplum projesi olarak, toplumsun her kesiminin az veya cok destekledigi, desteklemeyenlerin ise marjinalize edildigi bir tarzda yürütülmelidir
Ama gelin görün ki, gelinen bu noktada Türk siyasetinin uzlasmaz celiskileri Kürtlerin en dogal haklarini ister istemez Türkiye politika arenasinin bir pazarlik ve denge unsuru haline getiriyor. Haklarin verilip verilmemesi bu pazarligin sonucunda karar baglaniyor.
Sonucta haklarin verilmesi gecikiyor ve bir haksizlik izlenimi doguyor. Bu izlenim de terörizmi beslemeye devam ediyor. PKK terörünün yeniden baslamasi olasiligi toplumun üzerinde Demokles`in kilici gibi sallanmaya devam ediyor ve Kürt siyasetciler de bu tehdidi bir politika malzemesi olarak her firsatta kullaniyorlar.
Dolayisiyla büyük bir ihtimalle Kürtlerin haklarinin taninmasi konusu, önümüzdeki 4 aylik kisitli zaman süreci icinde karara baglanamayacak. Erdogan elindeki muhafazakâr olup MHP`ye kayma ihtimali olan Türk oylarini kaybetmemek, öte yandan Kürtlere de sirin görünmek icin belagat sanatina siginacak, bir öyle bir böyle diyecek ve Kürtler nezdinde Cumhurbaskani olursa onlara daha rahat taviz verecegi izlenimi yaratarak durumu idare etmeye calisacaktir. Bunun sonucu olarak Kürtlerden Erdogan`a tam destek hicbir zaman cikmayacaktir. Destek gelse bile bu, destek almak icin onlara verilen taviz oraninda Erdogan`in kendi tabanindan oy kaybetmesiyle sonuclanacaktir.
Yani o eksik olan 3 milyon oyun nasil elde edilecegi sorusu yine ortada duruyor.
Arinc`in yaratmaya calistigi "Erdogan`a Cankaya yolu acik" algisi da gercekle bagdasmiyor.
Ama öte yandan Erdogan özellikle Cemaat tarafindan cumhurbaskanligina dogru âdeta "itiliyor". Yolsuzluk dosyalari bunun en belirgin göstergesi. Erdogan`in kendi yarattigi ve keskinlestirdigi celiskiler yüzünden toplumu bir bes sene daha yönetemeyecegi ortada. Bu durumda en akilci secenek, Gül`ün olasi bir basbakan adayi olarak Cankaya`dan inmesi ve Erdogan`in ise aldigi %43,3`lük destek oyu`na ragmen, âdeta yangindan kacarcasina Cankaya`ya siginmasidir.
Bununla birlikte bu alternatif, mevcut oy paylasiminda ancak ikinci turda mümkün görünüyor. Erdogan`in ikinci turda secilmeyi icine sindirmesi güc görünüyor.
Geldigimiz noktada Gül, hem basbakan hem de cumhurbaskani adayi olarak, Erdogan`dan daha güclü konumdadir. Cumhurbaskanligina adayligini koymasi durumunda toplumun cogunlugu tarafindan secilmesi daha olasidir. Öte yandan basbakan olarak meydanlara inse de hem demokrat kamuoyu tarafindan daha cok kabul görecek, hem de Kürt aciliminda toplumun ihtiyac duydugu konsensüs arayisinda CHP`yle daha rahat müzakere edebilecektir.
Yani teraziye vurulsa, Gül`ün cumhurbaskanligi mi, yoksa basbakanligi mi Türkiye`ye daha gereklidir diye, Gül`ün basbakanliginin daha cok tercih edilecegi aciktir. Bir kere her seyden önce laik-demokrat kamuoyu Erdogan`in hakaretlerinden ve asagilamalarindan kurtulacaktir. Iclerinde Kürt acilimina taraftar olanlar, bu egilimlerini daha rahat ortaya koyabileceklerdir. Gezi türü toplumsal patlamalarin olasiligi azalacaktir.
Ama ne gariptir ki, Gül`ün basbakanligi önündeki en büyük engel, Erdogan`in ilk turda Cumhurbaskani secilemeyecegi gercegidir.
Bu durumda Erdogan ilk turda cumhurbaskani secilemeyecegini anlayinca, basbakan olarak yoluna devam etmek isteyebilir. O zaman da Türkiye kaldiramayacagi bir toplumsal gerginlik ve catisma olasiligiyla ve yolsuzluk haberleriyle patlarcasina dolu bir gündemle basetmek zorunda kalacaktir.
Akla yine MHP geliyor. MHP, Erdogan`a ihtiyac duydugu eksik oylari saglayabilir. Ama bunun icin de Erdogan`in Kürt acilimi aleyhine söylem gelistirmesi sart. Ya da bu konuda hicbir sey söylemeyip konuyu kendisinden sonraki AKP hükümetine birakmasi ve bu netameli konudan Cumhurbaskanligi secimi süresince uzaklasmasi gerekiyor. Iste o zaman MHP ve Cemaat, birlikte Erdogan`i cumhurbaskanligina tasiyabilirler.
Yani aslinda cumhurbaskanligi secimi süreci, sanilanin aksine daha catismasiz bir sekilde kendi yolunda ilerleyebilir. Fakat bunun icin gerekli olan, Erdogan`in dilini tutup insanlari kizdirmaktan vaz gecmesidir.
Bunu yapabilecek mi? Siyasi ömrünü catisma meraki yüzünden kendi elleriyle kisaltmis ve toplumun lideri konumunu bu nedenle kaybetmis bir insandan bahsediyoruz. Yapabilir de.
Öte yandan Türkiye`de toplumsal bir konsensüs olmadan Kürt aciliminin basarilamayacagi ortadadir. Bu durumda Erdogan`i acilim denkleminden cikarmak, Bati`nin da tercih edebilecegi bir secenektir. Erdogan acilim sürecinden uzaklastirilabilirse, CHP acilimda daha rahat rol oynayabilecek ve bir türlü ulasamadigi Güney Dogu illerinde daha serbestce örgütlenebilecektir. Bu sürec, AKP`ye güc kaybettirecek, belli. Ama kimse, hatta AKP`nin kendisi bile, cok güclü, yüzde 60`lar düzeyinde bir AKP istemiyor zaten.
Bir de su var: Kürt aciliminin getirdigi catismasizlik ortami topluma derin bir nefes aldirdi. Bu catismasizlik ortaminin sürmesi icin, Gül`ün basbakanliginda Türkiye`de yasayan insanlar modern bir toplum olmanin geregi olan kültürel kimlige saygi konusunda daha esnek davranabilecek ve bu sekilde CHP ve hatta MHP bile, ortak bir konsensüs etrafinda daha rahat birlesebileceklerdir.
Eger Türkiye bunu basarabilirse, ki Bati`nin da böyle bir Türkiye`yi destekleyecegi aciktir, iste o zaman Suriye`deki mülteci kamplarinda kapana kistirilmiscasina, her türlü insani ve tibbî yardimdan uzak yasamak zorunda birakilan ve kendileini ziyaret eden gazetecilere "Biz ölüyoruz burada" diye feryat eden insanlarin yardimina kosulabilecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)