29 Eylül 2013 Pazar

Yeni dünya düzeninin ana hatlari belirmeye basladi

Afganistan, Irak, Suriye derken yeni dünya düzeninin ana hatları simdiden belirmeye basladı. Aslında 1989 yılından beri, yani eski düzenin temel direklerinden biri olan Sovyetler Birligi yıkıldıktan sonra yeni düzenin, geride kalan tek kutup olan Amerika Birlesik Devletleri etrafında sekillenecegi ve bunun bu sekilde devam edip gidecegi düsünülmüstü. Sonra 2001 yılında 11 Eylül terörist saldırısı yasandı ve yeni dünya düzeninin lideri olarak görülen Amerika herkesin gözü önünde acıkca dayak yedi. Üstelik bu dayagı atanlar, Afganistan daglarında yuvalanmis bir takim terörist odaklardi. Bilgisayar alanında dünya lideri olan bir süper gücün savunma sistemlerini atlatarak gerceklestirilen bu terörist saldiriyla; 21 yasındaki bir gencin Sovyet erken uyarı sistemlerinin ruhu bile duymadan, tek kisilik planör ucagiyla Kızıl Meydan`a inis yapmasi arasinda cok yakın bir benzerlik vardır. Iki olay da, bireyin sistemler karsısındaki gücünü kanıtlar cünkü. Yine Societe Generale`in bir tek kisi tarafından, dünya tarihinde görülmemis bicimde 50-60 milyar dolara varan tutarlarda, üstelik uzunca bir süre icinde ve bankanin bütün denetim sistemlerini atlatarak soyulmasi bu tür olaylardandır. Bu örnekler ilginc oldugu kadar, gelecekte kurulacak olan yeni dünya düzeni hakkinda bize ipucları vermektedir. 
Ardından 2008 ekonomik krizi, bütün dengeleri sarstı. Bu krizin etkileri halen sürüyor, cıkıs emareleri görülüyor, ancak kriz henüz tam anlamıyla atlatılmıs degil. Amerika cok daha esnek bir toplum yapısına sahip oldugu icin krizi daha güclü bicimde karsılayabildi. Aynı esnekligi gösteremeyen Avrupa Birligi el`an krizle bogusmakta. Büyük bir ihtimalle bu kriz Euro`nun Kuzey Euro ve Güney Euro olarak ikiye bölünmesine yol acacaktir. Bütün bu olanlar, 1989`dan sonra aslında yeni bir düzene gecilemedigini, aksine bir kaos dönemine girildigini, yeni düzenin bu kaosun bilesenleri arasında kurulacak yeni bir denge ile ortaya cıkacagını bize göstermektedir. Ilginc olan, dünyada birbirini takip eden denge ve kaos dönemlerinin süre acısından birbirinin neredeyse ayni olmasina ragmen, denge dönemlerinin azalma, kaos dönemlerinin uzama egiliminde oldugudur. Gecmise dönüp bakarsak: eski düzenin, yani iki kutuplu soguk savas döneminin ortaya cıkısınin yaklasık 1915-1945 arasındaki 30 yıl icinde gerceklestigini görürüz. Bu otuz yıl icinde iki kez dünya savası yasandı. Sürecin ana teması, iki süper gücün, orta boylu gücleri (Almanya, Japonya`yı, hatta Ingiltere ve Fransa`yı da) ezerek, agrılı ve sancılı bir sekilde dünyayı aralarında yeniden bölüsmesiydi. Üstüste iki dünya savasınin yasanmis olmasinin nedeni, orta boylu güclerin tek bir savasla ezilememesidir. Ikinci dünya savasında orta boylu gücler (müttefik ve karsıt güc, aslında hic farketmez) tam anlamıyla bitirildiler ve yeni düzendeki yerlerini bu iki gücün dayattıgı kurallar icinde belirlemek zorunda kaldılar.
Yeni düzen hükmünü 1989 yilina kadar sürdürdü ve "soguk savas" olarak adlandirildi. 1989`dan sonra ise dünya 1910-1945 arasi kadar olmasa bile yine bir belirsizlik ve kararsizlik dönemine girmis bulunyor. Bu kararsizlik, ortaya cikacak yeni düzenin bilesenlerini icinde barindirsa bile, yine de düzenin kendisi hakkinda bizatihi bir fikir vermemektedir. Nasil ki, 1945`e kadar yeni dünya düzeninin iki kutuplu bir düzen olacagini kimse söyleyememisse, önümüzde yasanmak üzere bizi bekleyen yeni düzen hakkinda da ancak öngörülerde bulunabiliriz. Ancak düzenin bizzat kendisini tarif edemeyiz.
Eski düzenin kurulus ve olgunluk dönemlerinin her birinin 30-40 yillik dönemler icerdigi görüldügünden, önümüzdeki 20 yil icinde yeni düzenin kimligi, nasil bir sey olacagi daha cok netlesecek ve düzen tüm bilesenleriyle tam olarak ortaya cikacaktir. Halen eski düzenin yikilis dönemini yasiyoruz ve bu aslinda yeni düzenin kurulus dönemine denk gelmektedir. Bundan sonra olusacak düzenin, "düzen" olarak adlandirilmaya hak kazanacagi da cok süphelidir. Cünkü dünyanin düzenden cok kaos fikrine yakinlastigi görülmektedir.
Peki nedir düzenleri kuran ve yikan? Dünya neden stabil olamiyor? Bu soru tabii ki, üretici güclerin gelisimiyle cevaplandirilabilir. Soguk savas daha cok "otomobil" üzerine kuruluydu. Daha eski düzen, yani birinci dünya savasi öncesi dönem, "demiryolu" üzerine sekillenmisti. Yeni dünya düzeni de hic süphesiz "bilgisayar" üzerinden gelismektedir. Bilgisayarin, bütün üretim aletleri gibi, insan iliskilerini yeniden tanimladigini ve düzenledigini görüyoruz. Örnegin bugün "sanal" arkadasliklar gündemdedir. Normal seksi birakip, "sanal" sekse gecen milyonlarca insan vardir günümüzde. Birbiriyle hic karsilasmamis ve karsilasmasi da olanaksiz olan insanlar bugün birbiriyle dosttur. Demiryollarini, ucak seferlerini bugün bilgisayarlar idare etmektedir. Vergi internetten ödenmektedir. "Misafirlige gitme", "kabul günleri" gelenegi neredeyse ortadan kalkmistir. Cünkü insanlar sürekli birbirleriyle konusabilmektedirler. Bu örnekler saymakla bitmez.
Eski düzeni bozan da, kutuplardan birini teskil eden Sovyetler Birligi`nin, bilgisayar devrimine ayak uyduramamasi, bir kumdan kale gibi yikilmasi olmustur zaten. Her gün yeni bir seyin icat edildigi dünyamizda, düzenleri belirleyen ve bozan iste insanoglunun bu durmak bilmeyen bilme, anlama ve bilineni uygulama cabasidir. Sürecin kendisi dinamik oldugu icin düzeni olusturan ögelerin birbirlerine karsi konumlari her an degismektedir. Düzenler bu degisime bir süre direnmekte, sonra aniden ortadan kalkmaktadir. Örnegin simdi bilgisayar devriminin rüzgârini arkasina alarak karsi kutbu deviren Amerika`nin da geriledigine dair isaretler artiyor. 2008 krizinin tam olarak atlatilamamis olmasi, aslinda krizin cok kisa iyilesme dönemleri haric tutulursa, sürekli hale gelmesi bunun en acik göstergesi. Amerika ve genel olarak bütün Bati, yeni gelismeler karsisinda bocaliyor. Örnegin Libya krizi karsisinda takindiklari tutum, kanli bir komediye yol acti. Fransa cumhurbaskani Sarkozy, daha dün secim kampanyasi icin mali yardim aldigi Kaddafi`nin üzerine bombalar yagdirmak zorunda kaldi. Arap Bahari, Bati`yi tam anlamiyla ensesinden yakaladi denebilir. Söz konusu olan sey, aslinda felsefî basarisizlik, vizyon gelistirmede yetersizlik, cözümler üretme yeteneginin zayiflamasidir. Örnegin ayni zikzaklar, aslinda Misir konusunda da görülüyor. Bati, Misir`da olanlara bir türlü „darbe“ diyemiyor. Cünkü darbenin büyük bir halk hareketinin beraberinde geldigini görüyor ve kitle hareketlerini „darbe“ sözcügüyle bir türlü bagdastiramiyor. Ayni kararsizlik Saddam`a ve Taliban`a karsi da görülmüstü. Yüzyillardir demokrasinin besigi olan Bati, dünyanin görüp görecegi en fasist örgütlerden biri olan Taliban`i "mücahitler" olarak yillarca göklere cikarmadi mi? Yeni bir dünya düzeninin baslangicinda oldugumuzu ve bu düzende Avrupa ve Bati`nin tedricen geri cekilecegini ve Bati`nin cekilerek bosalttigi alanlarin, Türkiye gibi bölgesel güclerce dolduruldugunu düsünebiliriz. 
Bütün bunlardan yola cikarak, yeni dünya düzeninin cok kutuplu olacagini, ancak kutuplar arasi mücadelenin soguk savasta oldugu gibi bir dehset dengesi seklinde gelismeyecegini, daha yumusak yollara basvurulacagini ve daha ziyade ekonomik yaptirimlar seklinde somutlasacagini söyleyebiliriz. Buna karsilik dehset dengesinin devletler ile dünya capinda El Kaide benzeri terörist organizasyonlar arasinde kurulacagi düsünülebilir. Ilginc olan, terörizmin bu derece basedilemez, bir dünya organizasyonu seklinde ortaya cikisinin da yine bilgisayar teknolojisinin bir ürünü olmasidir. Teröristlerin birbirleriyle porno sitelerindeki resimler ve filmler yoluyla haberlestiklerine dair haberler cikmisti basinda. Bu yöntemlerin her gün bir yenisinin bulundugu asikâr. Hatta devletler arasindaki savaslarin, bilgisayar ortamlarinda devam ettigi gercegi de bu genel tablonun icinde yer aliyor. Istihbarat örgütlerinin birbirlerinin sitelerini hack`ledikleri, Hacker adi altinda yeni bir insan, bir meslek türünün ortaya ciktigini, bilgi hirsizliginin, baskalarinin özelligine girmenin suc degil, maharet olarak nitelendirildigini, hatta Hacker`larin, korsanlarin kendi aralarinda, örnegin "Anonymus" örgütü örneginde oldugu gibi örgütlendiklerini, hatta cesitli ülkelerdeki "Korsanlar Partisi" gibi siyasi organizasyonlar meydana getirdigini görüyoruz.
Bütün bu veriler karmasasi icinde yine de yeni düzeni haber verecek olan bazi temel cizgileri yakalayabiliyor insan. Ben kendi görebildiklerimi ardarda siraladim ve bunlari hep ayni genel dogrultuyu gösterdigini gördüm.
1- Bilgisayar devrimi ile birlikte, büyük ve agir olmaktan cok kücük, hafif ve hareketli olmak makbûl sayilmaya basladi. Mesela agir sanayi, ilk olarak hantal yapisi ve yarattigi cevre kirliligi ile ülkeyi yoksulluga sürükleyen bir faktör olarak görüldü. Yani önce agir sanayinin gelistirilmesi, sonra buna bagli olarak yan ve hafif sanayilerin ortaya cikarilmasi seklinde öngörülen eski kalkinma modelleri tarihe karismakla kalmadi, yerin yedi kat dibine gömüldü.
Tabii, bunun nedeni, agir sanayinin daha önceki makbûl ürünler olan demiryolu ve otomobil`i üretmek icin vaz gecilmez olmasi, bilgisayar icinse cok elzem olmamasidir. Büyük sirkete ihtiyac, yazilim ve yeni icatlar ortaya koymak icin vardir. Ancak bunlar da daha ziyade hizmetler sektörü benzeri insan organizasyonlaridir, agir sanayi sirketleri degil. Bu gelismenin bir sonucu olarak tarihte ilk defa sanayi sehirlerinin toplu bicimde terkedildigini görüyoruz. Mesela Detroit bunlardan biri ve en cok göze batani. Rusya ve Japonya`da da bu tür terkedilmis fabrikalar ve sehirler bulunmaktadir. Mesela Aral gölünde, cöle dönüsmüs arazilerin ortasinda kalakalmis gemiler, eski dünya düzeninin hayaletlerin olarak görülüyor bugün ve bu düzenin bir daha geri gelmemek üzere tarihe karistigini belgeliyor.
2- Eski dünya düzeninin tam tersine, nüfus artisinin kötü bir sey olmayip istenen, olmasi gereken bir sey oldugu savunulur oldu. Bunda tarim devriminin etkisi büyüktür tabii ki. Tarim devrimi, Malthus benzeri teorik sacmaliklarin sonunu getirmistir. Gida maddeleri üretiminin nüfus artisinin önüne gecebilecegi bugün ispatlanmistir. Tarim devriminin aslinda bilgisayar devriminin bir devami oldugunu da burada belirtmek gerekir. Hattâ Büyük Sahra ve Antartika gibi bugün üzerinde yerlesim olmayan arazilerin de tarim icin, günes enerjisi yardimiyla kullanilabilecegi fikri, yine bilgisayar destekli olarak cagimizda dogabilmistir. Okyanuslarin bir büyük akvaryuma dönüstürüebilecegi, yagmurlarin programlanabilecegi fikirleri yine bu cagin ürünüdür. Afrika`nin yükselisi de, büyük bir ihtimalle bu gelisimin ürünü olacaktir.
3- Yapilmis, imal edilmis olan degil, el degmemis olan makbûl olmaya basladi. El degmemis doga, katkisiz ürünler, dogallik, kadinda sifir makyaj, ye ic zayifla seklinde yeni yasam tarzlari ve sloganlari ortaya cikti. Ilk defa el degmemis haliyle bir ürünü sofraya getirmek, üretim olarak görülmeye basladi. Ilac yerine besin ön plana cikti. Tedavi yerine korunma savunulur oldu. Insan iliskileri ve psikolojik sürecler önemsendi.
4- Bilgisayarla birlikte az olan, hatta yok olmakta olan, önemsendi. Yani sadece birey, kadin ve cocuk önemini artirmakla kalmadi, ayni zamanda yok olmakta olan hayvan ve bitki türleri kiymete bindi. Yok olan diller, yasatilmaya calisildi. Tarih meraki, arastirma cilginligi bütün dünyayi sardi. Alt kültürler önemsendi. Mesela cingene müzigi... Escinsel evlilikler. Bunlar hep ayni gelisimin degisik tezahürleridir.
5- Yalnizlar, gezginler yeniden ortaya ciktilar. Ilginctir: gezginler, kapitalizmin ilk asamalarinda da boldular. Sonra kapitalizm sanayi devrimine gecince, gezginlerin sayisinda dramatik bir azalma oldu. Onun yerine turizm ortaya cikti. Yani örgütlü, organizasyonlu gezme… Simdi ilk defa eski gezgin türünün ortaya ciktigini görüyoruz. Burada yine bilgisayari anacagim. Cünkü internet, dünyanin öbür ucundaki kültürlerden ve insanlardan evimize haber getireli beri, oralara gitmek isteyen, ama imkanlari sinirli olan insanlar harekete gectiler. Bunlar bir inancin savunucusu olarak da görünür oldular. Mesela Türkiye`de öldürülen Italyan gelin Pippa Bacca bunlardan biridir. Yine gecen yaz yine Türkiye`de öldürülen Sarai Sierra da bir yalnizgezerdi. Bu insanlar cinayete kurban gittikleri icin biliniyorlar. Bu demektir ki, baslarina bir sey gelmeden ülke ülke gezen milyonlarca insan var bugün yeryüzünde. Cogunun neden gezdikleri belli degil. Cok ilginc bir gelismedir bu ve bireylesmenin arttigini göstermektedir.  
6- Bir ilginc gelisme de Marksizmin basina gelenlerdir. Tarihte ilk kez marksist olmayan anti kapitalistler ortaya cikmaya basladi ve marksizm neredeyse tamamen dünya siyaset sahnesinden silindi. Bugün hemen herkes kapitalizmin sacmaliklarina karsi tepkili. Ama bu tepki Marksizm kanalindan gelismiyor. Yani yeni dünya düzeni, gelecek hakkinda en fazla öngörülerde bulunan Marksizmi bile bir anlamda eskitti. Tabii, bu gelismeye Marksizmin kendini yenileyememesi neden oldu denebilir. Markiszmin emperyalist düzen hakkindaki temel tezleri, son seksen senelik pratikte dogrulanmadi. Örnegin Marksizm, emperyalist asamada asil yönün, üretici güclerin gelisiminin engellenmesi oldugunu söylüyordu. Bilgisayar devrimi ve onun desteginde yürütülen yeni enerji bicimlerinin ortaya cikisi (günes enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi) bu tezi cürüttü. Kapitalizmin hâlâ üretici gücleri gelistirme kapasitesinin oldugu, hatta bu gelistirme özelliginin son yillarda, daha önce görülmemis bicimde arttigi pratikte ispatlandi. Marksistler, emperyalistler arasi mücadelenin uzlasmaz celiski oldugunu söylemisler ve dünya savaslarinin kacinilmaz oldugunu savunmuslardi. Dünya savasi bir daha cikmadigi gibi, tam tersine emperyalistler arasi birliktelikler kurulmaya basladi. Marksizmin bu ardarda gelen gelen teorik iflaslari, anti kapitalistlerin önemli bir kisminin Marksizmden kopmasina yol acti.
Kisacasi yeni düzenle birlikte büyük, anitsal ve ulasilmaz olan her seyin ufalandigini, bireysellestigini ve ayristigini görüyoruz. Hatta bu ayrisma öyle bir asamaya ulasmistir ki, ekonomi biliminin cok önemli bir dali olan „makro ekonomi“ neredeyse tarihe karismak üzeredir. Bu ayrisma ve birbiri icinde erime özelliginin devam edecegi, hatta giderek daha da hizlanacagi düsünülebilir. Büyüklükler giderek belirsizlesiyor ve buna karsilik bireyin gücü artiyor ve bir birey tarafindan gerceklestirilen inanilmaz bir hamle, bütün iliskileri degistirebiliyor. Kizil Meydan`na inen planör veya 11 Eylül terörist saldirisi gibi. Dolayisiyla asil celiskinin kurulu ve yazili olan düzenle, karapara, uyusturucu kacakciligi ve terörizm gibi kurulu ve yazili olmayan düzen arasinda gelisecegi yönünde kuvvetli belirtiler var. 

8 Eylül 2013 Pazar

Suriye`deki ic savasin sonucu PKK icin önemli

PKK süreci sonlandirmakla hükümeti tehdit ediyor. Ama hükümet rahat. Bu tehditlere pek kulak asmiyor gibi görünüyor. Neden? Suriye`deki ic savas kizistikca PKK`nin baris sürecine mahkûm oldugunu biliyor da ondan mi? Zaten Suriye`deki ic savasa Türkiye`nin bir taraf olarak katilmasi ve direkt Kürt karsiti islami gruplardan yana tavir almasi, PKK`yi Suriye ic savasinin kaybedeni pozisyonuna sokmak ve bu yolla baris sürecine zorlamak icindi. Türkiye`nin bu hamlesi, Baris Süreci`nin önünü acmistir. Kim ne derse desin, Türkiye`nin bu hamlesini AKP`nin bir basarisi olarak yorumlamak gerekir. Kürt tarafi bu durumda Suriye savasinin kaybedeni olmaktan ancak baris süreci ile kurtulabilirdi. PKK bu sartlarda masadan kalkabilir mi? Zor.

Zor, cünkü masadan kalksa, derhal Suriye`deki islami örgütlerle baglarini sikilastiran bir Türkiye`yi karsisinda bulacak ve iki yönlü bir kiskacin icinde kalacaktir. Bu kiskacin gevsemesinin tek yolu Esad rejiminin ic savasta güclenmesidir. Ama Suriye`deki ic savas öyle bir noktaya geldi ki, artik hicbir güc Esad`i eski konumuna getiremez. Bu durum, Suriye muhaliflerinin askeri basarilarindan ileri gelmiyor tabii ki. Bizatihi ic savasin ülkeyi yikima sürüklemesinden ileri geliyor. Ülke yikima sürüklendikce Esad rejiminin kuvveti daha da azaliyor. Bu durumda savas büyük bir ihtimalle, kazanani olmadan bitecektir. Yani bir Irak veya Afganistan gibi Suriye de fiilen bölünmüs bir ülke olarak kalacaktir.

Abdullah Öcalan`in dedigine bakilirsa, ic savasin sonucu, Orta Dogu`daki tüm dengeleri degistirebilecek kadar önemli olacak. Yoksa, "Bu baris sürecini bir an evvel bitirelim, yoksa Türkler ve Kürtler olarak bir daha basbasa kalamayabiliriz," gibisinden söylemleri olmazdi. Bu söylemin üstü kapali bir tehdit icerdigi asikâr. Yani sunu demek istiyor, "Ya simdi baris sürecini benimle sonlandirirsin. Ya da ileride degisen dengeler bana daha elverisli sartlar sunarsa, karismam, ona göre." Bunu Öcalan, Mursi Misir`da devrildikten sonra söyledi. Mursi`nin alasagi edilmesi demek, Özgür Suriye Ordusu`ndaki Müslüman Kardesler`in Suriye versiyonunun, muhalefetin ana gövdesi olmaktan cikmasi demektir. Müslüman Kardesler`in Suriye muhalefetinden cekilmesi, muhalefetin bir bütün olarak hareket etme kabiliyetini neredeyse sifirlar. Yani, bu Esad`in gitmesinden sonra Suriye`nin parcalanmasi anlamina gelmektedir. Yani bir cesit Irak! Kuzey Irak`tan sonra, Kuzey Suriye. Iki kuvvetli üsse sahip olan PKK, Türkiye`ye daha agir sartlar dayatabilir. O nedenle iyisi mi simdiden anlasalim. Yoksa sizin icin iyi olmaz. Bunu demek istiyor Öcalan. Ve onun tehdidini bircok köse yazari simdiden yuttu bile.

Böylesi bir analiz asiri basitlestirilmis bir analizdir. Dolayisiyla yanlistir. Cünkü Türkiye`nin yumusak gücünü hesaba katmamaktadir. Türkiye, bu analizde gösterildigi sekliyle, Iran gibi, ekonomik aktivitesi olmayan bir ülke olsaydi, analiz dikkate alinabilirdi. Oysa Türkiye, dizi filimleriyle, bisküisi, makarnasi, Güney Dogu Anadolu`da ortaya koydugu toplumsal örgütlenme gücü, is yapma kapaitesi, girisim ruhuyla Orta Dogu`da varligini her gecen gün daha cok hissettiriyor. Suriye`nin parcalanmasi durumunda bile, Kuzey Suriye ve daha sonra bütün Suriye, Türkiye`nin hinterlandi olacaktir. Suriye ve Irak`taki merkezi yönetimlerin zayiflamasi en cok Türkiye`nin isine yaramaktadir. Muhafazakâr Avrupalilari ve bu arada tabii Yahudileri sinirlendiren bir gelismedir bu. Ama gercektir. Dolayisiyla baris sürecini zorlayan aslinda bu gelismedir. Yani aslinda Suriye`deki merkezi otoritenin zayiflamasidir sürecin önünü acan. Cünkü ilk defa PKK, Esad`in gitmesiyle bir devletin aktif desteginden yoksun kalacaktir. Ve bu engeli ortadan kaldiran Türkiyenin yumusak gücü Suriye, Lübnan ve Irak`in hemen hepsini, hattâ Körfez ülkelerini bile etkisi altina alacaktir.

Nitekim su anda Kuzey Irak`in kapilari Türkiye`ye acilmis bulunuyor. Cengiz Candar`in verdigi bilgiye göre günde dört bin Türk kamyonu bugün Kuzey Irak`a giris yapmakta. Bu muazzam sinerjinin sonuclari olacaktir. Sonuclardan en önemlisi, Türkiye`nin güney dogusundaki barajlarin desteginde artan ekonomik aktivite ve refah, toplumsal düzen Kuzey Irak`a dogru genislemesidir.. Iran bu artan ekonomik baskiyi en cok hisseden ülke olacaktir. Iran`la birlikte soguk savasin Rusya ve Cin ayagi Ortadogu`da zayiflayacaktir.

Ayni zamanda, eger baris süreci adamakilli ilerler ve kendi kurumlarini yaratirsa, bircok ülke cok önemli oyuncaklari PKK`yi kaybetmis olacaktir. Basta Iran, Rusya. Sonra Israil, hatta Suudi Arabistan. Cünkü PKK büyük bir ihtimalle bir siyaset kurumu haline gelecektir. Dolayisiyla ajanligi, uyusturucu ticaretini, insan kacakciligini, tesaron terör örgütü konumunu birakacaktir. Yerel yönetimlere aktif olarak katilinca, istedigi parayi oralardan elde etme olanagi kendisine verilecektir cünkü. Üstelik Türk ve Kürt halklari da büyük bir cogunlukla baris sürecinin arkasindadirlar. Yani kisacasi Amerika ve Avrupa Birligi baris süreciyle birlikte Rusya ve Cin`e karsi cok büyük bir kazanim elde etmis olacaktir.

Süreci ancak bir tek gelisme kesebilir. O da Esad`in Suriye`de ic savasi kazanma olasiligidir. Bunun bir olasilik olarak bile olsa gündeme gelmesi, baris sürecinin kesilmesine neden olabilir. Rusya ve Cin, iste bu nedenle bu savasi hic olmazsa biraz daha uzatmaya calisiyorlar. Obama`nin kararsizligi veya müdahale icin bekledigi ic ve dis destegi yeterince bulamamasi ve Israil`in ic savasi uzatarak Suriye`yi daha fazla yipratmak istemesi nedeniyle savas uzadikca uzuyor. Türkiye`deki Suriye`li mülteci sayisi 400 bini buldu. Bunlarin maliyeti simdilik Kuzey Irak`in kapilarinin Türkiye`ye acilmasi nedeniyle artan getirilerle karsilaniyor. Ama savasin maliyetinin artik katlanilmaz boyutlara cikmasi, Türkiye`nin havlu atmasina neden olur mu? Rusya ve Cin buna oynuyor olabilirler mi? Bir adim daha gidersek, Rusya ve Cin, bu sefer Israil`in destegini ve Obama`nin kararsizligini de kullanarak PKK`ya Suriye`de öenmli bir mevzi kazandirmak ve PKK`nin Suriye`deki varligini güvence altina almak suretiyle PKK`nin masadan kalkmasini saglayabilirler mi? Buna göre Suriye, ayni Irak gibi en azindan üc parcaya bölünecek demektir. Ancak o zaman bile baris sürecinin kesilmesi pek mümkün görünmüyor. Cünkü o zaman Türkiye ve Irak`taki kazanimlardan sonra, Suriye`de de Kürt mozaiginin ücüncü parcasi ortaya cikmis olacaktir ve bu ücüncü parca da kacinilmaz bicimde Türkiye`nin etkisine girecektir. Böyle bir gelisme asil Iran`i zora sokar ve o zaman Kürt parcasinin Iran`in geri kalan tarafindan ayrilmak istemesi, Iran`daki hassas etnik mozaigi catlatabilir.

Yani Türk-Kürt baris sürecinin sonunu getirecek gelisme ancak Suriye`deki ic savasin ancak Esad`in zaferiyle bitmesidir.  Diger bütün secenekler, Suriye`nin parcalanmasi veya muhaliflerin kazanmasi baris sürecini kesmez. Hatta muhaliflerin kesin zaferi baris sürecini daha da hizlandirir, cünkü o zaman Suriye`de muhaliflere karsi savunma durumuna gececek olan bir PKK, Türkiye`ye daha muhtac hale gelecektir. Hattâ PKK, Nusra Cephesi`ne karsi Türkiye`den yardim istedi bile. Inanilmaz, ama gercek bu.

Esad`in kazanmasindan ümidi kesen Rusya, Cin ve Iran`in baris sürecini bozmak icin ellerindeki son koz... Türkiye`deki secimlerdir. AKP`nin secimlerde sendelemesi baris sürecini bozar. Hatta bir koalisyon ihtimali bile baris sürecinin sonu olur. Cünkü diger iki parti CHP ve MHP baris sürecine karsidirlar.

Gezi süreci, onlara bu acidan umut verdi. Gezi bir anda ortaya cikan dahiyane bir fikirdi. Rusya ve Cin`in, hatta Israil ve Suudi Arabistan`in ellerini ogusturmasina neden olan bir fikir. Cünkü bu ülkeler biliyorlar ki, Türkiye`nin secimlerde topyekûn bir kaosa sürüklenmesi, baris sürecinin tam anlamiyla sonu demek olacaktir. Nitekim Demirtas, Gezi ayaklanmasindan sonra "Baris süreci, birkac kere gitti geldi" diye bosuna dememistir. Simdi Türkiye secim ortamina giriyor. Istanbul, AKP acisindan kaybedilebilir bir sehir konumunda. Cünkü hicbir güc, eger adayligini koyarsa, Mustafa Sarigül`ün Istanbul`da secimleri kazanmasini engelleyemeyecektir. Öcalan`in baris sürecinin ana hatlarinin , secimlerden önce ortaya cikarilmasi konusundaki israri biraz da burdan kaynaklanmaktadir.

Peki tam bu sirada Cemaat AKP ittifakinin catirdamasina ne demeli? Zaten bakiniz, Cemaat, baris sürecinin ta basinda, MIT müstesarinin tutuklanmaya calisilmasiyla ortaya cikan kriz sirasinda, sürece ne kadar karsi oldugunu ortaya koymustu. Cemaat, nasil olur da, iktidari AKP`nin geri kalan kadrolariyla paylasiyorken ve baris süreciydi, Esad`in gitmesiydi derken, Türkiye`nin yumusak bir güc olarak bütün Orta Dogu`da egemen olmasinin önü acilmak üzereyken böyle ilginc ve ters bir role soyunabilir? Bu soruya cevap vermek icin dönüp Amerika`nin ve Avrupa Birligi`nin Israil konusundaki endiselerine bakmak gerekir. Acaba Türkiye onlarin istediginden daha hizli ilerliyor olabilir mi Orta Dogu`da? Bu hizin yavaslatilmasi gerektigine karar vermis olmasinlar sakin!. Eger buna karar vermislerse, önlerinde 2 yillik muazzam bir firsat var: Türkiye secim süreci. Bütün ayak oyunlari serbest! AKP ve Erdogan da onlara, anti demokratik söylem ve davranislariyla az firsat vermiyor degil. Hem zaten iktidarda 10 yillarini doldurdular. Gecenlerde Mümtazer Türköne, "Iktidarin politikasi dogru da. Nefesi yetecek mi?" diye bosuna sormadi.

AKP alasagi edilse bile Türkiye`nin yumusak güc olarak ilerleyisini durdurabilirler mi? Bence cok gec! 11 Eylül`den sonra dünyayi saran islamofobi ortaminda Türkiye`nin yükselmesi kacinilmazdi. Hatta su siralar ucagin tekerlekleri yerden kesiliyor bile. Bu gibi ayak oyunlari icin artik cok gec!

7 Eylül 2013 Cumartesi

ODTÜ`deki son olaylardan "Ikna Odalari"na: Türk laisizminin kaderi

ODTÜ`deki son olaylara iliskin video görüntüleri, Türk laisizminin cikmazini cok anlamli bicimde ortaya koyuyor. Hic süphe yok ki, söz konusu olan sey, bir cikmaz... Türk laisizmi senelerdir ayni seyleri yaparak farkli bir sonuc almaya calistigina göre, bu inadin psikolojik anlamda cilginlik kapsamina girdigi söylenebilir. 

Evet, her defasinda ayni ayni hatalar yapiliyor, tepkilerin cig gibi büyüyecegi hic hesaba katilmadan. Ikna odalariyla ortaya konan tavir, laik kesimi nasil iktidardan uzaklastirdiysa, simdi ODTÜ benzeri intihar eylemleriyle secim yenilgilerini Türk laikleri kendi elleriyle hazirliyorlar.

ODTÜ olaylarinda ellerinde pankart tutarak basörtülü kizlari taciz eden sözüm ona "laik" kizlarin yüzlerindeki asagilayici tiksintiye dikkat ettiniz mi? Iste bu tiksinti, bu asagilama havasi laik kesimin kuyusunu kazmistir. Daha da kazmaya devam edecegi anlasiliyor. Basörtülü kiz, "Bu kadar yakinimda duramazsin" seklinde itiraz edince, elinde pankart tutan kiz, "Begenmiyorsan kalk git arkadasim, ne isin var senin burada" diyor. Bana kalirsa o kizin orada cok isi var, eger onlar bu sekilde davranmaya devam ederlerse. 

Ayrica burasi dedigi yer, ODTÜ kampüsü. Söylenen cümle cok tipik bir burjuva tavrin aciga vurumudur. Bu tür anlayisin sahipleri, büyük sehirlerde kendilerini lüks sitelere kapatirlar. Orada kendilerine özgü burjuva bir dünya yaratirlar. O sitelere seyyar satici bile giremez. Bu dünyanin duvarlari yüksektir. Kapilarinda güvenlik görevlileri vardir. ODTÜ de onlarin o lüks sitelerinden biri iste. Ve oraya akillarinca asagilik yaratiklari sokmak istemiyorlar.  

Basörtülülerin etrafini cevirenlerden bir genc, "Biz ODTÜ`de cemaatcilere örgütlenme imkâni sunmuyoruz" diyor. Yani bir sekilde kimin örgütlenecegine, kimin örgütlenemeyecegine onlar karar veriyorlar. Yani onlar bir tür iktidar! Eski sol örgütlerin "kurtarilmis bölge" mantigi, burada yeniden kendini gösteriyor. Bu mantigin, kendini baska toplumsal düzlemlerde "lüks site" seklinde göstermesi beklenmeli ve bu olaylarin mantigi acisindan son derece normal. Gezi olaylarinda bile bu tür bölge mantiginin izlerini sürmek mümkün. Gercek iktidardan güc iliskisi anlaminda koparilmis, ufak da olsa bir dünyaydi Gezi Parki, kütüphanesi bile vardi. Asla toplumun bütününü kazanma, toplumun geneline yönelme gibi bir dertleri olmadi bu anlayis sahiplerinin. Bundan sonra olmayacak da.

Ne demisti ikna odalarinin mucidi Nur Serter, "Basörtüsü dincilerin elinde bir silahti. Bu silahi onlarin elinden almak gerekiyordu." Yani, o basörtüsünü cikarilip atilan bir pacavra haline getirdik. Bunu da kameralarla ispatladik, belgeledik. O kamera kayitlarini istifledik, kütüphanemizde duruyor. Muradimiza erdik. Bu cümle bence Türkiye`de laisizmin ulastigi son asamadir. Evet, basörtüsü bir silahti belki. Ama onu basina takan da bir genc kizdi, bir insandi her seyden önce. Canim, genc kizin hayatinin, duygularinin, kalbinin kirilmasinin, üzülmesinin, ruhsal travma gecirmesinin, bu olayi hatirladikca günlerce aci cekmesinin, ailesinin ve yakinlarinin kan aglamasinin ne önemi var! Önemli olan dincilerin elinden silahi almak. Bu mantikla, insan hayatinin hice sayilarak cocuklar üzerinde tibbî deneyler yapilmasi arasinda cok büyük bir mesafe yoktur. Evet, evet. Adini koymak gerekir. Ikna odalari bir tür fasizmdi. Gaz odalariyla arasinda, Kilicdaroglu`nun üslûbunu kullanirsak, sadece "ton farki" vardi. Türk laisizmi gele gele tonu hafifletilmis bir fasizm noktasina mi gelecekti? O yüzden mi bazi laikler gizli gizli darbeleri destekliyor? Gercekten cok yazik. 

Sonra politik iflasa bakar misiniz? Dincilerin elinden basörtüsü silahini almak icin bu ikna odalarini tertiplediler. Ama sonra AKP iktidara geldi, dag-tas basörtüsü oldu, Cumhurbaskaninin esine varincaya kadar. Öyle ki, normalda basörtüsü takmayacak olanlar bile saclarini örtmeye basladi. Neredeyse bu laik kesimin bu tür hatalari yüzünden bir tür tesettür modasi yaratildi. Tesettür magazalari acildi. Bu silahi onlarin elinden ne alirmissiniz ama! Bu politik iflas, daha sonra yolsuzluklar, ekonomik kriz ve Ecevit`in hastaligi ile birlesti. Sonuc ortada. 

CHP`nin, "Ikna Odalari"nin temsilcilerini bagrina basarak sergiledigi tavir, bu partinin fasizmden izler tasiyan bir profil sergilemesi, ikna odalari gibi düpedüz fasist bir uygulamanin Türk laisizminin icinden cikabilmesi, Türk laiklerinin giderek fasistlesmesi ve gizli gizli darbeleri desteklemesi; bize aslinda Türk sosyal demokrasisinin ana cizgileri hakkinda fikir veriyor. Türk sosyal demokrasisi, batili demokrasilerde oldugu gibi isci hareketlerinin icinde dogmadi hicbir zaman. Tersine Atatürkcü bir cizgide gelisti. Atatürk`ten aldigi normlari kullandi. Nitekim CHP`nin alti okundan biri Atatürkcülüktür. Yani Türk sosyal demokrasisi elitist bir yapidadir ve yönetici elitlerle daima icice olmustur. Kökeni isci ve köylü hareketi olmamistir hicbir zaman. Tersine, askeri okullarin, o zamanlar toplumun gözbebegi olarak görülen ögrencilerinin, topluma yukardan bakan havasini tasimistir. Atatürk`ün savaslar yöneterek iktidara geldiginin de burada altini cizmek gerekiyor. Yani Atatürk`ün iktidara gelis bicimi halki ikna ederek, onu yönlendirerek olmamis, aksine askeri bir zorunluluktan dolayi meydana gelmistir. O nedenle Türk sosyal demokratlari 1923`ü önemserler. Gercek halk hareketlerinin oldugu ve aslinda cumhuriyet fikrinin olusturacak verimli düsünsel ortami yaratan 1908 devrimini görmezden gelirler. Türk sosyal demokrasisi de her zaman Atatürkcülügün dogdugu ortamlar olan, etrafi duvarlarla cevrili, üyeleri iyi bakilan, güzel yemekler yiyen, korunan ve kollanan askeri okul, yani bir tür "kolej" havasini, mantigini ve düsüncesini genlerinde muhafaza etmistir. Iste o gercek hayattan soyutlanan askeri okullar, bugün ODTÜ`nün, Gezi Parki`nin toplumun diger kesimlerinden soyutlanmis ortamlarinda düsünsel anlamda yeniden yaratiliyor. Böyle bir anlayisin toplumsal harekete ihtiyaci yok. Ötekini kazanmayi amaclamiyor, toplumun geneline yönelmiyor hicbir zaman. Yüzde yirmibes ona yetiyor da artiyor bile. Türk sosyal demokrasinin, Ecevit`in mucizevî bir sekilde %40`i yakalayarak iktidara geldigi 1977 haric, neden iktidardan hep uzak oldugununun aciklamasi bence burada. Zaten 1977 zaferinin Kibris Baris Harekatinin hemen arkasindan geldigini, yine bir askeri zorunluluk eseri oldugunu belirtmek gerekir. Yani böyle bir anlayis ile olagan kosullarda ötekini  kazanarak iktidara gelmek, olmayacak bir sey. Her seyden önce onlar istemiyor bunu. 


21 Ağustos 2013 Çarşamba

Müslüman Kardesler ve Modern Misir

Misir`daki Müslüman Kardesler örgütüne, laikligin bir ön asamasi olarak bakmak gerekir. Her ne kadar üyeleri arasinda laisizme karsi olanlar varsa da, bu yapilanmanin islevi büyük ölcüde toplumu laisizme hazirlamaktir. Bu islev, yapilanmanin iradesinden bagimsiz olarak, hattâ belki onlar istemeden, kendiliginden yerine getirilmektedir.

Bu nasil olur? diye sorulabilir. Bizden bir örnek vereyim: Namik Kemal laik bir kisi degildi. O da, ton farkliliklari olsa da, tipki Ahmet Cevdet Pasa gibi, tabii onun derinligine de asla ulasamadan, islami ilkelerin modern demokrasi kurallari cercevesinde yeniden tanimlanmasini amacliyordu. Bu arada Namik Kemal`in Latin harflerinin kullanimina da karsi oldugunu belirtelim. Ama bizzat bu caba, Türk toplumunu laisizme hazirladi. Toplum laik kavramlarla tanisti, onlari yorumladi. Laisizmle demokrasi arasindaki baglari inceledi. Öyle ki 1908 devrimine kadar bütün bu kavramlar tek tek elden gecmis, 1908`in canli düsünce ortaminin zemini hazirlanmisti. Bununla birlikte laisizmin Türk düsünce hayatinda bagimsiz bir kavram olarak ortaya cikisi yine de Birinci Dünya Savasi`nin sonlarina dogru ve belki de Mütareke Dönemi`nde söz konusu olabilmistir. Riza Nur, anilarinda Türk toplumunda laisizmi ortaya atanin kendisi oldugunu ileri sürer ve "Laisizm benimdir. Mustafa Kemal onu benden aldi" der. Yine de biz laisizmin, Namik Kemal sonrasi ikinci kusak jön Türklerden Abdullah Cevdet`in cabalari sayesinde yerlestigini düsünmeliyiz. Pozitivist Ahmet Riza, düsünce olarak laisizme yakindi. Ama bir program maddesi olarak laisizmin esas olarak Abdullah Cevdet tarafindan (kendisi bir Kürt`tü) olgunlastirildigini düsünebiliriz. Abdullah Cevdet ayrica islamiyete karsi yürüttügü, Türk toplumunda bir zamanlar firtinalar koparan kampanyalarla taninir. Toplumu provoke edici bir tarzda, islamiyet karsiti Bati düsünürlerinin eserlerini Türkce`ye ceviriyor ve ortalik birbirine giriyordu.

Tabii bu olanlar Türkiye`de 150 yil önce oldu. Misir ise daha yeni yeni bu asamaya yaklasiyor. Misir`in ve genel olarak bütün Orta Dogu`nun gec kalmasinin nedeni, sömürgeci düzenin ta kendisidir. Türkiye ise Cumhuriyet dönemlerinde gerci ekonomik olarak disa bagimliydi, yani bir cesit yari sömürge konumundaydi, ancak düsünsel acidan kendi sistemlerini kendi kurabiliyor, onlari bir süre uyguluyor ve sonra gerekirse degistirebiliyordu. Atatürk ve Inönü dönemlerinde radikal islamin geriletilmesi, özellikle yeni sistemlerin uygulanmasi sürecini âdeta bir "tak-cikar" yöntemi gibi basit ve pratik hale getirmisti. Daha sonra bu esnekligin kayboldugunu, sistemin özellikle 1960`lara dogru sertlestigini görecegiz. Sertlesmenin en belli basli nedeni, toplumda radikal islamin yeniden yükselise gecmesi ve politikacilarin (basta Menderes olmak üzere) buna yüz vermesidir. Radikal Islamin yükselisi, 1969`da Erbakan`in siyaset sahnesine cikmasina neden oldu. Önceleri, Erbakan`i radikal islamin yarattigi bir korkutucu figür olarak karsilayan Türk toplumu, zamanla bu figürün radikal islamin yükseliisine verilen bir Türkiye cevabi oldugunu farketti. Yani 1949`da eski haliyle bir kenara birakilan Bati Islam sentezi meselesi, yani bildigimiz su ilimli islam, 1969 sonrasi dönemde yeniden ileri sürüldü. Türkiye`de bu önemli degisimler yasanirken ayni dönemde Orta Dogu düsünsel acidan görece durgunluk icindeydi. Sömürgeci gecmis, dünya savaslari, Arap Israil ihtilafi; Arap dünyasinin radikal dini unsurlarindan kopmasini geciktirdi. Türkiye ise nispeten daha bariscil bir ortamda, ikinci dünya savasindan uzak kalarak, fazla etliye sütlüye karismayarak, laik sistemini ve laik sistem icindeki farkli alternatifleri gelistirebildi. AKP`nin dudak büktügü "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesi iste bu ise yaradi.

Simdi Orta Dogu, Türkiye`nin 1920-1945 arasinda gecirdigi degisim dönemine, kanla atesle yaklasiyor. Bu nedenle Müslüman Kardesler gibi her olusumu, aslinda laisizmin bir ön asamasi olarak yorumlamak gerekir. Müslüman Kardes`lerin seriati getireceklerine dair inanc, temelsizdir. Öyle olsaydi, Selefîler, yine seriatci Suudi Arabistan`in desteginde, Müslüman Kardesler`e yönelik Sisi darbesini desteklemezlerdi. Daha ziyade Sisi`yi Müslüman Kardesler`e yönelik seriatci tepkiyi örgütleyen bir firsatci olarak, bir basarisiz Bonaparte olarak görmek uygun kacacaktir. Sisi`nin basarisizligi surdan ileri gelmektedir: Bonaparte, Fransiz Devrimi`nin atesi sönmeye yüz tuttugu zaman iktidara geldi. Halk, devrimci asiriliklardan, idamlardan ve devrimci terörden bikmisti. Normal hayata dönüs özlemi duyuyordu. Sisi ise devrimin atesi toplumu hâlâ kasip kavururken iktidara gelmek cüretinde, daha dogrusu Suudi parasinin gücüyle "gafletinde" bulundu. Onun gibiler bilmez ki, bu atesin icinde toplumun temel bilesenleri yeniden tanimlanmadan bu ates sönmez. Toplum laisizme yöneliyorsa, bu yönelis sirasinda seriatci kesimle nihai bir hesaplasma gerekiyorsa, bu hesap görülmeden bu ates sönmez. Toplum bir konuyu hararetle tartisiyorken, Avrupa`nin ve yatirim dünyasinin huzuru kacmasin diye, "Tartisma falan yok! Hadi evinize!" denemez.

Bu acidan basinda cok sik görülen, Müslüman Kardesler`in islamci hareketi temsil ettigi, simdi gördükleri baskidan dolayi, radikalizme yöneleceklerine dair yorumlar yanlistir. Yine bunun gibi bazi "gezici" aydinlarin "Biz neden Mursi gibi bir radikal islamciyi destekleyelim ki" seklindeki beyanlari sapla samani birbirine karistirmakla birdir. Bu tür beyanlar bütün islamcilari ayni kefeye koymaktan kaynaklanirlar. Ayni insan gözünden bütün yunuslarin tipatip birbirine benzemesi gibi. Oysa bir yunus yavrusu, o bize göre birbirinin ayni olan yunuslarin icinde kendi annesini yine de arayip bulur. Tanimayan göz, benzerlikleri abartma egilimindedir.Tanimak, biraz da farklilikara odaklanmaktir.



14 Ağustos 2013 Çarşamba

Bir Türkiye gercegi: aile katliamlari

Gün gecmiyor ki, yeni bir aile katliami haberi gazetelerde yer almasin. Aile üyelerinin toplu olarak ortadan kaldirildigi bu tüyler ürpertici katliamlar, hepmizi derinden sarsiyor. Bu öldürmeler Türkiye`nin basetmek zorunda oldugu sosyal sorunlarin basinda gelir. Sorun büyük ölcüde Orta Dogu kökenlidir. Bu cografyada insanlar arasindaki sorunlarin öldürerek cözülmesi gelenegi vardir. Kan davalarinda genellikle bir ailenin son bireyi ortadan kaldirilincaya kadar öldürmeye devam edilir. Yani herhangi bir sorun direkt ailenin kimligi ile özdeslestirilir. Sorunun aslinda damarlarda, kanda ve genlerde oldugu seklinde inancin somutlastirilmis ifadesidir bu. 

Atatürk de bir zamanlar "Muhtac oldugun kudret, damarlarindaki asil kanda mevcuttur," dememis miydi? Atatürk`ün bu söylemi tabii ki politik, yani kitlelerin gönlünü almaya yönelik bir söylemdir. Ama toplumun bilincaltina seslendigi de bir gercektir.  

Diger bir ifade ile, cözüm nasil "kan"da mevcutsa, sorun da yine o "kan"da mevcut olmalidir. "Kan"dir söz konusu olan. Yani sorun, düsüncelerden kaynaklanan, yaratici düsünce ve calismayla, emekle ortadan kaldirilabilecek bir sey degildir. Tek cözüm yolu vardir: o da öldürmedir. 

Öldürmenin bir cözüm yolu oldugu seklindeki toplumun bilincaltina yerlesmis olan güclü inanc, bazi kisilerin "Sallandiracaksin bunlari!" seklinde idam cezasinin geri getirilmesini isteme seklinde de tezahür eder. 

Fakat aile katliamlarinin baska bir boyutu da var. Cogu katliamda aileler, bazen kendi üyelerinden biri tarafindan ortadan kaldirilmaktadir. Bu "ortadan kaldirici" ani gelisen tepkisel katliamlarda genellikle baba veya en büyük erkek kardes olmaktadir. Bu durumda katliamlar genellikle "cinnet" görüntüsü altinda yapilmaktadir ve aile babasi veya en büyük erkek kardes, katliami yaptiktan sonra intihar eder. Planli öldürmelerde ise genelde, az ceza alir, hapisten ciktiktan sonra hayatina devam eder düsüncesiyle töreye göre, ailenin namusuna leke sürdügüne inanilan "abla" ailesi tarafindan en kücük erkek kardese öldürtülür. Öldürme görevinin erkege verilmesi ve erkegin kendini öldürmeye programlamasi ilginctir. Türkiye`de hicbir aile bir kadin tarafindan ortadan kaldirilmamistir.  Aslinda bütün dünyada serî katillerin yüzde doksan dokuzunun erkek olmasi, cellatlik mesleginin erkeklerin tekelinde olmasi da alti cizilmesi gereken gerceklerden biridir.

Yani bir yanda cözülmesi gereken bir sorun var. Örnegin aclik var, köyden kente göc var, uyum sorunlari var, asagilanma var. Diger yanda cözüm olarak insanlara önerilen tek bir yol var: öldürme... Aile katliamlari bu sekilde ortaya cikmaktadir. Yalniz, büyük sehirlerde "sorun" olarak algilanan sey, artik namus, töre, kan davasi gibi feodalizmin klasiklesmis sorunlari olmamaktadir. Cünkü insanlar sehre bu tür degerlerin artik hayatlarindaki eski anlamini yitireceklerini bilerek gelmektedirler. Sorun olarak daha ziyade, issizlik, parasizlik sehre uyum sorunlari, asagilanma ve dislanma gibi kapitalizme özgü sorunlar algilanmaktadir. Bu sorunlarla basedebilmek icin gelistirilen kapitalizme özgü, sendikalasma, dayanisma, is birakma, gösteri yapma, yargiya basvurma, psikologa gitme gibi sorun cözme, en azindan cözümü zorlama yöntemleriyle daha tanisamadiklari icin kendi öldürme yöntemlerine basvurmaktadirlar. 

Bakiniz, size bir örnek vereyim. Türkiye 2 Kasim 2012`de yine böyle bir katliam haberiyle sarsildi. Katliam Bagcilar semtinde yapilmisti. Tekstil iscisi Ergin Sargik, esi Sacide Sargik`i, kardesi Bayram Sargik`i ve cocuklari ; Suzan (18), Gülcan (14), Sevda Sarkık (15)  ve Abidin  Sargik`i (5)`i öldürdü. Erhan (8) ve Ercan,' i (8) ise agir yaraladi. Bu cocuklar simdi yasiyor mu, bu bilinmiyor. Yani toplam 3 kiz cocuk, 3 erkek cocuk, bir es ve bir erkek kardes, ailenin reisi tarafindan öldürüldü veya agir yaralandi. Öldürülenlerden geriye sadece fotoğrafları kaldı. Amca oglu Mehmet Sargik, olaydan sonra Engin Sargik icin: "Gayet sakin bir insandı. Evinden işine gider gelirdi. Çocuklarının ailesinin ekmeğinin peşindeydi. Herhangi bir sorununu ne duyduk ne de gördük. Hiç kimseyle problemi dahi yoktu." ifadelerini kullanmisti. Bakiniz bir sonraki gün cikan Milliyet Gazetesi.

"Herhangi bir sorununu ne duyduk ne de gördük", diyor amcaoglu. Bu söze mim koyalim. Yani amcaoglu acligi, fakirligi, issizligi aslinda bir öldürme nedeni olarak algilamiyor. Cünkü kendisi büyük bir ihtimalle uzunca bir süredir sehirde yasamaktadir ve kapitalist sorun cözme yöntemlerini artik geri dönüssüz olarak benimsemistir. Akrabasinin "ekmek pesinde" oldugunu söylemesi, onun fakrü zaruret icinde oldugunu bildigini, ancak bunu dogal olarak kabul ettigini göstermektedir. Cünkü sehre yeni gelenlerin, yeni yasamlarina alisincaya kadar bir müddet "sürünmesi" dogal kabul edilmektedir.  

Gazeteler bu arada bol bol yalan haberler yayimladilar. Örnegin Engin Sargik`in esi Sacide Sargik`la, kayinbiraderi Bayram Sargik`in arasinda bir iliski oldugundan süphelenildi. Ikisi arasinda cok sayida mesajlasma oldugundan, Bayram Sargik`in cep telefonunun faturasinin cok kabarik geldiginden, agabeyiyle bu fatura yüzünden tartistiklarindan, agabeyin iliskiden süphelendigi icin cinnet getirdiginden bahsedildi. Gazeteler yasak ask, aile ici ensest haberleriyle doldu birden. Katliam, yasak ask icin yapilmisti. Fakat birkac gün sonra akrabalarin ifadeleri, öldürülen kadinin, birakin cep telefonu kullanmayi, okuma yazmasinin bile olmadigini ortaya cikardi. Yani kisacasi yasak ask falan yoktu ortalikta. Bizim Türk basini yasak ask hikâyelerine bayilir. Cünkü toplumda, özellikle genc erkeklerde bir "zina", evli kadinlarla, üstelik kocanin da hazir bulundugu ortamlarda, onun onayiyla seks yapma saplantisi vardir. "Issiz Adam" filmi neden meshur oldu dersiniz? Basin da bu saplantiyi bildigi icin hemen haberlerin icine bir tutam "zina" serpistirir. Böylece haberlerin daha kolay okuyucu bulacagi hesaplanir. Bu yakistirmalari yapan basin yalani ortaya cikinca utandi mi? Hayir, ne gezer! Türkiye basininda utanma diye bir sey yoktur cünkü. 

Her neyse! Peki adam durup dururken bu güzelim insanlari neden yok etmisti? Olayin ayrintilari yavas yavas ortaya döküldükce Türkiye insaninin derin caresizligini ve köseye sikismisligini anliyorsunuz. Bu köseye sikismislik karsisinda, kültür sokuna ugrayan insanlar ölümden baska care bulamiyor. Cünkü sorun algilandigi an, cözüm, yani öldürme fikri de kendiliginden ortaya cikiyor. 

Katliamdan önce adami calistigi tekstil fabrikasi isine son vermisti. Belki fabrika degil, bir tekstil atölyesiydi bu. Haksiz yere, tazminatsiz isten cikarildigini düsünen Engin Sargik, tekstil fabrikasi aleyhine, isten cikarilan diger arkadaslariyla birlikte dava acmaya karar verdi. Ancak dava acmak icin gerekli mahkeme masrafi, kisi basina 250 liraydi ve isten cikarilan Engin`in cebinde sadece 5 lira vardi. Dava dilekcesi masrafini arkadaslari karsiladilar. O dava dosyasi, tozlu raflarda duruyor simdi. Türk insaninin cevapsiz kalan sorularini temsil ederek. 

Engin, Istanbul`a gelmeden memleketi olan Batman`da bir ara hayvan ticareti yapmis, ancak o isi iflas ederek ve mal varliginin hemen tamamini kaybederek birakmak zorunda kalmisti.

Insanlar tazminatsiz olarak isten cikariliyor. Bu insanlarin aslinda hicbir sosyal güvencesi yok. Dayanacaklari bir aile örgütlenmesi de bulunmuyor. Akrabalarin hemen hepsi, onlar gibi caresiz, cünkü onlar da sehre yeni gelmisler, hayata tutunmaya calisiyorlar. Üstelik memleketlerinden devraldiklari feodal gurur yakalarini birakmiyor. Onlarin baskalarindan para istemesine engel oluyor. 

Hayvancilik kirsal kesimde cökertilmis. Özellikle güney dogu Anadolu`dan göc dalgalari, bu nedenle büyük sehirlere vurmakta. Bu hayata tutunmaya calisan insanlarin tutunacaklari hicbir dal yok. Issizlik yardimi, sosyal maliyet olarak kabul ediliyor ve buna yanasilmiyor. Tersanelerde, surda, burda, cok basit emniyet tedbirleri, örnegin 3 liralik gaz maskesiyle önlenebilecek is kazalarinda her gün isciler can veriyor. Emniyet tedbirlerini, maliyetleri kabartacagi icin kabul edilmiyor. Bu emniyet tedbirlerini almayan is yerleri, örnegin tersaneler, cezalandiriliyor mu? Hayir! Topkapi`da, kis günü cadirlarin icinde isinmaya calisirken iscilerin yaktiklari sobadan cikan kivilcimlarin cadirlari tutusturmasi sonucu yanarak ölenlerin hesabi soruldu mu? Bu sorular böyle devam edip gider. Cünkü var olan düzen, islamcilik maskesi takmis olan bir "turbo kapitalizm"den baska bir sey degildir. Yani var olan iktidar sahipleri, bu iscilerin sefalate itilmesinin önüne gecebilecek issizlik yardimi, cocuk yardimi gibi harcamalari, kalkinmayi engelleyici yükler olarak görmekte ve bu harcamalari yapmamaktadir. Söyle düsünülmektedir: "take off" noktasini yakalayincaya kadar, bu sosyal maliyetlere katlanilmalidir. Nasil ki Cin`de, Tayland`da, Filipinler`de bir canak pirinc ugruna bütün gün calismaya hazir olan kitleler varsa, isgücü maliyetlerinde rekabeti yakalamak icin Türkiye de bu insanlarin sefalete itilmesine ses cikarmamalidir. Yalniz unutulmamasi gereken bir sey var: Cin`de evet bir canak ugruna bütün gün calisiyor insanlar, ama hic olmazsa calisiyor, bir is bulabiliyorlar. Dünya Bankasi verilerine göre, Cin`in 2000-2011 arasi ortalama büyüme hizi %10,8`dir. Hindistan ayni dönemde ortalama %7`lik bir büyüme hizi yakalanmistir. Nijerya`da bu hiz, %6 civarindadir. Filipinler`de bile %5`tir. Türkiye ise yüksek faiz ve degerli para yüzünden, ihracatini yeteri kadar artiramadigi icin ayni dönemde ortalama büyüme hizi %4,3`tür. Ekonomi yeteri kadar büyüyemedigi icin kronik issizlik orani cok yüksektir. 

Yani kalkinma icin insanlarin hayati feda edilmektedir. Peki, kalkinma bari istenen hizda saglanabilmekte midir? Hayir. 

Yani ödenen sosyal maliyete degiyor mu bu kalkinma hizi? Yine hayir. 

Peki, kalkinma mutlaka sosyal maliyet karsiliginda mi gerceklesir? Maalesef evet. 

Peki, bu sosyal maliyetin hic olmazsa aile katliamlarina ve can kaybina yol acmamasi icin gereken tedbirleri aliyor mu aileden ve kadindan sorumlu sayin bakan? Mesela büyük sehirlere güneydogudan gelmis büyük aileler icin ne gibi projeler gelistirildi, Aileden ve Kadindan Sorumlu Devlet Bakani sayin Fatma Sahin?

Behcet Necatigil bir siirinde söyle der: "Susanlara bir sey sormayiniz"

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Oprah Winfrey: "Irkçılık hâlâ problem"

Amerikali sarkici Oprah Winfrey`in Isvicre`de maruz kaldigi irkci muameleyi gazetelerden okuyunca bu irk ve milliyet meseleleri yeniden ön plana cikti. Olay gercekten ilginc. Düsününüz: Üc milyar dolariniz var ve dünyanin en sevimli insanlarindan birisiniz. Para, san, söhret hepsi sizde, Hazir Zurich`e gitmisken, ipinizi koparmak, tek basina alisverise cikmak istiyorsunuz. Ama birden bire karsinize cikan bir irkci, balyoz gibi tepenize inip size ummadiginiz bir deneyim yasatiyor. "O canta sizin icin cok pahali," diyor satici bayan. Sadece cantayi degil, cantayi üreten firmayi satin alacak serveti olan Oprah Winfrey`in "Bir ara dükkândaki her seyi satin almayi düsündüm" demesi de ilginctir. Iki nedenden ötürü. Bir: Zenginlik, insanoglunun saygiya ve sevgiye susamisligini bir nebze olsun azaltmiyor. Hatta belki tersine artiriyor. Iki:  Bu saygi ihtiyaci karsilanmadigi zaman insanoglu hemen kesenin agzini acmaya yelteniyor. Biz Türkler bu durumu "Ben adami paramla döverim" ifadesiyle aciklariz. (Ah, su Türkce`nin keskin alayciligi!)

Bizzat olayda, irkciliktan muzdarip satici bayanin, Oprah Winfrey`in cantaya dokunmasina bile izin vermemesi de ilginc. Canta cok pahali oldugu icin, camekânli özel bir bölmede muhafaza ediliyor. Oprah Winfrey üc kere rica etmesine ragmen, satici bayan bir türlü cantayi onun zenci ellerine teslim etmeye razi olmuyor. Bati kültüründe dokunmanin kirletmek anlamina geldigi yönünde bir metafor vardir. Mesela yeni dogan cocuk, hristiyanlikta suyun icine sokularak yikanir, yani vaftiz edilir. Ama bazi kisilerin aslinda vaftiz edilemeyecegine dair bir düsünce de vardir aslinda bati toplumlarinda. Söz gelimi Nietzsche "Ayak takimi icmeyegörsün ,bütün sular agulanir, "der. Yine Freud, dokundugunu altina dönüstüren, bu nedenle acliktan ölen kralin efsanesini yorumlar bize. Altin, efsanede pisligin yüceltilmis bicimidir. Aslinda kral her seyi dokunarak kirletmektedir. Yine ayni sekilde Isa`nin carmiha gerildikten sonra yeryüzünde Meryem`e görünmesi sirasinda onu "Bana dokunma" diye uyarmasi ilginctir. "Cünkü daha Babanin yanina cikmadim." (Bakiniz Yuhanna Incili, Bölüm:20) Bütün bunlar bu tür metaforlarla büyümüs Batililarin her tepkisinin, aslinda o metaforlar tarafindan kosullandirildigini gösterir.

Irkci asagilanmaya maruz da kalsa bir irka, millete mensup olmak insan icin kacinilmaz bir olgu. Eninde sonunda bir millete mensubuzdur. Icinde dogdugunuz milleti sevmenin ahlaki bir erdem oldugu ögretilir bize. Bir bakima milliyet, anneyle özdestir. Bir kadin hatirliyorum. National Geografic televizyonunun kaybolan dillerle ilgi yaptigi bir belgeselde konusmustu. Konusan sadece 5 kisi kalmis olan ana dili hakkinda, "Bu dil benim annemin konustugu dil" demisti. Annemizin agzindan cikan kelimeler, inanilmaz cagrisimlar yaparak sonsuzlukta yankilanir. Insanoglu. hicbir dili kendi ana dili gibi derinden duyarak algilayamaz. Ama bu dil ayni zamanda baskalarina yabanci kilar sizi. Kuran`da, "Isteseydik bir sizi tek bir kavim olarak yaratirdik" ayeti bulunmaktadir. Bu ayet, birbirinine yabanci olmanin evrenselligini anlatir bize. Yani bir bakima yabanci olmak evrensel, tanisik olmak ise istisnaidir. Ama ayni zamanda ayet, birbirimizi anlamaya ve sevmeye calismanin da vazgecilmezligine isaret eder.

Vatanimizda iken, Türklügün icinde yüzdügümüzden olacak, aklimiza pek milliyetimiz gelmez. Bu konular daha cok MHP`ye birakilir. Saka maka, bu parti, Türkiye`de Türklügü savunan neredeyse tek parti konumundadir su an. Ama ilk defa yurtdisina ciktigimizda birdenbire, MHP`nin desteginden de yoksun kaldigimizdan midir nedir, yalniz hissederiz kendimizi. "A, evet ya, biz Türk`tük sahi, ne yapacagiz simdi?" gibisinden telasa benzer bir ruh hali sarar benligimizi. Öyle ya, "Biz bu adamlarin sehirlerini zamaninda tek tek kusatip onlarin hayatini cehenneme cevirmedik mi?" seklinde bir soru bile sorabiliriz kendimize. Ögünsek mi yerinsek mi bilemeyiz. Yüzümüze devamli bir ayna tutulur ve Türk oldugumuz hatirlatilir. Aynadan yansiyan görüntü bize hic uymaz. Bir de karsiniza, bu yetmiyormus gibi, Fethullah cemaatinin Avusturya`daki basörtülü, takkeli temsilcileri cikar. Durum daha da karmasik bir hal alir.  Kendimizi simdiye kadar hep farki görmüsüzdür cünkü. Öyle ki, Türklük ve Türk olmak, simdiye kadar, bizim alabildigine disa acilmis evrenimizde bir ayrinti olarak kalmistir. Kendimizi neredeyse bu ayrintidan soyutlamisizdir. Soludugumuz havayi unutmamiz gibi. Bir örnek vereyim: ben Türk oldugum halde, kendimi hep Bizans`la özdeslestirmisimdir. Disardan gelip, kalelerinin güc kullanilarak zaptedilen bir sehrin ahalisinin yetiskinlerinin tek tek, âdeta siraya sokularak idam edilmesini, kizlarinin ve erkek cocuklarinin seks kölesi haline getirilmesini, direnmeyip teslim olanlarin da hayatta kalmakla ödüllendirilmesini övmem. Fatih`ten de kisi olarak zerre kadar hazzetmem. Onun yerine savasarak ölmeyi görev bilen, cesedi ölen diger yoldaslarinin cesetleri arasinda teshis dahi edilemeyen Bizans imparatorunu severim ve ona saygi duyarim. Yani ben klasik Türk cizgisinin o kadar uzagindayimdir. Hos, böyle bir cizgi var mi, o da tartisilir ya. Cünkü aslinda Türk olmak, alisilagelenin disina cikabilmektir bir bakima. Kimi zaman anti-Türk olabilmek, ama gerektiginde yine Türklüge geri dönebilmektir. Onu da bilirim. Yani Türklük aslinda bin yüzlüdür ve Türkler tarihte inanilmaz zikzaklar cizebilen bir ulustur. Öyle olmasaydi, Orta Asya`nin derinliklerinden Avrupa`nin iclerine kadar sokulabilir miydik? Bu yolculuga mim koymak lazim. Dünyada ücbine yakin ulus icinde sadece yedi ulus vardir bunu yapabilen: Ingilizler, Fransizlar, Ispanyollar, Portekizliler, Yahudiler, Cingeneler ve tabii ki, Türkler. Mesela Almanlar bunu yapamamistir. Cünkü kita Avrupasi tarafinda kalmislardir. Gerci denizci bir millet olan Viking`ler, yani bugünkü Norvecliler de bunu yapamamistir. Cünkü onlarin da nüfuslari yetersizdi. Arap ve Iranlilar yapamamistir. Hatta Iranlilar kazik cakmis gibi tarih boyunca buluduklari yerden bir milim ayrilmamislardir. Ilginctir: bu yolculuk yapabilen uluslar, ya kendileri bizzat irkciligin hedefi haline gelmis ya da irkcilikla mücadele etmek zorunda kalmislardir. Türkler iste bu az sayida, yer degistirirken benliklerini kaybetmeyen, tersine gittikleri yerlere kendi kültürel varliklarini kabul ettirebilen, oralarda devlet kuran uluslardan biridir, Hattâ bugün bile dünyanin neresine giderseniz gidin orada is yapan, calisan, sirketler ve okullar kuran Türkler görürsünüz. Bunlar Türkiye`de dogup büyüyen insanlardir. Piri Reis`in Güney Amerika haritasini havadan görebilmesi ve cizgiye dökebilmesi tesadüf degildir. Bütün bu siradisi isler Türklügün karakterinin ana hatlarini verir bize . Bu karakter, kendine inanilmaz güvenen ve kiliktan kiliga girmeye dünden hazir, darbelere hazirlikli; hinzir, fettan, capkin ve esprili bir tür akinci karakteridir. Bir cok uluslararasi metinde Türklerin haciyatmaz karakterli bir ulus oldugu, darbe yedikce, ayni hiz ve siddetle dogrulduguna iliskin görüs, bir gercegi ifade eder. (Sevgili Hocam Prof. Dr. Mehmet Gürkaynak bir egitim sirasinda vermisti bu degerli bilgiyi bize. Türklügün siradisi karakteri konusunda beni ilk aydinlatan odur).

Yani bir bakima Türk olmak, kabina sigamamak, sadece Türk olmayi yeterli görmemek demektir. Bunun getirdigi inanilmaz dinamizmi yasamak demektir. Gecenlerde, Ingilitere`deki bir dil kursunda tanisip sonradan evlendigi Peru`lu bir kizin pesinden ta Peru`ye giden, sonra kizdan ayrilarak Peru ormanlarinda tek basina yasayan bir adamin hikâyesini okumustum. Adamin bir kelime Türkce bilmeyen kizi, Türkiye`ye gelip akrabalariyla tanismak ihtiyacini hissetmisti. Adam ise hâlâ ortada yoktu. Bu, Türk olmaktir iste. Adam belki hâlâ Peru ormanlarinda yasiyor, ama Peru`lular bile ona ulasamiyor. Türk`lügün bir baska temsilcisinin de National Geografik dergisi icin, bes kurus para harcamadan doganin size sunduklariyla yasanabilecegini iddia eden ve gercekten bu sekilde yillarca yasayabilen o insan olduguna da inanirim. O da Türk`tür tam anlamiyla. Yahya Kemal, Malazgirt Meydan Savasi`ndan sonra Bizans ordularinin darmadagin oldugunu ve koskoca Bizans ülkesinin bir ara tamamen Türk ordularinin hakimiyetine girdigini, Türk akincilarinin o hizla ta Bogaz sirtlarina kadar gidebildigini anlatmistir. Ve söyle demistir: "Türk gözü Istanbul`u ilk o zaman gördü." Ifadenin güzelligi, insanin icini ürpertiyor. Türklük ve Istanbul birlesince ortaya tabi inanilmaz güzellikler cikti. O akinci ruh Türktür iste. O ruhu ta icinde hisseden Yahya Kemal de Türk`tür.

Türkler insanligin bir kesimi. Ama ayni zamanda baska kesimler, baska zenginlikler var. Ben kendi hesabima Afganistan, Pakistan ve Hindistan asigiyim örnegin. Tamil ve Telugu dillerini hatasiz konusmayi ne kadar isterdim. Ayrica Bengal dilini de konusmak isterdim. Tagore`u kendi dilinde anlamak icin. Biliyorum ki. o harika siirler o dilde baska türlü yankiyacak. Pastun dilini konusmak isterdim. hâlâ arada bir BBC internet sitesinde Pastun dilinden haberleri anlamasam bile dinlerim. Dil, inanilmaz güzelliktedir. O sert cografyanin dili oldugu, hemen hic belli olmaz. Onlarin özelliklerini ve benzersizliklerini bilmeyi, dünyada artik konusulmayan baska dillerin sonsuzluktaki yankilarini dinlemeyi, dünyada mevcut 3500 dilin hic olmazsa 70-80`ini konusabilmeyi, mesela Bantu`lari anlayabilmeyi... Ama biliyorum ki, bu güzellikler benim ulasabilecegimden cok uzakta. Ama hic olmazsa o güzelliklerin var oldugunu bilmek, avutuyor insani. Irkcilik hâlâ bir problem demis, Oprah Winfrey. Problem, irkciligin aslinda bir ruhsal yoksulluk, bir zenginlikten habersizlik olmasindan ileri gelmektedir.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Ilimli Islam modelinin patenti aslinda Türkiye`nin elinde

Misir`da duvara toslayan, Tunus`ta krize giren, öte yandan Türkiye`de AKP iktidari ile on yildir uygulaniyor gibi görünen ilimli islam modelinin gelecegi tartisilmakta. 

Su an bu model Türkiye disinda bir tek Gannusi liderligindeki Tunus`ta tutunuyor. Gannusi`nin bilge bir yönetici olmasinin, ilimli cizgisinin bunda rol oynadigi acik. Ama henüz rejim Tunus`ta yeni kurulmus durumda ve daha ne kadar sürecegi de belli degil. Öte yandan Tunus`taki batililasmis, laik kesimin toplum hayatinda, ayni Türkiye`deki gibi etkili oldugu da bir gercek. Yani ilimli islam denilen sey, artik her neyse, yasayabilmek icin topluma etki edebilen, hattâ Türkiye`deki gibi toplum hayatinda basrol oynayan, ama islamcilari pek de fazla dislamayan, onlara hosgörü ile bakan, islami kesimden bagimsiz, cogu zaman ona karsit bicimde var olan, batililasmis, laik bir kesime ihtiyac duymakta. Diger bir anlatimla laisizm belli bir güce dönüsmeden ilimli islam modelinin iktidarda kalacagini düsünmemek gerekiyor. Misir`da bu kesim, Türkiye`deki kadar güclü degildi belki. Üstelik Misir yönetim bicimi acisindan laik de degildi. O nedenle ilimli islam modeli orada tutunamadi. Ilimli islamin yasayabilmek icin toplumsal tabani itibariyle etkin bir güce dönüsen laisizme ihtiyac duymasi, celisik gibi görünüyor. Ama bir gercegi ifade ediyor.

Yani Ali Bulac`in sandigi gibi, "Batililar kendilerine uyan bir demokrasi istiyorlar. Bu olmayinca müslümanlarin demokrasisini bir darbe ile ortadan kaldiriyorlar" diye bir sey yok. Durum aslinda bunun tam tersi: Batililar, kendilerine hic benzemeyen, Müslümanlari da tatmin edecek, bir bakima onlarin gözünü boyayacak  bir demokrasi kurmak icin ugrasiyorlar. Ancak toplumsal dinamikler buna izin vermedigi icin elleri kollari bagli bir sekilde olanlari kabullenmek zorunda kaliyorlar. Toplum dedigimiz sey o kadar güclüdür ki, o kendi yolunda ilerler, disardan cok fazla manipüle edilemez. Misir`da meydanlarda toplanan milyonlarca kisiyi Bati`nin hicbir istihbarat örgütü toparlayamaz. Koskoca Bati dünyasi bir oldu, kücücük Somali`yi yola getirebildi mi? Amerikan askerini ayagindan bagli halde yerlerde sürüklediler, Amerika seyretmekten baska bir sey yapabildi mi? O Amerika Vietnam`a söz gecirebildi mi? Afganistan`a hakim olabiliyor mu? Irak`tan canini zor kurtarmadi mi? Ayni sekilde Bati dünyasinin bu saydigimiz ülkelerden daha fazla entellektüel derinlige sahip ve her acidan büyük bir ülke olan Misir`da da yapabilecekleri cok sinirlidir. Misir`da olanlarin bugün Bati`nin müdahalelerinden degil, esas olarak Misir`in kendi ic dinamiklerinden kaynaklandigini kabul etmek gerekir.

Kisacasi ne Bati, ne de onun istihbarat servisleri ve yerli isbirlikcileri o kadar güclü! Bunu söyleyen sadece AKP`nin düsünsel acidan hepsi birer sifir olan yari aydinlari! Bunu da tabii siyasi rant saglamak icin yapiyorlar. Evet, belki Islam cografyasina demokrasiyi getirmek icin ugrasan Bati, Türkiye örneginden cesaret aliyor olabilir. Ama laisizmi belli bir güce eristirmeden bu modelin diger islam ülkelerinde tutunamayacagini üc asagi bes yukari artik onlar da biliyorlar. 

Erdogan`in, Müslüman Kardesler Misir`da iktidara geldikten sonra bu ülkeye yaptigi ziyarette söyledigi sözler bu acidan dikkat cekicidir. Erdogan, tepki cekmeyi göze alarak o ziyarette acikca laisizmi savunmustur. Söyledigi cümle aynen sudur: "Ben kisi olarak müslümanim. Ama laik bir cumhuriyetin basbakaniyim."

Bu cümlede ilimli islam modelinin bütün sifreleri gizlidir aslinda. Yani o sunu demek istiyor: Yasam bicimi itibariyle bir müslüman gibi yasayan herkes bu sistemde, yasayisindan ve inanclarindan ödün vermeden basbakan, hakim, doktor, milletvekili, yargitay bassavcisi olabilir. Bir adim daha atalim: basi kapali bir kadin hakim yargitay baskani olabilir. Basi kapali bir müslüman kadin, cumhurbaskani olabilir. Nitekim Türkiye cumhurbaskaninin esi zaten basi kapali degil mi? Yalniz bakin: adim attikca aslinda isler catallasiyor. Laik bir cumhuriyetin basi kapali kadin cumhurbaskani olur mu? Olur, neden olmasin, bal gibi olur, diyenler cikabilir. O zaman ikinci soru geliyor: Önüne gelen laisizme aykiri bir kanun tasarisina bu basi kapali kadin cumhurbaskani hangi gözle bakacak? Müslüman kimligiyle mi, yoksa laik bir cumhuruetin cumhurbaskani kimligiyla mi? Tabii ki, müslüman kimligi ile düsünmeyecek. Basi kapali da olsa, laisizme aykiri kanun teklifini veto edecek, diyebilir misiniz? Bu tür sorulara net bir yanit veren kimse yok. Neden? Cünkü net bir cevap verilemez de ondan. Sonucta insan bu. Inanclar söz konusu oldugunda, verilen sözler, yeminler buhar olur ucar. Cünkü insanoglu her seyden önce düsünsel bir varliktir. Örnegin bir bilim adami, "ben inancimi laboratuarin kapisinda birakir, iceri öyle girerim", dese bile, sonunda ya bilimi bir yana birakir ya da inancini degistirir. Kaldi ki, ilimli islam modelini savunanlardan hicbiri inancin bir yana birakilacagini söylemiyor.  Yani onlar o bilimadamini animsatir bir sekilde "müslüman bir basbakanim, ama inancimi kapida birakirim," demiyorlar. Onlar, müslüman kimligini muhafaza edenlerce islami esaslara aykiri olsa bile bazi kararlarin alinabilecegini savunuyorlar. Ama bu savin inandiriciliginin cok düsük oldugunu da biliyorlar.

Zaten uc noktalara kadar giden kimse yok. Hele hele Bati`da bu uc noktalari seven kimse kalmadi gibi. Yapilmak istenen sey, derin bir felsefî problemi cözmek degil, teorik bir bütünlük ortaya koymak degil, islamofobiyle bas edebilmek. Yükselen islam dünyasi ile her ne pahasina olursa olsun barisabilmek. Dolayisiyla her sey, sanki zit kutuplarin birlesmesi mümkün olabilirmis gibi tiyatro benzeri bir aldatmaca kampanyasi seklinde yürütülüyor. Aslinda sunu söyleyebiliriz: ilimli islam denilen sey, teorik temeli olmayan, tamamen kitlelerin gözünü boyamaya yönelik, politik bir söylemdir. Isin teorik boyutunun tam bir basarisizlik oldugu Türkiye`de bundan tam 64 yil önce, 1949 yilinda yayimlanan Ahmet Hamdi Tanpinar`in Huzur adli romaninda Türk aydinlarinca itiraf edilmistir. Buna "itiraf" demek lâzim, cünkü islamla demokrasiyi baristirmak 1850`li yillardan beri bütün Osmanli Tanzimat ve Mesrutiyet aydinlarinin ana temasiydi. Onlar Osmanli Devleti`nin geleneksel yapisini ortadan kaldirmadan topluma cagdas Bati toplum standartlarinin getirilebilecegini düsünüyorlardi.  Geleneksel islami degerlerle, cagdas Bati standartlarinin uyumlulastirilmasi görevini, dahi hukukcu Ahmet Cevdet Pasa, 1865 Mecelle`yi yazmaya baslayarak üzerine aldi. Yani Türkiye belki de dünyada ilk kez, Islam`la Bati toplum standartlarini birbirine uyumlu hale getirmeye calisan bir ülkedir. Bunu Türkiye yapabildi. Cünkü Türkiye`de her seyden önce, modelleri evirip cevirmeye elverisli bir toplumsal tahammül kapasitesi, karsilikli yumusamayi bilmek yolunda katedilen bir mesafe vardir. Bu "ilimli islam" denilen seyi, iste Türkiye bu nedenle belki yüzelli yildir kendi bünyesi icinde tartisiyor, bu konuda kitaplar yaziliyor. Hattâ Türkiye bu yarattigi modeli bir süre kendi bünyesinde uygulamistir da. Mecelle, 1870-1926 arasi, neredeyse 55 yil yürürlükte kalmistir. Ama sonra yerine Isvicre hukukuna birakmistir.  

Mecelle rafa kaldirildiktan sonra bile Türkiye`de aydinlar arasinda Islamiyetin demokratik normlarla ifade edilmesine yönelik calismalar tüm hiziyla devam etti. Buna ragmen calismalar basarisizlikla sonuclandi. Ahmet Hamdi Tanpinar`in "Huzur" adli romani, bu acidan Türk düsünsel hayatinda bir milattir. Hilmi Yavuz bu gelismeyi bir "kopma" olarak nitelendiriyor. Ama simdi zihinlerde cok önceden böyle bir kopma olmamis gibi, Türkiye ve aydinlari, ilimli islam modelini, sirf Bati öyle istiyor diye, gündemde tutuyorlar. Hatta Hilmi Yavuz gecenlerde "Ben bir sentezin var olabilecegini ummustum" bile dedi. Tatile cikmadan önceki son yazisindan alintiliyorum:

Ben Türkiye’de bu çelişkinin aşıldığını; çelişki yerine, modern Laik Kemalizm’le geleneksel İslamî Muhafazakarlığın bir ikili karşıtlık olarak, üçüncü bir konumu mümkün kılabileceğini düşünüyordum ve maalesef yanıldım. (Bakiniz: Gezi Parkı eylemleri ve Türkiye’nin temel çelişkisi, Zaman, 30 Haziran 2013, Pazar)


Hilmi Yavuz`un sanki bir "kopma" hic olmamis gibi, karsitlarin ücüncü bir konumu mümkün kilabilecegini düsünmesi gariptir. Ama bu bize, konunun aydinlarin zihninde henüz kapanmadigini göstermektedir. Hâlâ böyle bir sey mümkünmüs gibi düsünülüyor. Ama fazla isin derinine inmekten kaciniliyor. Ne kadar derine inilirse, o kadar basarisizlik ihtimali artacagi icin belki. Cünkü modelin teorik temelinin olmadigi artik biliniyor. Ya da konjonktür öyle gerektirdigi icin, bu konunun daha cok su kaldiracagi bilindigi icin böyle davraniliyor. Bu konuda Türkiye`nin Islam dünyasina karsi ebeveyn rolü oynadigi söylenebilir. Aslinda gerceklesmesi mümkün olmayan bir seyi, cocuga mümkünmüs gibi göstermek ve bunu cocuk üzülmesin diye belki ici kan aglayarak yapmak. Örnegin AKP basi kapali bir kadin milletvekilini meclise sokmaya calismiyor. Bu konuyu kasimak isteyenlere de fazla söz hakki verilmiyor. Bu ugurda her biri dünya siyaset tarihine gecebilecek ilginc söylemler gelistiriliyor. 

Yayimlanan bir gazete haberi aynen söyle:

Rivayete göre Kızılcahamam toplantısında AKP'nin Kurucular Kurulu üyesi Fatma Ünsal Başbakan Erdoğan'a restini çekmiş ve şöyle demiş: "Kadınlar başörtülü Meclis'e giremiyor. Sekiz yıl geçti. Bu konuda adım atmayacaksanız siyasi tercihimi değiştirip, bağımsız hareket edeceğim."

Tayyip Erdogan bayan katilimcinin öfkeli sorusuna toplantida su karsiligi vermisti: 

"İnsaf, samimiyetimizi sorgulamayın! Her şeyin bir zamanı var! Çocuk bile dokuz ay on günde oluyor! Üniversitelerdeki sorunu bile çözemedik! Nelerle karşılaştığımızı biliyorsunuz! Siyasi tercihinizi değiştirirseniz sizin adınıza üzülürüm. Sizin bileceğiniz iş!" (Bu haber 21.10.2010 tarihli, Erbakan yanlisi El-Aziz gazetesinden alinmistir)

Bakiniz bu cümleler dünya siyaset tarihine gecmeye adaydir. Neden mi? Cünkü " Insaf," diyor Basbakan. "Sekiz yil da bir sey mi? Her seyin bir zamani var".

Sevgili dostlarim, inanin, 23 yil da gecse, söylem degismeyecek. Her seyin bir zamani oldugu söylenecek. Ilimli islam denilen sey, iste tam da budur. Dünyada belki AKP disinda hicbir iktidar, sekiz yili kisa bir zaman gibi göstermeye cesaret edemez. Biliyorsunuz, Japonya`da iktidarlar iki yilda bir degistirilirler. Ama AKP bunu basariyor!  

Sonucta ne olacak? Bati kendine yeni bir propoganda araci buldugunda bu ilimli islam denilen manasiz propagandayi kaldirip bir kenara atacak. Nitekim altan alta bu sürec basladi bile. Islam ülkelerinde teorik derinlik arttikca, bu modelin hicligi de ortaya cikacakti zaten. Twitter, Facebook derken, islam düsünürlerinin bolca okunmasi, laisizmle islami ilkeler arasinda toplumsal bir uzlasma olamayacaginin görülmesi, AKP gibi ara modeller icin canlarin calmasi demek. 

Unutulmamasi gereken bir sey var: Türkiye en radikal bir sekilde, seriattan laisizme gecmis bir ülkedir. Bunun olmasi icin gereken toplumsal calkantilari göze almadan bu degisimin gerceklesecegini beklemek en hafif tabiriyle "hayalcilik"tir. Türkiye laisizme gecti ama Balkan Savasi, Birinci Dünya Savasi ve Kurtulus Savasi gibi en agir bedelleri ödeyerek yapti bunu. Toplum 10 yil araliksiz savasti. Okumus, aydin kesim neredeyse tümüyle yok oldu. O zamanlar bütün dünya derin bir degisim sürecinden gectiginden, bu calkanlilarin ucu pek kimseye dokunmadi. Ama simdi yerlesmis bir uluslararasi düzen var. Islam dünyasinda degisim vakti, dünyayi yerlesik bir konumdayken yakaladi. Bati, toplumsal calkantidan kacan kitleler kendi sinirlarina dayanmasin diye her ne pahasina olursa olsun islam toplumlarinin ayni bedeli ödemesini engellemeye calisiyor. Degisimin yavas yavas olmasi konusunda onlari ikna etmek icin de "iste bakin Türkiye`ye, onlar basardi, siz neden basaramayasiniz" diyor. (Türkiye`nin ödedigi bedellerden bahseden yok tabii). Bati, AKP`nin bu nedenle iktidarda kalmasini istiyor. Bu nedenle balkon konusmalarinda Basbakan`in agzindan Amman`a, Kahire`ye, Bagdat`a selamlar gidip duruyor. Bu konusmalari dinleyip keske, diyor insan. Keske, bir kisi bile zarar görmeden Islam cografyasinda kapiya dayanan bu degisimler gerceklesebilse! Ama dedigim gibi toplumlar cok fazla manipüle edilemez. Onlar kendi yolunda yürüyeceklerdir.