TIR Olayi, Türkiye`yi olusturan bilesenlerin birbirine karsi konumlari acisindan bize ipuclari vermektedir. Bu bilesenlerden özellikle ücü son dönemde cokca ön plana cikmistir. Bunlar siyasi yapi, cemaat ve istihbarat örgütleridir.
1- Tabii ilk göze carpanin iktidar ve muhalefet partilerinden olusan siyasi yapi oldugu kuskusuz. Ülkede aslinda iyi kötü oturmus bir siyasi yapi var. Partiler kanunu ve secime girme baraji toplumda üc asagi bes yukari kabul görmüs gibi. Tabii ki, bu yapi Avrupa standartlarini cogu zaman yakalayamiyor. Ama cok kötü de degil. Hele hele islam ülkelerinin cok ilerisinde.
2- Cemaat benzeri yapilanmalar da siyasi kararlarin alinmasinda rol oynamakta. Bu yapilanmalarin sekli semali, kurali kaidesi yok gibi görünüyor. Belki var da biz bilmiyoruz. Sirasinda öyle kivrak zikzaklar cizmekteler ki, dogrusu bunlarin sirasi gelince kuralsizliga ve sekilsizlige sigindiklari rahatlikla söylenebilir.
3- Bir de tabii Türkiye`de cirit atan istihbarat örgütleri bulunmakta. Bunlar, Türkiye`de, ülkenin cografi konumundan ötürü diger ülkelere nazaran daha etkin. Gerci istihbarî faaliyetlerin toplumu karistirmasina, ülkenin demokratik kurumlari engel olabilir. Ama Türkiye`nin demokratik kurumlari, özellikle sivil toplum örgütleri ve basin; maalesef bunu yapabilecek gücte degil.
Isi karistiranin ve belki de cözümsüzlüge dogru iten, Cemaat türü yapilanmalarin sekilsiz, kuralsiz karakteridir aslinda. Bu tür yapilanmalar eskiden Avrupa`da ve Amerika`da vardi, hatta bugün de etkisi azalmis olarak vardir. Ancak genel olarak bütün Bati`da Cemaat türü yapilanmalarin gücünün bilgisayar devrimiyle azaldigini görüyoruz. Siyasi kurumlar ve sivil toplum örgütleri, bilgisayar devrimi sayesinde bu tür dinî referansli gizli yapilanmalarin icindeki bütün gizi aciga cikardi. Geriye hemen hicbir sey kalmadi. Simdi bunlar Türkiye, Rusya gibi ülkelerde halen güclüyse, bunu, toplumlarin siyasi veya dini kurumlarinin görece gücsüz olusuna baglamak gerekir.
TIR olayina iste bu üc bilesenin birbiriyle olan iliskisi acisindan bakmak yararli olur. Devlet`in Suriye ile iliskili gizli bir operasyonu ortaya cikariliyor. Ilk bakista bu ortaya cikarilisin istihbarat örgütlerinin bir marifeti oldugu söylenebilir. Cünkü MIT gibi bir istihbarat örgütünün operasyonu, ancak baska bir karsit istihbarat örgütü tarafindan desifre edilebilir. Ama bu sefer durum sanki biraz daha karmasik gibi. Neden derseniz, bu olay, tam da devlet icinde bir cete oldugunu ileri süren iktidarin dev bir propaganda aygitiyla Cemaat`in üzerine yürümeye hazirlandigi bir ortamda, sanki gökten düsmüs elma misali meydana geliyor. Üstelik propaganda, devlet icinde yuvalanmis cetenin, (artik her nasil bir seyse bu, bana biraz "faiz lobisi" gibi ucu bucagi olmayan, "amorf" bir yapiyi cagristiriyor), Türkiye`nin hayati cikarlarina ve onun bölgesel bir güc olmasini engellemeye yönelik bir hareket icinde oldugunu, yani "ajanlik" faaliyeti icinde bulundugunu ispatlamaya yönelik olarak yapiliyorken.
TIR olayi ayrica Türkiye`deki ana siyasi akimlarin birbirine karsi konunumun haritasini bize sundu. Öncelikle Türkiye`nin Suriye politikasinda kanunsuz yollara saplandigini söyleyenler bilinen tezlerini tekrarladilar. Biliyorsunuz, bu kesim daha cok CHP tarafindan temsil edilmektedir. Yalniz onlar, bu kanunsuzlugu yapanlarin yolsuzlugu da kolaylikla yapabilecegini söyleyerek buradan yolsuzluk operasyonuna kapi acmaktadirlar ki, bu düpedüz sapla samani birbirine karistirmaktir. Bütün devletler gizli operasyon yaparlar. Ama bunlari yapmalari, yolsuzlugun ve kanunsuzlugun o devletleri ele gecirdigi anlamina gelmez. Öyle olsaydi ABD, yolsuzlugun merkezi olurdu. Ama öyle degildir. Ikinci grup, MIT`i devlet icinde yuvalanan cetenin ele verdigini söyleyip, cete üzerinden Cemaat`e yönelik dolayli suclamalarda bulunanlardan olusmaktadir. Bu tarafta biliyorsunuz, koskoca bir iktidar aygiti ve ona bagli gazeteler, basta Star ve Yeni Safak olmak üzere, faaliyettedir. Bir de, ücüncü bir grup olarak TIR`in ele verilisini yabanci istihbarat örgütlerinin marifeti olarak gösterip bunun AKP Cemaat savasini kizistirmaya yönelik istihbarî bir faaliyet oldugunu söyleyenler var. Bu savin zayif tarafi, AKP Cemaat savasinin hangi ülkenin yararina oldugunun bir türlü bulunamamasidir. Üstelik bu savin gecerli olmasi icin AKP Cemaat mücadelesinin, Türkiye`yi zayiflatiyor olmasi gerekir. Acaba öyle mi? Tamam, bir gerginlik var, dolar yükseliyor. Ama bunlar bir ülkeyi zayiflatmak icin yeterli midir? Bu sürec, daha cok bir yeniden yapilanmaya benzemiyor mu? Bu olaylarla ülkenin kendi hukuk düzenine ceki düzen vermesi geregi ortaya cikmiyor, gizli yapilanmalara yer acan bünyesel hastaliklar tedavi sürecine girmiyor mu? Yani devlet aygitini, Erdogan`in cumhurbaskanligina hazirlamak icin bir temizlik yapildigi izlenimi dogmuyor mu?
Yeraltinda neler olup bittigini daha ziyade iktidarlar bilir. Bu nedenle sunu öne sürmek mümkün: Cemaat gibi aslinda siyasi olmayan bir yapilanma, AKP gibi bir siyasi partiyle sonuclari siyasi olabilecek bir mücadeleye girmemelidir. Bu mücadeleyi gercekten istiyorsa, partilesip siyasi arenada bagimsiz bir güc olarak boy göstermelidir. Cemaat, söyleyecegi sözü partileserek, siyasi programiyla ortaya koymadikca girdigi siyasi icerikli mücadelelerden istedigi sonuclari ya alamayacak, ya da alsa bile bu sonuclari istedigi sekilde degerlendiremeyecektir. Öte yandan Cemaat ortaya siyasi bir parti olarak ciksa, bu sefer siyasi arenada marjinalize olup carcabuk silinecektir. Dolayisiyla AKP Cemaat savasi, aslinda mantikî tutarliligi olmayan, var olmamasi gereken bir mücadeledir. Cemaatin uzlasma cabalarina ragmen hâlâ daha sürdürülüyorsa bunu da ayrica sorgulamak gerekir.
6 Ocak 2014 Pazartesi
22 Aralık 2013 Pazar
Yargi ile iktidarin üzerine gidilebilir mi?
Yargi, kuvvetler ayriligi prensibine göre yürütme ve yasamayla karsilikli calisan bir devlet erkidir. Bu karsilikli calismanin celiski ve catismayi icerdigi rahatlikla söylenebilir ve aslinda istenen ve arzu edilen bir durumdur bu. Sistem bu celiski üzerine kurulmustur cünkü. Celiskiler yeni fikirlerin yaratilmasina neden olur ve devletin gücüne güc katar. Ama yargiya "muhalefet" görevi yüklemek imkânsizdir. Muhalefet etmek isteyen bir güc, bunu siyasi yollardan yapmalidir. Bunun yeri de siyasi arenadir.
Halkin önüne cikip iki cift laf edilebiliyor mu? Dahasi, dinleyiciler bu konusma sirasinda inandirilabiliyor mu? Bu belki de dünyanin en zor isini yapabilecek siyasi organizasyon gücü mevcut mu? Iste bütün mesele budur... Cünkü kapitalizm, insanlari ikna etmek ve onlari yönlendirmek yetenegi üzerine kurulu bir sistemdir. Sadece veri yetmez. Sadece caliskanlik, yetenek, bilgi yetmez. Dil dökmek, insanlarin gönlüne girmek gerekir. Malini en az maliyetle müsteriye satabilen, kraldir, isterse mal kalitesiz olsun. Bir mahalle kahvesine girip, kendisini hic tanimayan insanlarda bir anda bir sempati dalgasi yaratabilen bir konusmaci, kraldir. Bunu yapamayan tarihe karisir.
Örnegin 12 Mart döneminde askerlerin kullandigi dili, siyaset diline ceviren bir Nihat Erim vardi. 12 Eylül döneminde Turgut Özal vardi. Bülent Ulusu vardi. Sonra Kenan Evren, bizzat siyasetci olarak siyasi arenaya indi. Nitekim askeri vesayet, daha sonra hicbir siyasinin bu mesajlari siyaset diline cevirmemesi, cevirmeye yeltenenlerin ise derhal halk tarafindan cezalandirilmasi sayesinde son buldu.
Eger ortada verilen mesajlari siyaset diline cevirecek bir siyasi organizasyon yoksa, mesaj yine verilir, ama siyasiler bunlari havada kaparlar ve o mesajlari islerine geldigi gibi kullanilir.. Örnegin hükümet de bir siyasi organ oldugu icin bunlari kendine yontar bicimde yorumlar, o zaman hükümet karsiti gibi görünen caba ssonucta hükümetin kuvvetlenmesine bile neden olabilir.
Halkin önüne cikip iki cift laf edilebiliyor mu? Dahasi, dinleyiciler bu konusma sirasinda inandirilabiliyor mu? Bu belki de dünyanin en zor isini yapabilecek siyasi organizasyon gücü mevcut mu? Iste bütün mesele budur... Cünkü kapitalizm, insanlari ikna etmek ve onlari yönlendirmek yetenegi üzerine kurulu bir sistemdir. Sadece veri yetmez. Sadece caliskanlik, yetenek, bilgi yetmez. Dil dökmek, insanlarin gönlüne girmek gerekir. Malini en az maliyetle müsteriye satabilen, kraldir, isterse mal kalitesiz olsun. Bir mahalle kahvesine girip, kendisini hic tanimayan insanlarda bir anda bir sempati dalgasi yaratabilen bir konusmaci, kraldir. Bunu yapamayan tarihe karisir.
Eger verilecek bir mesaj siyasi yollardan verilemedigi, baska yollara tevessül edildigi zaman ne olur? Sözümona devletin icine sizarak, bazi köse baslarina adamlar yerlestirip devlerin gücünü siyasi bir silah olarak kullanmaya yeltenip, kanun hükümlerinin yol actigi nispette, hükümet karsiti operasyonlar düzenlemeye kalkismak, tabii bütün bunlar düsünülebilir. Böyle seyleri bolca yapmaya calisanlar olmustur da.
Ama dikkat edilsin, sistem bu gibi seylere bagisik olmak üzere kurulmustur. Cünkü siyasi mesajlar, ancak siyasi organizasyonlar tarafindan verilebilir. Internet sitelerinin, gazetelerin, ordunun, askerlerin, mahkemelerin, meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluslarinin, cemaatlerin, din adamlarinin, hacilarin, hocalarin böyle bir islevi yoktur. Nitekim eskiden, askeri bürokratik vesayet döneminde askerler mesajlarini kapali kapilar ardinda veya acikca, basin önünde verirlerdi. Ama sonra siyasiler bunu siyaset diline cevirirler, programlarina alirlar, sloganlastirirlardi.
Ama dikkat edilsin, sistem bu gibi seylere bagisik olmak üzere kurulmustur. Cünkü siyasi mesajlar, ancak siyasi organizasyonlar tarafindan verilebilir. Internet sitelerinin, gazetelerin, ordunun, askerlerin, mahkemelerin, meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluslarinin, cemaatlerin, din adamlarinin, hacilarin, hocalarin böyle bir islevi yoktur. Nitekim eskiden, askeri bürokratik vesayet döneminde askerler mesajlarini kapali kapilar ardinda veya acikca, basin önünde verirlerdi. Ama sonra siyasiler bunu siyaset diline cevirirler, programlarina alirlar, sloganlastirirlardi.
Örnegin 12 Mart döneminde askerlerin kullandigi dili, siyaset diline ceviren bir Nihat Erim vardi. 12 Eylül döneminde Turgut Özal vardi. Bülent Ulusu vardi. Sonra Kenan Evren, bizzat siyasetci olarak siyasi arenaya indi. Nitekim askeri vesayet, daha sonra hicbir siyasinin bu mesajlari siyaset diline cevirmemesi, cevirmeye yeltenenlerin ise derhal halk tarafindan cezalandirilmasi sayesinde son buldu.
Eger ortada verilen mesajlari siyaset diline cevirecek bir siyasi organizasyon yoksa, mesaj yine verilir, ama siyasiler bunlari havada kaparlar ve o mesajlari islerine geldigi gibi kullanilir.. Örnegin hükümet de bir siyasi organ oldugu icin bunlari kendine yontar bicimde yorumlar, o zaman hükümet karsiti gibi görünen caba ssonucta hükümetin kuvvetlenmesine bile neden olabilir.
Nitekim bugün olan da bu degil mi? Bazi iktidar yanlilarinin yolsuzluk yaptigi, bu yolsuzluklarin üzerine yargi organlari vasitasiyla gidildigi görülüyor. Ama daha baslangicta yapilan sey iki tarafi keskin bicak misali, hükümetin siyasi propagandasi icin öylesine bicilmis kaftan görüntüsü veriyor ki, bu yapilanlarin hükümetin isine gelecegi o kadar acik ki, secim öncesi bir propaganda malzemesi yaratmak icin hükümet ve ortagi olan hareket tarafindan bile bile organize edildigi ihtimalini akla getiriyor. Bence burada isin icinde iki tür amac sahibi de var: Birincisi, yolsuzluk operasyonlarindan yararlanarak hükümeti yipratabilecegini sanan, siyasi anlamda gercek "ebleh"ler ... Ama bunlarin sayisi son derece az gibi görünüyor. Ama asil isin öbür boyutuna oynayanlar, yani hükümetin yararlanmasi icin bu catismadan malzeme üretmeye calisanlar daha fazla gibi, Toz duman biraz dagilsin, bu ayrisma daha net bicimde görülecektir.
Bu yapilanlar, hükümete neden altin firsatlar sunuyor?
Bu yapilanlar, hükümete neden altin firsatlar sunuyor?
1- Hükümet bu yargi operasyonlarina karsi derhal "yargi bagimsizdir" sloganina sarilip, "bakiniz, sirasinda en güzide bakanlarimizin ogullarini bile gerektiginde savciya teslim etmekten cekinmedik. Bizde hukukun üstünlügü prensibi esastir, türünden bir propagandaya zemin saglayabilir. Tabii bu tür hukukseverligin AKP acisindan gercek olmadigini herkes biliyor. Ama bu propagandayla bunun tem tersi bir görüntü yaratilamaz mi? Bu durumda malini satar mi hükümet? Bence satar. Nitekim simdiden Ali Babacan`in agzindan " "Biz hiçbir zaman yolsuzluğun üzerini örtmeyiz, yolsuzlukların arkasında durmayız gereği ne ise yaparız" , cikislari duyulmaya basladi bile.
Gecmiste bir ara Özal da, Ismail Özdaglar adindaki bakanini yarginin eline teslim etmis, sonra da bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanmisti. Ama o sirada bile ANAP yolsuzluklarin batagina girtlagina kadar saplanmis durumdaydi. Yine de Özal, böyle bir durumda bile dürüstlük propagandasi yapabilmisti.
2- Bu yapilanlar, AKP`nin o cok bayildigi "magduriyet" propagandasina destek veriyor. Yine dis gücler vurgusu, yine kökü disarda operasyon yapiliyormus havasi, basta basbakanin agzindan olmak üzere sikca dile getirilir oldu. AKP askeri vesayeti bitirdikten sonra, magdur olamamanin, halka birilerini sikayet edememenin sikintisi icindeydi. Cemaat tam o sirada AKP`nin imdadina yetisti denilebilir.
3- Zengin is adamlarina, lüks hayat yasayanlara, babasinin ününden yararlanip kesesini doldurmaya calisanlara, kisacasi asalak yasam türüne karsi halkin biriken öfkesi siyasi alanlara kanalize ediliyor. Asalak yasami mahkûm ettirmek, bir muhafazakâr iktidarda da mümkündür imaji verilmeye calisiliyor. Oysa asalak yasamlarin daha cok muhafazakâr iktidarlar döneminde palazlandigi, özellikle Türkiye gibi feodal-mafya türü olusumlarin hâlâ capcanli oldugu bir ülkede, sosyolojik bir vakiadir.
4- En önemlisi siyasi catismanin ekseni AKP CHP ekseninden cikariliyor ve eksen, AKP Cemaat arasina yerlestiriliyor. Yani secim süreci, bir demokratik demokratik hak ve özgürlüklerin gelistirilmesine hizmet etmekten cok, muhafakâr klikler arasindaki kayikci kavgasina indirgeniyor. Bu kavgayi kim kazanirsa kazansin, Türkiye`deki temel hak ve özgürlükler bir adim bile ileri götürülemeyecektir. Cünkü AKP de en az Cemaat kadar demokrasi karsiti bir olusumdur.
Türdes unsurlari birbiri ile rekabet ettirerek bir kâr sarmali yaratmak, aslinda is adamlarinin kullandigi kapitalist bir taktiktir. Koc Holding bir zamanlar Arcelik`e karsi Beko markasini bu amacla yaratmisti. Her ikisine de benzer kaltedeki mallari, az cok farkliliklar yaratarak ürettirip kendisine karsi gelisen tüketici tepkisini yine kendi amaclari dogrultusunda, kârina kâr katmak icin kullanabildi. Yani bir anlamda tekel kurmaktir bu. Türkiye`nin siyaseti üzerinde de muhafazakâr dinci cevrelerin âdeta bir tekeli kurulmaya calisilmaktadirlar. Demokratik talepler bu yolla âdeta marjinalize edilmektedir.
5- Bu kavgayla aslinda muhafakâr dinci cevreler demokratlardan, liberallerden rol calmayi amaclamalari da isin bir baska yönü. Dikkat edilirse, hem AKP hem de Cemaat, demokratlarin simdiye kadar onlar aleyhinde ileri sürdügü ne kadar elestiri varsa bunlari birbirlerine karsi yöneltmektedirler. Özellikle AKP`nin Cemaat`e karsi liberallerin birikmis öfkesini dillendirecek sekilde propaganda yaptigi görülmektedir. Bu yönelimden, AKP`nin Cemaat karsiti liberal demokratik oylari kazanmayi hedefledigi sonucu cikarilabilir. Özellikle dershanelerle ilgili tartismalar sirasinda AKP`nin bu tavri cok belirgindi. Amac, AKP`nin sikistigi %52`lik cendereyi biraz olsun gevsetmek, oy oranini %57-58 bandina oturtmaktir. Eger oy orani bu banda otururursa, cumhurbaskanligi icin Erdogan umutlarini sürdürebilir. Cünkü AKP`nin zirveyi gördügünü, bundan sonra kacinilmaz düsüsün baslayacagini Erdogan bilmektedir.
Secimler sonrasinda, eger istediklerini elde ederlerse bu ikilinin yine el ele kol kola yollarina devam ettigi görülecektir. Bu dönemde demokratik cevrelere düsen görev, bu ikilinin bir elmanin iki yarisi kadar birbirine benzedigi ve ikisinin de demokrasiye kazandiracagi hemen hicbir seyin olmadigi yönündeki propagandaya hiz vermektir.
Gecmiste bir ara Özal da, Ismail Özdaglar adindaki bakanini yarginin eline teslim etmis, sonra da bunu bir propaganda malzemesi olarak kullanmisti. Ama o sirada bile ANAP yolsuzluklarin batagina girtlagina kadar saplanmis durumdaydi. Yine de Özal, böyle bir durumda bile dürüstlük propagandasi yapabilmisti.
2- Bu yapilanlar, AKP`nin o cok bayildigi "magduriyet" propagandasina destek veriyor. Yine dis gücler vurgusu, yine kökü disarda operasyon yapiliyormus havasi, basta basbakanin agzindan olmak üzere sikca dile getirilir oldu. AKP askeri vesayeti bitirdikten sonra, magdur olamamanin, halka birilerini sikayet edememenin sikintisi icindeydi. Cemaat tam o sirada AKP`nin imdadina yetisti denilebilir.
3- Zengin is adamlarina, lüks hayat yasayanlara, babasinin ününden yararlanip kesesini doldurmaya calisanlara, kisacasi asalak yasam türüne karsi halkin biriken öfkesi siyasi alanlara kanalize ediliyor. Asalak yasami mahkûm ettirmek, bir muhafazakâr iktidarda da mümkündür imaji verilmeye calisiliyor. Oysa asalak yasamlarin daha cok muhafazakâr iktidarlar döneminde palazlandigi, özellikle Türkiye gibi feodal-mafya türü olusumlarin hâlâ capcanli oldugu bir ülkede, sosyolojik bir vakiadir.
4- En önemlisi siyasi catismanin ekseni AKP CHP ekseninden cikariliyor ve eksen, AKP Cemaat arasina yerlestiriliyor. Yani secim süreci, bir demokratik demokratik hak ve özgürlüklerin gelistirilmesine hizmet etmekten cok, muhafakâr klikler arasindaki kayikci kavgasina indirgeniyor. Bu kavgayi kim kazanirsa kazansin, Türkiye`deki temel hak ve özgürlükler bir adim bile ileri götürülemeyecektir. Cünkü AKP de en az Cemaat kadar demokrasi karsiti bir olusumdur.
Türdes unsurlari birbiri ile rekabet ettirerek bir kâr sarmali yaratmak, aslinda is adamlarinin kullandigi kapitalist bir taktiktir. Koc Holding bir zamanlar Arcelik`e karsi Beko markasini bu amacla yaratmisti. Her ikisine de benzer kaltedeki mallari, az cok farkliliklar yaratarak ürettirip kendisine karsi gelisen tüketici tepkisini yine kendi amaclari dogrultusunda, kârina kâr katmak icin kullanabildi. Yani bir anlamda tekel kurmaktir bu. Türkiye`nin siyaseti üzerinde de muhafazakâr dinci cevrelerin âdeta bir tekeli kurulmaya calisilmaktadirlar. Demokratik talepler bu yolla âdeta marjinalize edilmektedir.
5- Bu kavgayla aslinda muhafakâr dinci cevreler demokratlardan, liberallerden rol calmayi amaclamalari da isin bir baska yönü. Dikkat edilirse, hem AKP hem de Cemaat, demokratlarin simdiye kadar onlar aleyhinde ileri sürdügü ne kadar elestiri varsa bunlari birbirlerine karsi yöneltmektedirler. Özellikle AKP`nin Cemaat`e karsi liberallerin birikmis öfkesini dillendirecek sekilde propaganda yaptigi görülmektedir. Bu yönelimden, AKP`nin Cemaat karsiti liberal demokratik oylari kazanmayi hedefledigi sonucu cikarilabilir. Özellikle dershanelerle ilgili tartismalar sirasinda AKP`nin bu tavri cok belirgindi. Amac, AKP`nin sikistigi %52`lik cendereyi biraz olsun gevsetmek, oy oranini %57-58 bandina oturtmaktir. Eger oy orani bu banda otururursa, cumhurbaskanligi icin Erdogan umutlarini sürdürebilir. Cünkü AKP`nin zirveyi gördügünü, bundan sonra kacinilmaz düsüsün baslayacagini Erdogan bilmektedir.
Secimler sonrasinda, eger istediklerini elde ederlerse bu ikilinin yine el ele kol kola yollarina devam ettigi görülecektir. Bu dönemde demokratik cevrelere düsen görev, bu ikilinin bir elmanin iki yarisi kadar birbirine benzedigi ve ikisinin de demokrasiye kazandiracagi hemen hicbir seyin olmadigi yönündeki propagandaya hiz vermektir.
11 Aralık 2013 Çarşamba
Özel hayata müdahale ve sansür
Konuyla ilk yüzyüze
gelisim Ugur Dündar`in haftalik programlarini seyrettigim yillara
rastlar. Ugur Dündar, gercekleri ortaya cikaran, yılmaz, sınır tanımaz
gazeteci rolünü oynuyordu. Ikide bir lahmacuncuları, kebabcıları basıyor, tursu
imalathanelerine, sucukculara göz actırmıyor, onların halkın saglıgıyla nasıl
oynadıgını gözler önüne seriyordu. Git gide bu basmalar, gizleneni ortaya
cıkarmalar bir gazetecilik basarısı olarak görülmeye basladı. Yüzyıllardır
kac-göc iliskilerinin agır baskısı altında yasamıs olan toplumumuz, birdenbire
gizleneni ortaya cıkarmanın dayanilmaz cazibesi ile tanıstı.
Ugur Dündar durmuyor,
giderek sucuk imalathanelerinden, organ nakli yapan, insanların cinsiyetini
degistiren doktorların muayenehanelerine atlıyor, onlara tuzaklar kurup,
istemedikleri halde, onları, kendilerinden sikayetci olan eski hastalarıyla
stüdyoda sürpriz bir sekilde karsılastırıyor, adamın stüdyoyu saskınlık icinde
terkedisi, kameralarca saptanıyor, bütün bunlar birer gazetecilik basarısı
olarak gösteriliyordu.
Ugur Dündar, sonunda,
arkasına toplumun rüzgarını alarak dinci kesimi gözüne kestirdi. Bütün amacı,
dincilerin ahlaklı olunması yönündeki telkinlerinin bir yalan oldugunu, bu
insanların aslında, siyaset ugruna rol yaptıgını, hırsızlıgın ve ahlaksızlıgın
âlâsının bu insanların genel karakteri oldugunu delilleriyle topluma sunmaktı.
Ne büyük bir
tesadüftür ki, onun bu cabası, o sıralar 28 Subat, "post modern"
darbesini hazırlayanların dinci kesime yönelik “kara propogandası” ile aynı
zamana rastlamıstı. 28 Subatcıların basını nasıl manipüle ettigini biliyoruz.
Ugur Dündar`ın dinci kesimi hedef alan bu programlarının, 28 Subat sürecinin
etkisiyle olusmadıgını düsünmek bu nedenle mümkün degil.
Sonucta bu programlar
bir felaketle sonuclandı. Serafettin Yardimedici isimli din adamı, Ugur
Dündar`ın Arena adlı programında yaptıgı inanılmaz bir yayının ardından, 1
Kasım 1996`da intihar etti. Serafettin Bey`in evine gizli kamera
yerlestirilmisti. Ugur Dündar kamerayı yerlestirenlerin bizzat kendileri
olduguna dair bir izlenimi program sırasında olusturmaktan cekinmedi. Hatta
öyle ki, aksam adamın evinde cekim yapılıyor, ertesi gün aynı adamla parlemento
bahcesinde röportaj yapılarak, gece kadına söylediklerinin tam tersi ona röportaj sirasinda söyletilerek, bu kesimin nasıl dürüstlükten uzak oldugu “dellileriyle”
kanıtlanmıs oluyordu. Serafettin Bey`in beraber oldugu kadınla anlasılmıstı. Bu
kadının nasıl olup da ikna edildigi ayrı bir soru isaretidir. Bir erkegin,
beraber oldugu sırada bir kadına söyledigi her ne varsa, televizyonda yayımlandı.
Yapılan bu ifsaat, bütün dinlerin "gizlilige girme" olarak gördügü ve
elestirdigi seydir. Ayrıca gizlilige girme 1982 Anayasası`nin 20. maddesine
göre yasaktır. Buna ragmen bu insanın yatak odasına, göz göre göre, üstelik biz
yaptık diyerek kamera nasıl yerlestirilmisti? Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası`nı korumakla görevli makamlar neden harekete gecmedi? Bu da ikinci
soru isareti. Ondan önce Henry Miller`in “Oglak Dönencesi” adlı romanının
müstehcen olduguna karar verilen sayfaları, satırları siyah sansür bantıyla
kapatılmıs olarak yayımlanmıstı. Henry Miller`in kitabını cinsellik icerdigi
gerekcesiyle bantlayan Türkiye ile, Serafettin Yardımedici`nin yatak odasına
kamera yerlestirip görüntüleri televizyonda yayımlayan Türkiye aynı Türkiye`dir.
Sunu diyecegim: Oglak Dönencesi 1985 yılında bantlandı. Yardimedici`nin evine
kamera 1996 yılında yerlestirildi. Her iki dönem de askeri vesayet rejiminin
isbasında oldugu dönemlerdir. Yani aslında asagılanan genel olarak insan ve
onun özel yasamıdır. Bu yasam bazen kitaplarda siyah seritlerle kapatlıyor,
bazen de ayıp bir sey gibi televizyonlarda gösteriliyordu.
Üstelik bu tür
propaganda, toplumun bilincine özellikle "laik" kesim ve onların
yayin organları tarafından halen de sürekli pompalanmaktadır. Halen bizdeki
"Sözcü" gazetesi bu tür propagandanın sampiyonlugunu yapmaktadır.
Ugur Dündar da zaten o gazetenin yazar kadrosundadır.
Her sey bir yana:
yıllar sonra aynı yöntemler bu sefer Ugur Dündar`a uygulandıgı zaman,
kendisinin "özel hayatın gizliligi" diye ayaga fırlamasına ne demeli?
Insan sunu sormadan edemiyor: Acaba, özel hayatına saygı gösterilmesini
istemenin, herkesin en dogal hakkı oldugunu Ugur Dündar kendi tecrübeleriyle
gercekten ögrenmis midir?
Gecenlerde Cem Yılmaz`ın bir
programını izlerken aynı sorun yeniden karsıma cıktı. Cem Yılmaz, Facebook
hesaplarının CIA tarafından gizli gizli takip edildigini düsünen kesimle alay
etmek icin “cia ne yapsın senin ...lu
hesabını” diye soruyor; onu dinleyen “hesap
sahipleri” de bu espriye katıla katıla gülüyorlardı.
Cem Yılmaz`ın üstadları olan Ugur Dündar`dan veya Henry
Miller`in Oglak Dönencesi adlı romanınını siyah seritlerle bantlayanlardan cok
sey ögrendigi acık.
9 Aralık 2013 Pazartesi
Demokrasi, "yönetime katilim" midir?
Cumhurbaskani Abdullah Gül son dönem konusmalarindan birinde "Tarihte İslam toplumlarının en fazla önem verdiği değerler hak ve adaletin tecellisi, şeffaflık, devlet yönetimine katılım ve istişareleri gibi konular olmuştur" diyerek islam ile demokrasinin arasinda bir ikilem olmadigini söyledi. (Ekim 2013 - Milliyet)
Bu cümle, siyasetcilerin olaylara nasil baktigini belirtmek acisindan bize cok sey anlatiyor. Aslinda "islam toplumlari öteden beri hak ve adaletin tecellisine önem vermistir" diyen biri, teorik anlamda hicbir sey söylememis demektir. Bir totolojidir bu. Cünkü bütün toplumlar hak ve adaletin tecellisine önem verir. Aksi takdirde toplum olarak bir arada bulunmanin imkâni yoktur. Bugün Taliban`in bile mahkemeleri var. PKK`nin da var. Bugün en uydurma örgüt, dünya üzerinde bir toprak parcasi ele gecirmeyegörsün, hemen bir mahkeme kuruyor. Birileri hakkinda kararlar veriyor. Mesele, hak ve adaletin tecellisi degil. Hangi hakkin, hangi adaletin tecelli ettiginde.
Aslina bakilirsa, bu cümlelerde siyasetcilerin bütün mahareti gizlenmis durumda. Özü itibariyle son derece totolojik bir cümle kuracaksiniz. Ama satir arasinda baska bir sey ima edeceksiniz. Abdullah Gül`ün ima ettigi de sudur: `Tarih boyunca islam toplumlarinin hak ve adalet anlayisi ile simdiki demokratik toplumlarin hak ve adalet anlayisi arasinda aslinda cok büyük bir fark bulunmamaktadir. Hic fark yoktur, demek tabii ki mümkün degildir. Ama iki sistemin hak ve adalet anlayisi arasinda kavramsal düzeyde bir akrabalik vardir. Bu nedenle islam toplumlari, özünde demokrasiye hazirliklidir` Bütün bunlari deseydi gercekten anlamli bir sey söylemis olurdu. Peki bunu neden söylemiyor? Cünkü , bunu söylese bütün dünyanin ayaga kalkacagini biliyor da ondan. Onun yerine diyecegini herkesin kabul edecegi bir forma sokuyor, "hak ve adaletin tecellisi" diyor.
Eger konusma bu hak, adalet ve seffaflik kavramlari etrafinda dönseydi, bu eninde sonunda bir "acilis konusmasi"dir der gecerdiniz. 4. Istanbul Forumu`nun acilis konusmasidir bu. Böyle bir formatta, herkes kendilerini alkislamak icin hazir beklerken siyasilerin teorik sorunlara cözümler getirmesini bekleyemeyiz. Onlar kitlelerin gönüllerini alacaklar, onlara cesaret verecekler, mümkün oldugu kadar yuvarlak, herkesin isine gelen, egilip bükülebilen cümleler kuracak ve bunun icin de bazen olmazi olur gibi göstereceklerdir. Siyasetin toplumda oynacagi rol budur bir bakima.
Ama Abdullah Gül bununla kalmiyor. Üstüne bir de "devlet yönetimine katilim ve istisareleri" diyor. Bakin bu konu cok ilginc iste! Gercekten ilimli islam`in bütün teorisyenleri, Islam`in demokrasi ile bagdastigini kanitlamak icin islam dininin devlet yönetiminde "istisare" yöntemini benimsedigini, bu nedenle demokrasi ile islamiyetin birbiriyle kolay bagdasacagini ileri sürmüslerdir. Nitekim Jön Türkler`in en önemli yayin organlarindan birinin adi "mesveret" idi. Ahmet Riza bey gibi dinsiz ve pozitivist olan bir Jön Türk bile "mesveret" diyor, bu kavramla özünde bir islam toplumu olan Osmanli Imparatorlugunda kendine bir yol bulmaya calisiyordu. Yeni Osmanlilar (yani birinci kusak jön Türkler) ile 1880 sonrasi Jön Türk kusagi (Ahmet Riza, Abdullah Cevdet, Ishak Sükûti ve daha sonra Prens Sabahattin) hemen hepsi mesrutiyet düzeninin teorik temelini mesveret, yani danisma ve istisare kavrami üzerine kurmuslardi. Jön Türkler, padisahlik kurumunu da bu düzene katilmaya ikna etmek icin, mesveret kavramini bir arac olarak kullaniyorlardi. Yani padiahin yine yerinde kalacagi, hükmünü icra edecegi, yalniz mesrutî meclisle danismalarda bulunacagini düsünüyorlardi. Yani ne sis ne de kebap yanacak, halk ve padisah azar azar demokrasiye alistirilacak, sonucta toplum gelistikce, padisah, Ingiltere benzeri bir sekli hakimiyet catisi altinda, iktidari tamamen halka devretmis olacakti.
Bu plan tutmadi tabii. Tutamazdi, cünkü Ingiltere krali ile padisah arasinda bir benzerlik kurmak mümkün degildi. Ingiltere krali hic bir zaman padisah benzeri mutlakiyet iktidarina sahip olmamisti ülkesinde. Avrupa`daki bütün krallar, feodal beylerin, soylu sinifinin bir tür onayi ile iktidarda bulunmuslardir. Ingiltere`de ve diger Avrupa ülkelerinde krallarin hükümranligi zaten sinirli idi. Soylu sinifinin olmadigi Osmanli`da ise, tam tersine padisah bütün bir ülkenin tek sahibi olagelmistir. Ülkede gercek anlamda bir özel mülkiyet rejimi yoktu. Örnegin zenginlerin mallarina Tanzimat dönemine kadar, öldüklerinde, padisah tarafindan el konulabilirdi. Padisah zenginlestigini gördügü bir devlet adamini bir firsatini bulup, malina el koymak amaciyla ölüme yollayabiliyordu, Böyle bir ülkede, padisahin Jön Türklerin fazlasiyla iyi niyetli planina razi olacagini düsünmek mümkün degildi.
Simdi bakin yine ayni düsünce sunuluyor bize. Yine biz hükümdar olalim, sizler de bize fikir verin, danisalim, görüselim, gecinelim deniyor. Ama yüzyil sonra bu planin tutacagini düsünmek icin yine Jön Türkler gibi, ama bu sefer ters yönden saf olmak gerekir. O zamanlar plan tutmadi, cünkü padisahin mutlakiyet gecmisi ve aliskanliklari, halkta yerlesmis imaji cok güclü idi. Bu sefer yine tutmayacak, cünkü artik her cesit mutlakiyet ve otorite, bireyin gücü karsisinda zayifliyor. Türkiye de bu demokratik akimin en güclü oldugu ülkelerden biri. Aslinda bütün Orta Dogu bu sekilde ayrisiyor. O devirler coktan tarihe karisti. Hayalci ve romantik AKP`nin ise bireyin gücü karsisinda taviz vermeye hic niyeti yok. Hâlâ özel hayata müdahale pesinde. Onun bu inadinin ergec toplumsal bir kirilmaya yol acmasi kacinilmaz görünüyor. Gezi olaylarindan hic ders almadilar. Tam gaz yollarina devam ediyorlar. Fakat sonunda bir gün, bireyi tanimamakta direnen her cesit gücün tuzla buz olmasinin mukadder oldugu gercegiyle tanisacaklar.
AKP, Orta Dogu krallarina bu temelde yakinlasiyor. Suudi Arabistan kraliyla arasi bu temelde iyi. Oysa genis demokratik kitleler, artik yönetime katilma, istisare, danisma falan degil, bizzat yönetimin kendisini istiyor.
Bu cümle, siyasetcilerin olaylara nasil baktigini belirtmek acisindan bize cok sey anlatiyor. Aslinda "islam toplumlari öteden beri hak ve adaletin tecellisine önem vermistir" diyen biri, teorik anlamda hicbir sey söylememis demektir. Bir totolojidir bu. Cünkü bütün toplumlar hak ve adaletin tecellisine önem verir. Aksi takdirde toplum olarak bir arada bulunmanin imkâni yoktur. Bugün Taliban`in bile mahkemeleri var. PKK`nin da var. Bugün en uydurma örgüt, dünya üzerinde bir toprak parcasi ele gecirmeyegörsün, hemen bir mahkeme kuruyor. Birileri hakkinda kararlar veriyor. Mesele, hak ve adaletin tecellisi degil. Hangi hakkin, hangi adaletin tecelli ettiginde.
Aslina bakilirsa, bu cümlelerde siyasetcilerin bütün mahareti gizlenmis durumda. Özü itibariyle son derece totolojik bir cümle kuracaksiniz. Ama satir arasinda baska bir sey ima edeceksiniz. Abdullah Gül`ün ima ettigi de sudur: `Tarih boyunca islam toplumlarinin hak ve adalet anlayisi ile simdiki demokratik toplumlarin hak ve adalet anlayisi arasinda aslinda cok büyük bir fark bulunmamaktadir. Hic fark yoktur, demek tabii ki mümkün degildir. Ama iki sistemin hak ve adalet anlayisi arasinda kavramsal düzeyde bir akrabalik vardir. Bu nedenle islam toplumlari, özünde demokrasiye hazirliklidir` Bütün bunlari deseydi gercekten anlamli bir sey söylemis olurdu. Peki bunu neden söylemiyor? Cünkü , bunu söylese bütün dünyanin ayaga kalkacagini biliyor da ondan. Onun yerine diyecegini herkesin kabul edecegi bir forma sokuyor, "hak ve adaletin tecellisi" diyor.
Eger konusma bu hak, adalet ve seffaflik kavramlari etrafinda dönseydi, bu eninde sonunda bir "acilis konusmasi"dir der gecerdiniz. 4. Istanbul Forumu`nun acilis konusmasidir bu. Böyle bir formatta, herkes kendilerini alkislamak icin hazir beklerken siyasilerin teorik sorunlara cözümler getirmesini bekleyemeyiz. Onlar kitlelerin gönüllerini alacaklar, onlara cesaret verecekler, mümkün oldugu kadar yuvarlak, herkesin isine gelen, egilip bükülebilen cümleler kuracak ve bunun icin de bazen olmazi olur gibi göstereceklerdir. Siyasetin toplumda oynacagi rol budur bir bakima.
Ama Abdullah Gül bununla kalmiyor. Üstüne bir de "devlet yönetimine katilim ve istisareleri" diyor. Bakin bu konu cok ilginc iste! Gercekten ilimli islam`in bütün teorisyenleri, Islam`in demokrasi ile bagdastigini kanitlamak icin islam dininin devlet yönetiminde "istisare" yöntemini benimsedigini, bu nedenle demokrasi ile islamiyetin birbiriyle kolay bagdasacagini ileri sürmüslerdir. Nitekim Jön Türkler`in en önemli yayin organlarindan birinin adi "mesveret" idi. Ahmet Riza bey gibi dinsiz ve pozitivist olan bir Jön Türk bile "mesveret" diyor, bu kavramla özünde bir islam toplumu olan Osmanli Imparatorlugunda kendine bir yol bulmaya calisiyordu. Yeni Osmanlilar (yani birinci kusak jön Türkler) ile 1880 sonrasi Jön Türk kusagi (Ahmet Riza, Abdullah Cevdet, Ishak Sükûti ve daha sonra Prens Sabahattin) hemen hepsi mesrutiyet düzeninin teorik temelini mesveret, yani danisma ve istisare kavrami üzerine kurmuslardi. Jön Türkler, padisahlik kurumunu da bu düzene katilmaya ikna etmek icin, mesveret kavramini bir arac olarak kullaniyorlardi. Yani padiahin yine yerinde kalacagi, hükmünü icra edecegi, yalniz mesrutî meclisle danismalarda bulunacagini düsünüyorlardi. Yani ne sis ne de kebap yanacak, halk ve padisah azar azar demokrasiye alistirilacak, sonucta toplum gelistikce, padisah, Ingiltere benzeri bir sekli hakimiyet catisi altinda, iktidari tamamen halka devretmis olacakti.
Bu plan tutmadi tabii. Tutamazdi, cünkü Ingiltere krali ile padisah arasinda bir benzerlik kurmak mümkün degildi. Ingiltere krali hic bir zaman padisah benzeri mutlakiyet iktidarina sahip olmamisti ülkesinde. Avrupa`daki bütün krallar, feodal beylerin, soylu sinifinin bir tür onayi ile iktidarda bulunmuslardir. Ingiltere`de ve diger Avrupa ülkelerinde krallarin hükümranligi zaten sinirli idi. Soylu sinifinin olmadigi Osmanli`da ise, tam tersine padisah bütün bir ülkenin tek sahibi olagelmistir. Ülkede gercek anlamda bir özel mülkiyet rejimi yoktu. Örnegin zenginlerin mallarina Tanzimat dönemine kadar, öldüklerinde, padisah tarafindan el konulabilirdi. Padisah zenginlestigini gördügü bir devlet adamini bir firsatini bulup, malina el koymak amaciyla ölüme yollayabiliyordu, Böyle bir ülkede, padisahin Jön Türklerin fazlasiyla iyi niyetli planina razi olacagini düsünmek mümkün degildi.
Simdi bakin yine ayni düsünce sunuluyor bize. Yine biz hükümdar olalim, sizler de bize fikir verin, danisalim, görüselim, gecinelim deniyor. Ama yüzyil sonra bu planin tutacagini düsünmek icin yine Jön Türkler gibi, ama bu sefer ters yönden saf olmak gerekir. O zamanlar plan tutmadi, cünkü padisahin mutlakiyet gecmisi ve aliskanliklari, halkta yerlesmis imaji cok güclü idi. Bu sefer yine tutmayacak, cünkü artik her cesit mutlakiyet ve otorite, bireyin gücü karsisinda zayifliyor. Türkiye de bu demokratik akimin en güclü oldugu ülkelerden biri. Aslinda bütün Orta Dogu bu sekilde ayrisiyor. O devirler coktan tarihe karisti. Hayalci ve romantik AKP`nin ise bireyin gücü karsisinda taviz vermeye hic niyeti yok. Hâlâ özel hayata müdahale pesinde. Onun bu inadinin ergec toplumsal bir kirilmaya yol acmasi kacinilmaz görünüyor. Gezi olaylarindan hic ders almadilar. Tam gaz yollarina devam ediyorlar. Fakat sonunda bir gün, bireyi tanimamakta direnen her cesit gücün tuzla buz olmasinin mukadder oldugu gercegiyle tanisacaklar.
AKP, Orta Dogu krallarina bu temelde yakinlasiyor. Suudi Arabistan kraliyla arasi bu temelde iyi. Oysa genis demokratik kitleler, artik yönetime katilma, istisare, danisma falan degil, bizzat yönetimin kendisini istiyor.
AKP ile Cemaat arasindaki kavga, kayikci kavgasi niteliginde
AKP ile cemaat
arasindaki kavga, dikta rejimi heveslisi askerler ve onlarin sivil
destekcileriyle AKP-Cemaat koalisyonu arasinda 2008-2011 yillari arasinda yasanan iktidar savasindan bazi temel noktalarda farklilik gösteriyor. Öyle ki, bu
farkliliklar AKP ile Cemaat arasindaki kavgayi âdeta bir kayikci kavgasi düzeyine
düsürüyor ve kavganin taktik düzeyde, AKP ile Cemaat arasindaki güc iliskilerini
yeniden düzenleme, o cok bilinen deyimiyle "balans ayari" yapma
amacini tasidigi izlenimini veriyor.
Türkiye`de bir
kavganin gercek anlamda iktidar kavgasi olabilmesi icin, celiskinin cok uzun
yillara dayanmasi, nispeten uzun bir gecmisi olmasi ve toplumun degisim öyküsünün bir
dönemini temsil etmesi gerekir. Türklerde ic savas refleski cok azdir. Bicak kemige dayanmadikca birbirleriyle savasmazlar. Bu acidan askerlerle, AKP-Cemaat koalisyonu arasindaki kavganin en
azindan 150 yillik bir gecmisi vardir. Türkiye`de gercek iktidar, cok nadir degisir.
Son dönemini temsil etme görevi darbe yanlisi askerlere verilmis olan bürokratik vesayet rejimi aslinda 1839`da ilan edilen Tanzimat fermani ile acikca ve resmen iktidara gelen bir tür aydin despotizmidir. Tanzimat`tan cok önce 1650 yillarinda iktidara gelen Köprülü hanedani, Türkiye`de bürokratik vesayet rejimini Türkiye`de ilk kuran, onun temellerini atan bir yöneticiler toplulugu olarak dikkat ceker. O zamanki catisma daha cok saray ve aydinlar tarafindan temsil edilen despotik klik ile yeniceri-ulema bloku arasindaki mücadele olarak toplumsal plana yansiyordu. AKP-Cemaat ile Askerler arasindaki iktidar mücadelesinin kökleri buna göre neredeyse 350 yillik bir gecmise dayanir. Bu catisma toplumun temel dönüsüm dinamikleriyle ilgilidir, tamamen Türk toplumuna özgüdür ve daha tam olarak sona ermis degildir. Ancak ilk defa 2008-2011 yillari arasinda bu despotik aydin kimligindeki vesayet rejiminin büyük bir darbe aldigi, ilk defa toplumsal desteklerinden soyutlandigi ve bir yokolus dönemine girdigi söylenebilir.
Son dönemini temsil etme görevi darbe yanlisi askerlere verilmis olan bürokratik vesayet rejimi aslinda 1839`da ilan edilen Tanzimat fermani ile acikca ve resmen iktidara gelen bir tür aydin despotizmidir. Tanzimat`tan cok önce 1650 yillarinda iktidara gelen Köprülü hanedani, Türkiye`de bürokratik vesayet rejimini Türkiye`de ilk kuran, onun temellerini atan bir yöneticiler toplulugu olarak dikkat ceker. O zamanki catisma daha cok saray ve aydinlar tarafindan temsil edilen despotik klik ile yeniceri-ulema bloku arasindaki mücadele olarak toplumsal plana yansiyordu. AKP-Cemaat ile Askerler arasindaki iktidar mücadelesinin kökleri buna göre neredeyse 350 yillik bir gecmise dayanir. Bu catisma toplumun temel dönüsüm dinamikleriyle ilgilidir, tamamen Türk toplumuna özgüdür ve daha tam olarak sona ermis degildir. Ancak ilk defa 2008-2011 yillari arasinda bu despotik aydin kimligindeki vesayet rejiminin büyük bir darbe aldigi, ilk defa toplumsal desteklerinden soyutlandigi ve bir yokolus dönemine girdigi söylenebilir.
Yine ilk defa askerleri
cani gönülden destekleyen, Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde 10-15`´lik bir
bölümünü olusturan 7-8 milyonluk bir kitle, askerlerin iktidardan düsüsünü eli kolu
bagli bicimde izlemek zorunda kalmistir. Bu tür tepkisizligin ve seyirci
kalisin, Adnan Menderes`i cok seven, ama onun asilisini caresizlik icinde
seyretmek zorunda kalan kitlelerin sessizligiyle cok yakin bir benzerligi
vardir. Yani kitleler düzeyinde Türkiye`de bir rol degisimi yasanmaktadir.
Simdi sessiz kalmak sirasi, darbe yanlisi, askeri vesayet yanlisi genis
kitlelerindir.
Eskiden olsaydi
bu kesim hemen ortaliga dökülür, eylemler yapar ve basin tarafindan
alkislandikca büyüyen ve derinlesen bir toplumsal tepki olustururlardi. Adnan
Menderes`in düsürülmesi süreci, bu tür gösterilerle basladi. Hemen ögrenci
gencligin icinden bir takim mitler, efsanevî kahramanlar yaratildi: Mesela
Turan Emeksiz, mesela Ali Ihsan Kalmaz. Bunlarin vuruldugu yerde, anitlar dikildi. Adlari sehir hatlari vapurlarina verildi.
Cumhuriyet Mitingleri bu kitlelerin, Türkiye`nin siyasal sahnesinde son boy gösterisidir ve bundan sonra da bu tür gösterilerin düzenlenme olasiligi yok denecek kadar azalmistir.
Cumhuriyet Mitingleri bu kitlelerin, Türkiye`nin siyasal sahnesinde son boy gösterisidir ve bundan sonra da bu tür gösterilerin düzenlenme olasiligi yok denecek kadar azalmistir.
Böyle bir kavgayla
karsilastirilinca AKP-Cemaat arasindaki kavga ayrinti düzeyinde ve fazla
“politik” kaliyor. Bu kavganin secimlerden önce sahneye konmus olmasi dikkatle
not edilmelidir. Acaba AKP, Cemaat ile arasindaki ipleri gevsetmeye neden secim
ortaminda ihtiyac duydu? Bunun, ikide bir "Rabbim, Rabbim" diye söze baslayan Sarigül`ün Istanbul Belediye Baskanligi`na adayligini
koymasi ile yakin bir iliskisi olmasin sakin? Siz Cemaat yazarlarindan,
Sarigül`e karsi elestiri mahiyetinde yazilmis tek bir cümle okudunuz mu simdiye
kadar?
Sarigül, uzun süre
liberal demokrat cevrelerde, Erdogan`in kisiliginde somutlasan pragmatist
islamci politikaci tipine, liberal ve demokrat cevreler tarafindan verilmis, yine pragmatist bir cevap olarak görüldü. Erdogan nasil balkon konusmalariyla
liberal demokrat cevrelerin gönlünü aliyor, demokrat oldugu izlenimi veriyor, ama sonra anti-demokratik uygulamalarina kaldigi yerden devam ediyor
idiyse, Sarigül de "Rabbim, Rabbim" diyerek, dinci cevrelerin gönlün
alma yarisina girmis gibi göründü.
Sarigül, pisirilip
sofraya konan bir yemegi andiriyor. Gezi olaylari sirasinda, acikca
protestocularin yaninda yer alan Zaman yazarlarini hatirlayalim. Bu yazilarin
Cemaat`in hayirhah destegini almadan yayinlandigini öne sürmek mümkün degildir. Ya o olaylar sirasinda, Türkiye ekonomisine yön veren hemen bütün holdinglerin AKP`ya
karsi sessiz tavir alisina ne demeli? Bu tavir alis, hic bir zaman direkt
cephelesme seklinde olmadi. Sadece bazi seyleri yapabilecekken yapmama seklinde
tezahür etti. Mesela Koc Holding, Divan Oteli`nin kapilarini, protestoculara
kapatabilecekken, kapatmadi, protestoculari iceriye aldi. Gezi parki
eylemcilerine, Divan Oteli`nin mutfagindan sandvic servisi yapildi. Divan
Oteli`nin tuvaletleri, protestocular tarafindan kullanildi. Olaylar sonrasinda
da Koc Holding`in yöneticileri, hükümet aleyhine tek bir söz sarfetmediler.
Sanki bir iktidar savasi yokmus gibi davrandilar. Ama hükümet cephesi, olaylar
sonrasinda ikide bir vergi denetimleri yapti. Bankalara ´cesitli nedenlerle
yüksek tutarli cezalar kesildi. Daha sonra da dershanelerin kapatilmasi gündeme
geldi. Bütün bunlardan yola cikarak, Türkiye elitlerinin bir cicegin acilma
hiziyla, aslinda bir iktidar degisimine hazirlandiklarini ama AKP`nin bu
degisime direndigi sonucunu cikarabiliriz.
Pekiyi
neden simdi? Neden, Türkiye tarihinde görülmemis bicimde %51`lik bir iktidar
cogunlugu yakalanmisken, politik istikrarsizliga yol acacak ve ekonomik
sonuclari kriz düzeyinde olacak bicimde bir iktidar degisikligi
tezgâhlanmaktadir? Bunun, sahip oldugu iktidarin gücüyle sarhos olan ve
elitlerin öngörmedigi bicimde, örnegin Suriye`de oldugu gibi, bazi süpheli yapilanmalarla politika gelistiren iktidarin giderek beliginlesen
söz dinlemez yapisiyla direkt bir iliskisi var mi? Yani iktidara biraz ceki
düzen mi verilmek isteniyor? Gücün tek elde temerküz edilmesine engel olunmak
mi isteniyor? Yoksa daha baska nitelikte ve daha büyük bir oyun mu söz konusu?
Secimler firsat bilinerek bu oyun mu sahneleniyor?
AKP cemaat arasinda
koalisyonun catirdamasi, Orta Dogu`da olan bitenlerle cok yakin iliskisi olan,
Cemaat`´n asil catismayi baslatan taraf konumunda oldugu, AKP`nin ise kendini
savundugu, ama Türkiye`deki insanlarin demokratik taleplerine bir cevap
niteligi tasiyan, cok yönlü bir gelisimin ürünüdür. Yani AKP, bürokratik
vesayeti ortadan kaldirmayi tercih ederek Pandora`nin kutusunu kendisi acti,
öyle diyelim. Bürokratik vesayet, bir daha geri gelmemek üzere tarihe
karisirken AKP bunun yerine kendi vesayetini kuramayacak, buna büyük bir
ihtimalle gücü yetmeyek. Cünkü kutunun kapagini acarken, öyle yüzyillik
sürecleri harekete gecirdi ki, bu sürecler kutunun kapagini yeniden kapatmasina
engel olacak.
Demokratik talepleri
isine geldikleri icin taktik amaciyla kullanmanin söyle bir maliyeti var:
Ortaya koymak istediginiz oyun, bazen sizi yutarak gercege dönüsebilir.
29 Eylül 2013 Pazar
Yeni dünya düzeninin ana hatlari belirmeye basladi
Afganistan, Irak, Suriye derken yeni dünya düzeninin ana
hatları simdiden belirmeye basladı. Aslında 1989 yılından beri, yani eski
düzenin temel direklerinden biri olan Sovyetler Birligi yıkıldıktan sonra yeni
düzenin, geride kalan tek kutup olan Amerika Birlesik Devletleri etrafında
sekillenecegi ve bunun bu sekilde devam edip gidecegi düsünülmüstü. Sonra 2001
yılında 11 Eylül terörist saldırısı yasandı ve yeni dünya düzeninin lideri
olarak görülen Amerika herkesin gözü önünde acıkca dayak yedi. Üstelik bu dayagı
atanlar, Afganistan daglarında yuvalanmis bir takim terörist odaklardi. Bilgisayar alanında
dünya lideri olan bir süper gücün savunma sistemlerini atlatarak
gerceklestirilen bu terörist saldiriyla; 21 yasındaki bir gencin Sovyet erken uyarı sistemlerinin ruhu
bile duymadan, tek kisilik planör ucagiyla Kızıl Meydan`a inis yapmasi arasinda cok yakın bir benzerlik vardır. Iki olay da, bireyin
sistemler karsısındaki gücünü kanıtlar cünkü. Yine Societe Generale`in bir tek
kisi tarafından, dünya tarihinde görülmemis bicimde 50-60 milyar dolara varan tutarlarda, üstelik uzunca bir süre icinde ve bankanin bütün denetim sistemlerini atlatarak soyulmasi bu tür olaylardandır. Bu örnekler ilginc oldugu kadar,
gelecekte kurulacak olan yeni dünya düzeni hakkinda bize ipucları
vermektedir.
Ardından 2008 ekonomik krizi, bütün dengeleri sarstı. Bu
krizin etkileri halen sürüyor, cıkıs emareleri görülüyor, ancak kriz henüz tam anlamıyla atlatılmıs degil. Amerika cok daha esnek bir toplum yapısına
sahip oldugu icin krizi daha güclü bicimde karsılayabildi. Aynı esnekligi
gösteremeyen Avrupa Birligi el`an krizle bogusmakta. Büyük bir ihtimalle bu kriz
Euro`nun Kuzey Euro ve Güney Euro olarak ikiye bölünmesine yol acacaktir. Bütün
bu olanlar, 1989`dan sonra aslında yeni bir düzene gecilemedigini, aksine bir
kaos dönemine girildigini, yeni düzenin bu kaosun bilesenleri arasında
kurulacak yeni bir denge ile ortaya cıkacagını bize göstermektedir. Ilginc olan,
dünyada birbirini takip eden denge ve kaos dönemlerinin süre acısından
birbirinin neredeyse ayni olmasina ragmen, denge dönemlerinin azalma, kaos
dönemlerinin uzama egiliminde oldugudur. Gecmise dönüp bakarsak: eski düzenin, yani iki
kutuplu soguk savas döneminin ortaya cıkısınin yaklasık 1915-1945 arasındaki 30 yıl
icinde gerceklestigini görürüz. Bu otuz yıl icinde iki kez dünya savası yasandı. Sürecin
ana teması, iki süper gücün, orta boylu gücleri (Almanya, Japonya`yı,
hatta Ingiltere ve Fransa`yı da) ezerek, agrılı ve sancılı bir sekilde dünyayı
aralarında yeniden bölüsmesiydi. Üstüste iki dünya savasınin yasanmis olmasinin nedeni, orta boylu güclerin tek bir savasla ezilememesidir. Ikinci dünya savasında orta boylu gücler (müttefik ve karsıt güc, aslında hic
farketmez) tam anlamıyla bitirildiler ve yeni düzendeki yerlerini bu iki gücün
dayattıgı kurallar icinde belirlemek zorunda kaldılar.
Yeni düzen hükmünü 1989 yilina kadar sürdürdü ve
"soguk savas" olarak adlandirildi. 1989`dan sonra ise dünya 1910-1945
arasi kadar olmasa bile yine bir belirsizlik ve kararsizlik dönemine girmis
bulunyor. Bu kararsizlik, ortaya cikacak yeni düzenin bilesenlerini icinde
barindirsa bile, yine de düzenin kendisi hakkinda bizatihi bir fikir
vermemektedir. Nasil ki, 1945`e kadar yeni dünya düzeninin iki kutuplu bir
düzen olacagini kimse söyleyememisse, önümüzde yasanmak üzere bizi bekleyen
yeni düzen hakkinda da ancak öngörülerde bulunabiliriz. Ancak düzenin bizzat
kendisini tarif edemeyiz.
Eski düzenin kurulus ve olgunluk dönemlerinin her birinin
30-40 yillik dönemler icerdigi görüldügünden, önümüzdeki 20 yil icinde yeni
düzenin kimligi, nasil bir sey olacagi daha cok netlesecek ve düzen tüm
bilesenleriyle tam olarak ortaya cikacaktir. Halen eski düzenin yikilis
dönemini yasiyoruz ve bu aslinda yeni düzenin kurulus dönemine denk
gelmektedir. Bundan sonra olusacak düzenin, "düzen" olarak
adlandirilmaya hak kazanacagi da cok süphelidir. Cünkü dünyanin düzenden cok
kaos fikrine yakinlastigi görülmektedir.
Peki nedir düzenleri kuran ve yikan? Dünya neden stabil
olamiyor? Bu soru tabii ki, üretici güclerin gelisimiyle cevaplandirilabilir.
Soguk savas daha cok "otomobil" üzerine kuruluydu. Daha eski düzen,
yani birinci dünya savasi öncesi dönem, "demiryolu" üzerine
sekillenmisti. Yeni dünya düzeni de hic süphesiz "bilgisayar"
üzerinden gelismektedir. Bilgisayarin, bütün üretim aletleri gibi, insan iliskilerini yeniden tanimladigini
ve düzenledigini görüyoruz. Örnegin bugün "sanal" arkadasliklar
gündemdedir. Normal seksi birakip, "sanal" sekse gecen milyonlarca
insan vardir günümüzde. Birbiriyle hic karsilasmamis ve karsilasmasi da
olanaksiz olan insanlar bugün birbiriyle dosttur. Demiryollarini, ucak
seferlerini bugün bilgisayarlar idare etmektedir. Vergi internetten
ödenmektedir. "Misafirlige gitme", "kabul günleri"
gelenegi neredeyse ortadan kalkmistir. Cünkü insanlar sürekli birbirleriyle
konusabilmektedirler. Bu örnekler saymakla bitmez.
Eski düzeni bozan da, kutuplardan birini teskil eden
Sovyetler Birligi`nin, bilgisayar devrimine ayak uyduramamasi, bir kumdan kale
gibi yikilmasi olmustur zaten. Her gün yeni bir seyin icat edildigi dünyamizda,
düzenleri belirleyen ve bozan iste insanoglunun bu durmak bilmeyen bilme,
anlama ve bilineni uygulama cabasidir. Sürecin kendisi dinamik oldugu icin
düzeni olusturan ögelerin birbirlerine karsi konumlari her an degismektedir.
Düzenler bu degisime bir süre direnmekte, sonra aniden ortadan kalkmaktadir.
Örnegin simdi bilgisayar devriminin rüzgârini arkasina alarak karsi kutbu
deviren Amerika`nin da geriledigine dair isaretler artiyor. 2008 krizinin tam
olarak atlatilamamis olmasi, aslinda krizin cok kisa iyilesme dönemleri haric
tutulursa, sürekli hale gelmesi bunun en acik göstergesi. Amerika ve genel
olarak bütün Bati, yeni gelismeler karsisinda bocaliyor. Örnegin Libya krizi
karsisinda takindiklari tutum, kanli bir komediye yol acti. Fransa
cumhurbaskani Sarkozy, daha dün secim kampanyasi icin mali yardim aldigi
Kaddafi`nin üzerine bombalar yagdirmak zorunda kaldi. Arap Bahari, Bati`yi tam anlamiyla
ensesinden yakaladi denebilir. Söz konusu olan sey, aslinda felsefî
basarisizlik, vizyon gelistirmede yetersizlik, cözümler üretme yeteneginin
zayiflamasidir. Örnegin ayni zikzaklar, aslinda Misir konusunda da görülüyor.
Bati, Misir`da olanlara bir türlü „darbe“ diyemiyor. Cünkü darbenin büyük bir
halk hareketinin beraberinde geldigini görüyor ve kitle hareketlerini „darbe“
sözcügüyle bir türlü bagdastiramiyor. Ayni kararsizlik Saddam`a ve Taliban`a
karsi da görülmüstü. Yüzyillardir demokrasinin besigi olan Bati, dünyanin görüp
görecegi en fasist örgütlerden biri olan Taliban`i "mücahitler"
olarak yillarca göklere cikarmadi mi? Yeni bir dünya düzeninin baslangicinda oldugumuzu
ve bu düzende Avrupa ve Bati`nin tedricen geri cekilecegini ve Bati`nin
cekilerek bosalttigi alanlarin, Türkiye gibi bölgesel güclerce dolduruldugunu
düsünebiliriz.
Bütün bunlardan yola cikarak, yeni dünya düzeninin cok kutuplu olacagini, ancak kutuplar arasi mücadelenin soguk savasta oldugu gibi bir dehset
dengesi seklinde gelismeyecegini, daha yumusak yollara basvurulacagini ve daha ziyade ekonomik yaptirimlar seklinde somutlasacagini söyleyebiliriz. Buna karsilik dehset dengesinin devletler ile dünya capinda El
Kaide benzeri terörist organizasyonlar arasinde kurulacagi düsünülebilir.
Ilginc olan, terörizmin bu derece basedilemez, bir dünya organizasyonu seklinde
ortaya cikisinin da yine bilgisayar teknolojisinin bir ürünü olmasidir.
Teröristlerin birbirleriyle porno sitelerindeki resimler ve filmler yoluyla
haberlestiklerine dair haberler cikmisti basinda. Bu yöntemlerin her gün bir
yenisinin bulundugu asikâr. Hatta devletler arasindaki savaslarin, bilgisayar
ortamlarinda devam ettigi gercegi de bu genel tablonun icinde yer aliyor.
Istihbarat örgütlerinin birbirlerinin sitelerini hack`ledikleri, Hacker adi
altinda yeni bir insan, bir meslek türünün ortaya ciktigini, bilgi
hirsizliginin, baskalarinin özelligine girmenin suc degil, maharet olarak
nitelendirildigini, hatta Hacker`larin, korsanlarin kendi aralarinda, örnegin "Anonymus" örgütü örneginde oldugu gibi örgütlendiklerini, hatta cesitli ülkelerdeki "Korsanlar Partisi" gibi siyasi
organizasyonlar meydana getirdigini görüyoruz.
Bütün bu veriler karmasasi icinde yine de yeni düzeni
haber verecek olan bazi temel cizgileri yakalayabiliyor insan. Ben kendi
görebildiklerimi ardarda siraladim ve bunlari hep ayni genel dogrultuyu
gösterdigini gördüm.
1- Bilgisayar devrimi ile birlikte, büyük ve agir
olmaktan cok kücük, hafif ve hareketli olmak makbûl sayilmaya basladi. Mesela
agir sanayi, ilk olarak hantal yapisi ve yarattigi cevre kirliligi ile ülkeyi
yoksulluga sürükleyen bir faktör olarak görüldü. Yani önce agir sanayinin
gelistirilmesi, sonra buna bagli olarak yan ve hafif sanayilerin ortaya cikarilmasi seklinde öngörülen eski kalkinma modelleri tarihe
karismakla kalmadi, yerin yedi kat dibine gömüldü.
Tabii, bunun nedeni, agir sanayinin daha önceki makbûl
ürünler olan demiryolu ve otomobil`i üretmek icin vaz gecilmez olmasi,
bilgisayar icinse cok elzem olmamasidir. Büyük sirkete ihtiyac, yazilim ve yeni
icatlar ortaya koymak icin vardir. Ancak bunlar da daha ziyade hizmetler sektörü
benzeri insan organizasyonlaridir, agir sanayi sirketleri degil. Bu gelismenin
bir sonucu olarak tarihte ilk defa sanayi sehirlerinin toplu bicimde
terkedildigini görüyoruz. Mesela Detroit bunlardan biri ve en cok göze batani.
Rusya ve Japonya`da da bu tür terkedilmis fabrikalar ve sehirler bulunmaktadir.
Mesela Aral gölünde, cöle dönüsmüs arazilerin ortasinda kalakalmis gemiler,
eski dünya düzeninin hayaletlerin olarak görülüyor bugün ve bu düzenin bir daha
geri gelmemek üzere tarihe karistigini belgeliyor.
2- Eski dünya düzeninin tam tersine, nüfus artisinin kötü
bir sey olmayip istenen, olmasi gereken bir sey oldugu savunulur oldu. Bunda
tarim devriminin etkisi büyüktür tabii ki. Tarim devrimi, Malthus benzeri
teorik sacmaliklarin sonunu getirmistir. Gida maddeleri üretiminin nüfus
artisinin önüne gecebilecegi bugün ispatlanmistir. Tarim devriminin aslinda
bilgisayar devriminin bir devami oldugunu da burada belirtmek gerekir. Hattâ
Büyük Sahra ve Antartika gibi bugün üzerinde yerlesim olmayan arazilerin de
tarim icin, günes enerjisi yardimiyla kullanilabilecegi fikri, yine bilgisayar
destekli olarak cagimizda dogabilmistir. Okyanuslarin bir büyük akvaryuma
dönüstürüebilecegi, yagmurlarin programlanabilecegi fikirleri yine bu cagin
ürünüdür. Afrika`nin yükselisi de, büyük bir ihtimalle bu gelisimin ürünü
olacaktir.
3- Yapilmis, imal edilmis olan degil, el degmemis olan
makbûl olmaya basladi. El degmemis doga, katkisiz ürünler, dogallik, kadinda
sifir makyaj, ye ic zayifla seklinde yeni yasam tarzlari ve sloganlari ortaya
cikti. Ilk defa el degmemis haliyle bir ürünü sofraya getirmek, üretim olarak
görülmeye basladi. Ilac yerine besin ön plana cikti. Tedavi yerine korunma savunulur oldu. Insan
iliskileri ve psikolojik sürecler önemsendi.
4- Bilgisayarla birlikte az olan, hatta yok olmakta olan,
önemsendi. Yani sadece birey, kadin ve cocuk önemini artirmakla kalmadi, ayni
zamanda yok olmakta olan hayvan ve bitki türleri kiymete bindi. Yok olan diller,
yasatilmaya calisildi. Tarih meraki, arastirma cilginligi bütün dünyayi sardi. Alt kültürler
önemsendi. Mesela cingene müzigi... Escinsel evlilikler. Bunlar hep ayni
gelisimin degisik tezahürleridir.
5- Yalnizlar, gezginler yeniden ortaya ciktilar.
Ilginctir: gezginler, kapitalizmin ilk asamalarinda da boldular. Sonra
kapitalizm sanayi devrimine gecince, gezginlerin sayisinda dramatik bir azalma
oldu. Onun yerine turizm ortaya cikti. Yani örgütlü, organizasyonlu gezme… Simdi
ilk defa eski gezgin türünün ortaya ciktigini görüyoruz. Burada yine
bilgisayari anacagim. Cünkü internet, dünyanin öbür ucundaki kültürlerden ve
insanlardan evimize haber getireli beri, oralara gitmek isteyen, ama imkanlari
sinirli olan insanlar harekete gectiler. Bunlar bir inancin savunucusu olarak
da görünür oldular. Mesela Türkiye`de öldürülen Italyan gelin Pippa Bacca bunlardan biridir. Yine gecen yaz yine Türkiye`de öldürülen Sarai Sierra da bir yalnizgezerdi. Bu insanlar cinayete kurban gittikleri icin biliniyorlar. Bu demektir ki, baslarina bir sey gelmeden ülke ülke gezen milyonlarca insan var bugün yeryüzünde. Cogunun neden gezdikleri belli degil. Cok ilginc bir gelismedir bu ve bireylesmenin arttigini göstermektedir.
6- Bir ilginc gelisme de Marksizmin basina gelenlerdir.
Tarihte ilk kez marksist olmayan anti kapitalistler ortaya cikmaya basladi ve
marksizm neredeyse tamamen dünya siyaset sahnesinden silindi. Bugün hemen
herkes kapitalizmin sacmaliklarina karsi tepkili. Ama bu tepki Marksizm
kanalindan gelismiyor. Yani yeni dünya düzeni, gelecek hakkinda en fazla
öngörülerde bulunan Marksizmi bile bir anlamda eskitti. Tabii, bu gelismeye
Marksizmin kendini yenileyememesi neden oldu denebilir. Markiszmin emperyalist
düzen hakkindaki temel tezleri, son seksen senelik pratikte dogrulanmadi.
Örnegin Marksizm, emperyalist asamada asil yönün, üretici güclerin gelisiminin
engellenmesi oldugunu söylüyordu. Bilgisayar devrimi ve onun desteginde
yürütülen yeni enerji bicimlerinin ortaya cikisi (günes enerjisi ve rüzgâr
enerjisi gibi) bu tezi cürüttü. Kapitalizmin hâlâ üretici gücleri gelistirme
kapasitesinin oldugu, hatta bu gelistirme özelliginin son yillarda, daha önce
görülmemis bicimde arttigi pratikte ispatlandi. Marksistler, emperyalistler
arasi mücadelenin uzlasmaz celiski oldugunu söylemisler ve dünya savaslarinin
kacinilmaz oldugunu savunmuslardi. Dünya savasi bir daha cikmadigi gibi, tam
tersine emperyalistler arasi birliktelikler kurulmaya basladi. Marksizmin bu
ardarda gelen gelen teorik iflaslari, anti kapitalistlerin önemli bir kisminin
Marksizmden kopmasina yol acti.
Kisacasi yeni düzenle birlikte büyük, anitsal ve
ulasilmaz olan her seyin ufalandigini, bireysellestigini ve ayristigini
görüyoruz. Hatta bu ayrisma öyle bir asamaya ulasmistir ki, ekonomi biliminin
cok önemli bir dali olan „makro ekonomi“ neredeyse tarihe karismak üzeredir. Bu
ayrisma ve birbiri icinde erime özelliginin devam edecegi, hatta giderek daha
da hizlanacagi düsünülebilir. Büyüklükler giderek belirsizlesiyor ve buna
karsilik bireyin gücü artiyor ve bir birey tarafindan gerceklestirilen
inanilmaz bir hamle, bütün iliskileri degistirebiliyor. Kizil Meydan`na inen
planör veya 11 Eylül terörist saldirisi gibi. Dolayisiyla asil celiskinin
kurulu ve yazili olan düzenle, karapara, uyusturucu kacakciligi ve terörizm
gibi kurulu ve yazili olmayan düzen arasinda gelisecegi yönünde kuvvetli
belirtiler var.
8 Eylül 2013 Pazar
Suriye`deki ic savasin sonucu PKK icin önemli
PKK süreci sonlandirmakla hükümeti tehdit ediyor. Ama hükümet rahat. Bu tehditlere pek kulak asmiyor gibi görünüyor. Neden? Suriye`deki ic savas kizistikca PKK`nin baris sürecine mahkûm oldugunu biliyor da ondan mi? Zaten Suriye`deki ic savasa Türkiye`nin bir taraf olarak katilmasi ve direkt Kürt karsiti islami gruplardan yana tavir almasi, PKK`yi Suriye ic savasinin kaybedeni pozisyonuna sokmak ve bu yolla baris sürecine zorlamak icindi. Türkiye`nin bu hamlesi, Baris Süreci`nin önünü acmistir. Kim ne derse desin, Türkiye`nin bu hamlesini AKP`nin bir basarisi olarak yorumlamak gerekir. Kürt tarafi bu durumda Suriye savasinin kaybedeni olmaktan ancak baris süreci ile kurtulabilirdi. PKK bu sartlarda masadan kalkabilir mi? Zor.
Zor, cünkü masadan kalksa, derhal Suriye`deki islami örgütlerle baglarini sikilastiran bir Türkiye`yi karsisinda bulacak ve iki yönlü bir kiskacin icinde kalacaktir. Bu kiskacin gevsemesinin tek yolu Esad rejiminin ic savasta güclenmesidir. Ama Suriye`deki ic savas öyle bir noktaya geldi ki, artik hicbir güc Esad`i eski konumuna getiremez. Bu durum, Suriye muhaliflerinin askeri basarilarindan ileri gelmiyor tabii ki. Bizatihi ic savasin ülkeyi yikima sürüklemesinden ileri geliyor. Ülke yikima sürüklendikce Esad rejiminin kuvveti daha da azaliyor. Bu durumda savas büyük bir ihtimalle, kazanani olmadan bitecektir. Yani bir Irak veya Afganistan gibi Suriye de fiilen bölünmüs bir ülke olarak kalacaktir.
Abdullah Öcalan`in dedigine bakilirsa, ic savasin sonucu, Orta Dogu`daki tüm dengeleri degistirebilecek kadar önemli olacak. Yoksa, "Bu baris sürecini bir an evvel bitirelim, yoksa Türkler ve Kürtler olarak bir daha basbasa kalamayabiliriz," gibisinden söylemleri olmazdi. Bu söylemin üstü kapali bir tehdit icerdigi asikâr. Yani sunu demek istiyor, "Ya simdi baris sürecini benimle sonlandirirsin. Ya da ileride degisen dengeler bana daha elverisli sartlar sunarsa, karismam, ona göre." Bunu Öcalan, Mursi Misir`da devrildikten sonra söyledi. Mursi`nin alasagi edilmesi demek, Özgür Suriye Ordusu`ndaki Müslüman Kardesler`in Suriye versiyonunun, muhalefetin ana gövdesi olmaktan cikmasi demektir. Müslüman Kardesler`in Suriye muhalefetinden cekilmesi, muhalefetin bir bütün olarak hareket etme kabiliyetini neredeyse sifirlar. Yani, bu Esad`in gitmesinden sonra Suriye`nin parcalanmasi anlamina gelmektedir. Yani bir cesit Irak! Kuzey Irak`tan sonra, Kuzey Suriye. Iki kuvvetli üsse sahip olan PKK, Türkiye`ye daha agir sartlar dayatabilir. O nedenle iyisi mi simdiden anlasalim. Yoksa sizin icin iyi olmaz. Bunu demek istiyor Öcalan. Ve onun tehdidini bircok köse yazari simdiden yuttu bile.
Böylesi bir analiz asiri basitlestirilmis bir analizdir. Dolayisiyla yanlistir. Cünkü Türkiye`nin yumusak gücünü hesaba katmamaktadir. Türkiye, bu analizde gösterildigi sekliyle, Iran gibi, ekonomik aktivitesi olmayan bir ülke olsaydi, analiz dikkate alinabilirdi. Oysa Türkiye, dizi filimleriyle, bisküisi, makarnasi, Güney Dogu Anadolu`da ortaya koydugu toplumsal örgütlenme gücü, is yapma kapaitesi, girisim ruhuyla Orta Dogu`da varligini her gecen gün daha cok hissettiriyor. Suriye`nin parcalanmasi durumunda bile, Kuzey Suriye ve daha sonra bütün Suriye, Türkiye`nin hinterlandi olacaktir. Suriye ve Irak`taki merkezi yönetimlerin zayiflamasi en cok Türkiye`nin isine yaramaktadir. Muhafazakâr Avrupalilari ve bu arada tabii Yahudileri sinirlendiren bir gelismedir bu. Ama gercektir. Dolayisiyla baris sürecini zorlayan aslinda bu gelismedir. Yani aslinda Suriye`deki merkezi otoritenin zayiflamasidir sürecin önünü acan. Cünkü ilk defa PKK, Esad`in gitmesiyle bir devletin aktif desteginden yoksun kalacaktir. Ve bu engeli ortadan kaldiran Türkiyenin yumusak gücü Suriye, Lübnan ve Irak`in hemen hepsini, hattâ Körfez ülkelerini bile etkisi altina alacaktir.
Nitekim su anda Kuzey Irak`in kapilari Türkiye`ye acilmis bulunuyor. Cengiz Candar`in verdigi bilgiye göre günde dört bin Türk kamyonu bugün Kuzey Irak`a giris yapmakta. Bu muazzam sinerjinin sonuclari olacaktir. Sonuclardan en önemlisi, Türkiye`nin güney dogusundaki barajlarin desteginde artan ekonomik aktivite ve refah, toplumsal düzen Kuzey Irak`a dogru genislemesidir.. Iran bu artan ekonomik baskiyi en cok hisseden ülke olacaktir. Iran`la birlikte soguk savasin Rusya ve Cin ayagi Ortadogu`da zayiflayacaktir.
Ayni zamanda, eger baris süreci adamakilli ilerler ve kendi kurumlarini yaratirsa, bircok ülke cok önemli oyuncaklari PKK`yi kaybetmis olacaktir. Basta Iran, Rusya. Sonra Israil, hatta Suudi Arabistan. Cünkü PKK büyük bir ihtimalle bir siyaset kurumu haline gelecektir. Dolayisiyla ajanligi, uyusturucu ticaretini, insan kacakciligini, tesaron terör örgütü konumunu birakacaktir. Yerel yönetimlere aktif olarak katilinca, istedigi parayi oralardan elde etme olanagi kendisine verilecektir cünkü. Üstelik Türk ve Kürt halklari da büyük bir cogunlukla baris sürecinin arkasindadirlar. Yani kisacasi Amerika ve Avrupa Birligi baris süreciyle birlikte Rusya ve Cin`e karsi cok büyük bir kazanim elde etmis olacaktir.
Süreci ancak bir tek gelisme kesebilir. O da Esad`in Suriye`de ic savasi kazanma olasiligidir. Bunun bir olasilik olarak bile olsa gündeme gelmesi, baris sürecinin kesilmesine neden olabilir. Rusya ve Cin, iste bu nedenle bu savasi hic olmazsa biraz daha uzatmaya calisiyorlar. Obama`nin kararsizligi veya müdahale icin bekledigi ic ve dis destegi yeterince bulamamasi ve Israil`in ic savasi uzatarak Suriye`yi daha fazla yipratmak istemesi nedeniyle savas uzadikca uzuyor. Türkiye`deki Suriye`li mülteci sayisi 400 bini buldu. Bunlarin maliyeti simdilik Kuzey Irak`in kapilarinin Türkiye`ye acilmasi nedeniyle artan getirilerle karsilaniyor. Ama savasin maliyetinin artik katlanilmaz boyutlara cikmasi, Türkiye`nin havlu atmasina neden olur mu? Rusya ve Cin buna oynuyor olabilirler mi? Bir adim daha gidersek, Rusya ve Cin, bu sefer Israil`in destegini ve Obama`nin kararsizligini de kullanarak PKK`ya Suriye`de öenmli bir mevzi kazandirmak ve PKK`nin Suriye`deki varligini güvence altina almak suretiyle PKK`nin masadan kalkmasini saglayabilirler mi? Buna göre Suriye, ayni Irak gibi en azindan üc parcaya bölünecek demektir. Ancak o zaman bile baris sürecinin kesilmesi pek mümkün görünmüyor. Cünkü o zaman Türkiye ve Irak`taki kazanimlardan sonra, Suriye`de de Kürt mozaiginin ücüncü parcasi ortaya cikmis olacaktir ve bu ücüncü parca da kacinilmaz bicimde Türkiye`nin etkisine girecektir. Böyle bir gelisme asil Iran`i zora sokar ve o zaman Kürt parcasinin Iran`in geri kalan tarafindan ayrilmak istemesi, Iran`daki hassas etnik mozaigi catlatabilir.
Yani Türk-Kürt baris sürecinin sonunu getirecek gelisme ancak Suriye`deki ic savasin ancak Esad`in zaferiyle bitmesidir. Diger bütün secenekler, Suriye`nin parcalanmasi veya muhaliflerin kazanmasi baris sürecini kesmez. Hatta muhaliflerin kesin zaferi baris sürecini daha da hizlandirir, cünkü o zaman Suriye`de muhaliflere karsi savunma durumuna gececek olan bir PKK, Türkiye`ye daha muhtac hale gelecektir. Hattâ PKK, Nusra Cephesi`ne karsi Türkiye`den yardim istedi bile. Inanilmaz, ama gercek bu.
Esad`in kazanmasindan ümidi kesen Rusya, Cin ve Iran`in baris sürecini bozmak icin ellerindeki son koz... Türkiye`deki secimlerdir. AKP`nin secimlerde sendelemesi baris sürecini bozar. Hatta bir koalisyon ihtimali bile baris sürecinin sonu olur. Cünkü diger iki parti CHP ve MHP baris sürecine karsidirlar.
Gezi süreci, onlara bu acidan umut verdi. Gezi bir anda ortaya cikan dahiyane bir fikirdi. Rusya ve Cin`in, hatta Israil ve Suudi Arabistan`in ellerini ogusturmasina neden olan bir fikir. Cünkü bu ülkeler biliyorlar ki, Türkiye`nin secimlerde topyekûn bir kaosa sürüklenmesi, baris sürecinin tam anlamiyla sonu demek olacaktir. Nitekim Demirtas, Gezi ayaklanmasindan sonra "Baris süreci, birkac kere gitti geldi" diye bosuna dememistir. Simdi Türkiye secim ortamina giriyor. Istanbul, AKP acisindan kaybedilebilir bir sehir konumunda. Cünkü hicbir güc, eger adayligini koyarsa, Mustafa Sarigül`ün Istanbul`da secimleri kazanmasini engelleyemeyecektir. Öcalan`in baris sürecinin ana hatlarinin , secimlerden önce ortaya cikarilmasi konusundaki israri biraz da burdan kaynaklanmaktadir.
Peki tam bu sirada Cemaat AKP ittifakinin catirdamasina ne demeli? Zaten bakiniz, Cemaat, baris sürecinin ta basinda, MIT müstesarinin tutuklanmaya calisilmasiyla ortaya cikan kriz sirasinda, sürece ne kadar karsi oldugunu ortaya koymustu. Cemaat, nasil olur da, iktidari AKP`nin geri kalan kadrolariyla paylasiyorken ve baris süreciydi, Esad`in gitmesiydi derken, Türkiye`nin yumusak bir güc olarak bütün Orta Dogu`da egemen olmasinin önü acilmak üzereyken böyle ilginc ve ters bir role soyunabilir? Bu soruya cevap vermek icin dönüp Amerika`nin ve Avrupa Birligi`nin Israil konusundaki endiselerine bakmak gerekir. Acaba Türkiye onlarin istediginden daha hizli ilerliyor olabilir mi Orta Dogu`da? Bu hizin yavaslatilmasi gerektigine karar vermis olmasinlar sakin!. Eger buna karar vermislerse, önlerinde 2 yillik muazzam bir firsat var: Türkiye secim süreci. Bütün ayak oyunlari serbest! AKP ve Erdogan da onlara, anti demokratik söylem ve davranislariyla az firsat vermiyor degil. Hem zaten iktidarda 10 yillarini doldurdular. Gecenlerde Mümtazer Türköne, "Iktidarin politikasi dogru da. Nefesi yetecek mi?" diye bosuna sormadi.
AKP alasagi edilse bile Türkiye`nin yumusak güc olarak ilerleyisini durdurabilirler mi? Bence cok gec! 11 Eylül`den sonra dünyayi saran islamofobi ortaminda Türkiye`nin yükselmesi kacinilmazdi. Hatta su siralar ucagin tekerlekleri yerden kesiliyor bile. Bu gibi ayak oyunlari icin artik cok gec!
Zor, cünkü masadan kalksa, derhal Suriye`deki islami örgütlerle baglarini sikilastiran bir Türkiye`yi karsisinda bulacak ve iki yönlü bir kiskacin icinde kalacaktir. Bu kiskacin gevsemesinin tek yolu Esad rejiminin ic savasta güclenmesidir. Ama Suriye`deki ic savas öyle bir noktaya geldi ki, artik hicbir güc Esad`i eski konumuna getiremez. Bu durum, Suriye muhaliflerinin askeri basarilarindan ileri gelmiyor tabii ki. Bizatihi ic savasin ülkeyi yikima sürüklemesinden ileri geliyor. Ülke yikima sürüklendikce Esad rejiminin kuvveti daha da azaliyor. Bu durumda savas büyük bir ihtimalle, kazanani olmadan bitecektir. Yani bir Irak veya Afganistan gibi Suriye de fiilen bölünmüs bir ülke olarak kalacaktir.
Abdullah Öcalan`in dedigine bakilirsa, ic savasin sonucu, Orta Dogu`daki tüm dengeleri degistirebilecek kadar önemli olacak. Yoksa, "Bu baris sürecini bir an evvel bitirelim, yoksa Türkler ve Kürtler olarak bir daha basbasa kalamayabiliriz," gibisinden söylemleri olmazdi. Bu söylemin üstü kapali bir tehdit icerdigi asikâr. Yani sunu demek istiyor, "Ya simdi baris sürecini benimle sonlandirirsin. Ya da ileride degisen dengeler bana daha elverisli sartlar sunarsa, karismam, ona göre." Bunu Öcalan, Mursi Misir`da devrildikten sonra söyledi. Mursi`nin alasagi edilmesi demek, Özgür Suriye Ordusu`ndaki Müslüman Kardesler`in Suriye versiyonunun, muhalefetin ana gövdesi olmaktan cikmasi demektir. Müslüman Kardesler`in Suriye muhalefetinden cekilmesi, muhalefetin bir bütün olarak hareket etme kabiliyetini neredeyse sifirlar. Yani, bu Esad`in gitmesinden sonra Suriye`nin parcalanmasi anlamina gelmektedir. Yani bir cesit Irak! Kuzey Irak`tan sonra, Kuzey Suriye. Iki kuvvetli üsse sahip olan PKK, Türkiye`ye daha agir sartlar dayatabilir. O nedenle iyisi mi simdiden anlasalim. Yoksa sizin icin iyi olmaz. Bunu demek istiyor Öcalan. Ve onun tehdidini bircok köse yazari simdiden yuttu bile.
Böylesi bir analiz asiri basitlestirilmis bir analizdir. Dolayisiyla yanlistir. Cünkü Türkiye`nin yumusak gücünü hesaba katmamaktadir. Türkiye, bu analizde gösterildigi sekliyle, Iran gibi, ekonomik aktivitesi olmayan bir ülke olsaydi, analiz dikkate alinabilirdi. Oysa Türkiye, dizi filimleriyle, bisküisi, makarnasi, Güney Dogu Anadolu`da ortaya koydugu toplumsal örgütlenme gücü, is yapma kapaitesi, girisim ruhuyla Orta Dogu`da varligini her gecen gün daha cok hissettiriyor. Suriye`nin parcalanmasi durumunda bile, Kuzey Suriye ve daha sonra bütün Suriye, Türkiye`nin hinterlandi olacaktir. Suriye ve Irak`taki merkezi yönetimlerin zayiflamasi en cok Türkiye`nin isine yaramaktadir. Muhafazakâr Avrupalilari ve bu arada tabii Yahudileri sinirlendiren bir gelismedir bu. Ama gercektir. Dolayisiyla baris sürecini zorlayan aslinda bu gelismedir. Yani aslinda Suriye`deki merkezi otoritenin zayiflamasidir sürecin önünü acan. Cünkü ilk defa PKK, Esad`in gitmesiyle bir devletin aktif desteginden yoksun kalacaktir. Ve bu engeli ortadan kaldiran Türkiyenin yumusak gücü Suriye, Lübnan ve Irak`in hemen hepsini, hattâ Körfez ülkelerini bile etkisi altina alacaktir.
Nitekim su anda Kuzey Irak`in kapilari Türkiye`ye acilmis bulunuyor. Cengiz Candar`in verdigi bilgiye göre günde dört bin Türk kamyonu bugün Kuzey Irak`a giris yapmakta. Bu muazzam sinerjinin sonuclari olacaktir. Sonuclardan en önemlisi, Türkiye`nin güney dogusundaki barajlarin desteginde artan ekonomik aktivite ve refah, toplumsal düzen Kuzey Irak`a dogru genislemesidir.. Iran bu artan ekonomik baskiyi en cok hisseden ülke olacaktir. Iran`la birlikte soguk savasin Rusya ve Cin ayagi Ortadogu`da zayiflayacaktir.
Ayni zamanda, eger baris süreci adamakilli ilerler ve kendi kurumlarini yaratirsa, bircok ülke cok önemli oyuncaklari PKK`yi kaybetmis olacaktir. Basta Iran, Rusya. Sonra Israil, hatta Suudi Arabistan. Cünkü PKK büyük bir ihtimalle bir siyaset kurumu haline gelecektir. Dolayisiyla ajanligi, uyusturucu ticaretini, insan kacakciligini, tesaron terör örgütü konumunu birakacaktir. Yerel yönetimlere aktif olarak katilinca, istedigi parayi oralardan elde etme olanagi kendisine verilecektir cünkü. Üstelik Türk ve Kürt halklari da büyük bir cogunlukla baris sürecinin arkasindadirlar. Yani kisacasi Amerika ve Avrupa Birligi baris süreciyle birlikte Rusya ve Cin`e karsi cok büyük bir kazanim elde etmis olacaktir.
Süreci ancak bir tek gelisme kesebilir. O da Esad`in Suriye`de ic savasi kazanma olasiligidir. Bunun bir olasilik olarak bile olsa gündeme gelmesi, baris sürecinin kesilmesine neden olabilir. Rusya ve Cin, iste bu nedenle bu savasi hic olmazsa biraz daha uzatmaya calisiyorlar. Obama`nin kararsizligi veya müdahale icin bekledigi ic ve dis destegi yeterince bulamamasi ve Israil`in ic savasi uzatarak Suriye`yi daha fazla yipratmak istemesi nedeniyle savas uzadikca uzuyor. Türkiye`deki Suriye`li mülteci sayisi 400 bini buldu. Bunlarin maliyeti simdilik Kuzey Irak`in kapilarinin Türkiye`ye acilmasi nedeniyle artan getirilerle karsilaniyor. Ama savasin maliyetinin artik katlanilmaz boyutlara cikmasi, Türkiye`nin havlu atmasina neden olur mu? Rusya ve Cin buna oynuyor olabilirler mi? Bir adim daha gidersek, Rusya ve Cin, bu sefer Israil`in destegini ve Obama`nin kararsizligini de kullanarak PKK`ya Suriye`de öenmli bir mevzi kazandirmak ve PKK`nin Suriye`deki varligini güvence altina almak suretiyle PKK`nin masadan kalkmasini saglayabilirler mi? Buna göre Suriye, ayni Irak gibi en azindan üc parcaya bölünecek demektir. Ancak o zaman bile baris sürecinin kesilmesi pek mümkün görünmüyor. Cünkü o zaman Türkiye ve Irak`taki kazanimlardan sonra, Suriye`de de Kürt mozaiginin ücüncü parcasi ortaya cikmis olacaktir ve bu ücüncü parca da kacinilmaz bicimde Türkiye`nin etkisine girecektir. Böyle bir gelisme asil Iran`i zora sokar ve o zaman Kürt parcasinin Iran`in geri kalan tarafindan ayrilmak istemesi, Iran`daki hassas etnik mozaigi catlatabilir.
Yani Türk-Kürt baris sürecinin sonunu getirecek gelisme ancak Suriye`deki ic savasin ancak Esad`in zaferiyle bitmesidir. Diger bütün secenekler, Suriye`nin parcalanmasi veya muhaliflerin kazanmasi baris sürecini kesmez. Hatta muhaliflerin kesin zaferi baris sürecini daha da hizlandirir, cünkü o zaman Suriye`de muhaliflere karsi savunma durumuna gececek olan bir PKK, Türkiye`ye daha muhtac hale gelecektir. Hattâ PKK, Nusra Cephesi`ne karsi Türkiye`den yardim istedi bile. Inanilmaz, ama gercek bu.
Esad`in kazanmasindan ümidi kesen Rusya, Cin ve Iran`in baris sürecini bozmak icin ellerindeki son koz... Türkiye`deki secimlerdir. AKP`nin secimlerde sendelemesi baris sürecini bozar. Hatta bir koalisyon ihtimali bile baris sürecinin sonu olur. Cünkü diger iki parti CHP ve MHP baris sürecine karsidirlar.
Gezi süreci, onlara bu acidan umut verdi. Gezi bir anda ortaya cikan dahiyane bir fikirdi. Rusya ve Cin`in, hatta Israil ve Suudi Arabistan`in ellerini ogusturmasina neden olan bir fikir. Cünkü bu ülkeler biliyorlar ki, Türkiye`nin secimlerde topyekûn bir kaosa sürüklenmesi, baris sürecinin tam anlamiyla sonu demek olacaktir. Nitekim Demirtas, Gezi ayaklanmasindan sonra "Baris süreci, birkac kere gitti geldi" diye bosuna dememistir. Simdi Türkiye secim ortamina giriyor. Istanbul, AKP acisindan kaybedilebilir bir sehir konumunda. Cünkü hicbir güc, eger adayligini koyarsa, Mustafa Sarigül`ün Istanbul`da secimleri kazanmasini engelleyemeyecektir. Öcalan`in baris sürecinin ana hatlarinin , secimlerden önce ortaya cikarilmasi konusundaki israri biraz da burdan kaynaklanmaktadir.
Peki tam bu sirada Cemaat AKP ittifakinin catirdamasina ne demeli? Zaten bakiniz, Cemaat, baris sürecinin ta basinda, MIT müstesarinin tutuklanmaya calisilmasiyla ortaya cikan kriz sirasinda, sürece ne kadar karsi oldugunu ortaya koymustu. Cemaat, nasil olur da, iktidari AKP`nin geri kalan kadrolariyla paylasiyorken ve baris süreciydi, Esad`in gitmesiydi derken, Türkiye`nin yumusak bir güc olarak bütün Orta Dogu`da egemen olmasinin önü acilmak üzereyken böyle ilginc ve ters bir role soyunabilir? Bu soruya cevap vermek icin dönüp Amerika`nin ve Avrupa Birligi`nin Israil konusundaki endiselerine bakmak gerekir. Acaba Türkiye onlarin istediginden daha hizli ilerliyor olabilir mi Orta Dogu`da? Bu hizin yavaslatilmasi gerektigine karar vermis olmasinlar sakin!. Eger buna karar vermislerse, önlerinde 2 yillik muazzam bir firsat var: Türkiye secim süreci. Bütün ayak oyunlari serbest! AKP ve Erdogan da onlara, anti demokratik söylem ve davranislariyla az firsat vermiyor degil. Hem zaten iktidarda 10 yillarini doldurdular. Gecenlerde Mümtazer Türköne, "Iktidarin politikasi dogru da. Nefesi yetecek mi?" diye bosuna sormadi.
AKP alasagi edilse bile Türkiye`nin yumusak güc olarak ilerleyisini durdurabilirler mi? Bence cok gec! 11 Eylül`den sonra dünyayi saran islamofobi ortaminda Türkiye`nin yükselmesi kacinilmazdi. Hatta su siralar ucagin tekerlekleri yerden kesiliyor bile. Bu gibi ayak oyunlari icin artik cok gec!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)