11 Haziran 2015 Perşembe

MHP`den taktik hatası, AKP ve CHP erime sürecinde

Devlet Bahceli, daha seçim biteli birkaç saat bile olmamışken geceyarısı, siyasi kariyerinin en önemli hatalarından biri sayılabilecek bir konuşmayla koalisyona kapıyı kapattı. 

Aslında çok da haksız sayılmazdı. Erimek ve parçalanmak üzere olan bir AKP var karşımızda. Her ne kadar %40 oy almışsa da, bu oylar erimeden arta kalanlar. Yani %49`dan %40`a düşüş söz konusu. Hani, Davutoğlu diyor ya, Cumhuriyet tarihinde birkaç kez %40 geçilmiştir, o nedenle bu sonuç başarıdır, diye. Aldırmayın. Çünkü %25`ten 40`a çıkmış değilsin. 49`dan 40`a inmiş durumdasın. Bir erime var ortalıkta ve başaşağıya gidiş söz konusu. Ve bu baş aşağıya gidiş o kadar hızlı ki, %20`lere tekabül ediyor. Çok yakında AKP diye bir şey kalmayacak ortalıkta. MHP bunu biliyor. MHP`nin geçmişte çökmek üzere olan partilerle yaptığı 2001`de iflas bayrağını çeken acı bir koalisyon deneyimi var. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer misali şimdi de AKP`ye yanaşmakta güçlük çekiyor. Ama daha ilk saatlerde kendini oyunbozan konumuna düşürmek de gerekmiyordu tabii. Şimdi AKP CHP koalisyonu Erdoğan ve Baykal eliyle kotarılmaya başlayınca, bu şefer de geri adım atıyor. Koalisyon için şartlar ileri sürüyor. Güvenilir bir siyasetçi için kabul edilebilir sertlikte zikzaklar değil bunlar.

Ileri sürdüğü şartlar da aslında "şart" değil. 17-25 Aralık dosyalarının açılmasını istiyor. Bunu tartışmak bile gereksiz. Çünkü her üç muhalefet partisi de bunu istiyor ve meclis açılır açılmaz zaten bu dosyalar da açılacak. Bu dosyaların açılması için oy vermeyen muhalefet partisi siyaseten intihar etmiş sayılır. Bu dosyalar açılacak ve 4 bakan yüce divana sevkedilecek. O halde bunu koalisyon şartı olarak öne sürmek gereksiz olduğu kadar, gülünç de.

Diğer şart daha da komik. Erdoğan şartı. AKP`den Erdoğan`ı dizginlemesini istemek "Yağmuru durdurabilir misin" demek gibi bir şey. AKP Erdoğan`a nasıl söz geçirsin.

Belki dişe dokunur tek şart çözüm süreci ile ilgili olanıdır. AKP`yi çözüm sürecinden alıkoymak çabasıdır. O zaman AKP Güney Doğu`dan tamamen silinecek ve buralar HDP`nin eline geçecektir ve koalisyonun Güney Doğu`da tabanı kalmayacaktır. Sadece o değil. Koalisyon aynı zamanda Türkiye`nin geri kalan bölgelerinde de kitlesel desteğini kaybedecektir. AKP buna razı olur mu? Evet. Ama o zaman yolsuzluk dosyaları konusunda MHP`den destek istemek opsiyonu dogar. Kendimizi AKP yerine koyup şöyle bir düşünelim: hem MHP istedi diye geniş bir kitlenin (neredeyse %10`lara varacak olan bir dilimdir bu) desteğini daha kaybedeceksin. Toplumsal taban açısından %20`lere ineceksin. Hem de üyelerinin önemli bir kısmının yolsuzluk dosyaları nedeniyle aslanların önüne atılmasına sessiz kalacaksın. Yani hem erime, hem de parçalanma. Çarmıha gerilmek gibi bir şey. Bu nedenle AKP MHP koalisyonu abesle iştigal anlamına geliyor bugün. Belki de bu opsiyonun üzerine kocaman bir çarpı işareti koymak en iyisidir. Zaten MHP iktidar ve icraat değil sadece bir tepki ve direniş partisidir. MHP`nin yeni modern Türkiye`yi kucaklamak ve yönetmek gibi bir derdi asla yoktur ve aslında hiçbir zaman da olmamıştır. Proje ve yeni fikir konusunda da MHP en kısır partidir bunun doğal bir sonucu olarak.

AKP iktidarda kalmak istiyor. Bu nedenle ister istensin isterse istenmesin, AKP CHP koalisyonu yine de en mümkün olanıdır. Bu aritmetik bir gerçektir. Bir kere bu koalisyon yolsuzluk dosyalarının acılmasının yaratacağı deprem etkisi hafifletir. Aslinda bu dosyalar cemaat etkisiyle çok abartıldı. Sanki Türkiye siyaseti pir-ü paktı da onu AKP kirletti gibi bir algı yaratıldı. Toplum bu dosyalara daha soğukkanlı bakmayı öğrenmeli. AKP CHP koalisyonu bu hafifletici etkiyi yapmak ve toplumu makul bir çizgiye çekmek için mükemmel bir araç.

Davutoğlu`nun Erdoğan`ın koşullandırmasıyla gölgelenmiş olan bilgeliği ve bilim adamı kimliği, olaylara duygusal değil akılcı yaklaşım yeteneği bu aşamada devreye girip CHP ile hatta belki de Türkiye`nin en uzun koalisyon deneyimini başlatabilir. Ayrıca kavga etmeyi ve birbirinin kuyusunu kazmayı düşünmeyen bir koalisyon Türkiye`nin dış dünyaya karşı, zaten seçimlerle iyice parlamış olan demokratik performansının, daha da belirginleşmesini sağlar. Bu da az buz bir şey değildir aslında. Çünkü Türkiye gibi dışarıdan borçlanmaksızın ekonomisini devam ettiremeyecek durumda olan bir ülke için dış görünüm hayatî derecede önemlidir.

Ve nihayet başkanlık tartışmaları ve yargı üzerinde kurulmaya çalışılan baskı ile iyice yıpranmış olan devlet kurumları bu koalisyon sayesınde rahat bir nefes alır. Çözüm süreci ilerler. Hatta yeni bir anayasa bile mümkün hale gelir. Ancak bu koalisyon yine de HDP`nin yükselişini engelleyemeyecektir. Çünkü artan demokrasi ihtiyacı AKP`nin artık daha fazla iktidarda kalmasını imkânsız kılacak derecede fazladır. HDP`nin tek başına iktidara gelecek şekilde yükselişi AKP/CHP koalisyonunu yıpratacak ve sonunda koalisyonun bitmesine neden olacaktır. Çünkü HDP, AKP`den de CHP`den de oy alabilecek bir partidir ve AKP ile CHP`nin HDP`nin önünü kesmek için ellerinde neredeyse hiçbir araç yoktur. 


10 Mayıs 2015 Pazar

Gelecekteki Ortadoğu nasıl şekillenecek 1 - Arap Baharı ve Kürt Sorunu

Suriye`deki ve Irak`taki ana denklemin aslında Kürt sorunu olduğu gerçeği artık her geçen gün daha çok belirginleşiyor. Böyle olduğu içindir ki, Arap Baharı, bütün Kuzey Afrika`yı, Ortadoğu ve Arap yarımadasını kasıp kavurduktan sonra kalıcı bir içsavaşa yol açmadan güç kaybedebildi, ama Suriye ve Irak`ta içten içe yanan bir kor ateşe dönüştü ve hâlâ daha oradaki halkları yakmaya devam ediyor.

Bu iki ülkenin ortak özelliği Kürt sorunundan muzdarip olması ve sadece ve sadece demokratik yöntemlerle çözülebilecek bu sorunla bas edebilecek donanıma sahip olmamasıdır. Arap Baharı işte böyle bu sorunu kalıcı bir iç savaşa dönüştürmüştür. Her iki ülkede de bütün siyasi tavır alışlar, ister istemez Kürt sorunu etrafında biçimlenmiş, sorunun çözülmesi geciktikçe çelişkiler derinleşmiştir.  

Yani Arap alemindeki esas çelişki, ne Şii-Sünni çelişkisi, ne de Arap-Israil savaşıdır. Bir şeriatçi-laik çelişkisinden veya derinleşmiş bir sınıf mücadelesinden de aslında bahsedilemez. Bu çelişkiler tabii ki vardır, ama içsavaşın ortaya çıkması için yeterli değildir.

Kürt sorununun olmadığı Arap ülkelerinde toplumsal çalkantılar bir süre sonra yeni bir dengenin kurulmasıyla sonuçlanıyor. Ama sadece Suriye ve Irak, dengenin bir kere bozulmasıyla, yeni bir dengeye kavuşmak yerine, denge noktasından sürekli uzaklaşıyorlar. Bu durum bize bu ülkeler Kürt sorununu çözecek biçimde parçalanmadıkça, çatışmaların bitmeyeceğini gösteriyor.

Yani Kürt sorunu etnik kimliğe bürünmüş bir demokrasi mücadelesi olarak görünüyor. Etnik kimliğin söz konusu olması nedeniyle çelişki uzlaşmaz hale geliyor ve denge durumundan gitgide uzaklaşılıyor.

Ama Arap baharı olmasaydı, Kürt sorunu muhtemelen bu ülkelerde bir iç savaşa yol açmayacaktı. Arap baharının demokratik özü, Kürt sorunundaki demokratik özle birleşiyor. Arap Baharı`na yakalanan Arap ülkelerinden sadece üçü bünyesinde etnik azınlık barındırmaktadır. Suriye, Irak ve Sudan. Bunlardan üçüncüsü Arap Baharı`ndan sonra parçalandı. Ilk ikisi ise parçalanma yolunda. Bu iki ülkenin parçalanma sürecinin uzun ve ağrılı olmasının nedeni, stratejik önemlerinden ve Ortadoğu`daki büyük güçlerin ülkelerin iç işlerine karışması sonucu, tarafların dış güçlerin vekâlet savaşını yürütüyor olmalarındandır.

Eğer ülke bütünlüğü sağlayacak şekilde demokratik reformlardan geçirilemiyorsa, halkların daha fazla demokrasi istemeleri, ama bunu ifade etmek için yeterli ideolojik, siyasi birikimin olmayışı, sonuçta etnik azınlığın ayrılma isteğini kalıcı hale getirmektedir. Ama ülke içinde halkların özgürlük istemi uğruna topyekun bir kalkışması olmayınca, tek başına etnik kimlik ayrılma ve iç savaş için yeterli olmamaktadır. Bu nedenle Türkiye`deki 1936-37 Kürt isyanı ayrılma ile sonuçlanmamıştır. Ama 1980`lerde başlayan ikinci Kürt kalkışmasında, toplumsal güçler, sorunu daha demokratik yönlerden çözebilecek yeterli birikime sahipti. Bu nedenle ikinci Kürt kalkişmasi da ayrılma ile degil, yeni bir toplum sözleşmesi temelinde birleşme ile sonuçlanmak üzere. Bu süreç henüz devam ediyor.

Işte bu nedenledir ki, Türkiye ve Iran daha baştan Irak ve Suriye`deki çatışmalara Kürt sorunu açısından baktılar. Iran, Kürt sorununun Türkiye ve Iran`ı da parçalayabileceğini söyleyerek, Suriye`nin toprak bütünlüğünün korunması konusunda Türkiye`den destek talep etti. Bu talep ilk bakişta mantıklı görünebilir. Ama Kürt sorununun aldığı boyutları çok iyi bilen Türk yöneticileri, böylesi bir çelişkileri bastırma mantığının Türkiye için geçerli olamayacağını çoktan biliyorlardı. Iran, Kürt sorununu çözmek için bir “Çözüm Süreci” başlatmamıştı. Ama Türkiye`de bu süreç yürürlükteydi ve Türkiye toplumu bu süreçte epeyi yol katetmis, bu sürecin ayrıntılarını tartışmış ve dönülmez bir yola girmiş bulunuyordu. Iran, Türkiye`deki demokrasi birikiminin kendi birikiminden daha ileride olduğunu unutuyordu. Sadece bu bile, Iran`lı yöneticilerin (özellikle Haşimî Rafsancani’nin) Türkiye`yi ne kadar az tanıdıklarını göstermeye yeter ve Iran`daki entellektüel sınıfın ne kadar birikimsiz olduğunu gösterir.

Türkiye istese de Iran`la birlikte Esad rejimini koruyamazdı. Buna kendi mezhepsel önyargıları kadar, kendi içindeki Kürt sorunun boyutu da engeldi. Suriye`deki geçmişteki Irak`ta olanlara benzer bir Kürt katliamı, en başta Türkiye`yi sarsacaktı. Nitekim Kobani`deki Kürt yenilgisi olasılığı Türkiye`nin baştanbaşa nasil sarsılmasına yol açtıysa, bunun üç veya beş kat şiddetlisi, Türkiye Esad rejimini desteklemek hatasına düştüğünde yaşanacaktı.

Kısacası, Kürtlerle masaya, ülkedeki düzenin yenibaştan dizaynı konusunda oturmaya kararlı olan bir Türkiye vardı. Öte yandan böyle bir derdi olmayan İran. Olası bir işbirliği için hiç de iyi bir zemin yoktu ortada. Şimdi ise Iran`ın Türkiye`deki Kürt sorununu nasıl çözdüğüne odaklandığı düşünülebilir. Çözüm olasılığı belirdikçe, İran da Kürt sorunu konusunda Türkiye`yi takip edecektir. Ve çözümün hiç de parçalanma yönünde gelişmediği görüldükçe, soruna İran`ın katılımı da artacaktır.

Bu işin bir yanı.

Ama bir de sorunun yukarıda işaret ettiğimiz diğer bir boyutu var. Kürt sorununun aslında demokratik bir özü vardır, dedik. Çok genel anlamda ele alırsak, daha fazla demokrasi olmadan Kürt sorunu çözülemez diyebiliriz. Nitekim bu boyutu çeşitli yazarlar, başta Kadri Gürsel, sürekli vurguluyorlar. Öte yandan Kürt sorununun taraflarından biri olan Türkiye`li HDP`nin aslında sadece Kürtlere değil, bütün Türkiye`ye seslenmesinin bir nedeni bu. Iran bu noktadan çok uzakta. Peki Türkiye? Türkiye Kürt sorununa bir demokrasi meselesi olarak bakmaya hazır mı? Bu soruya şu an „hayır“ cevabı verilebilir. Ama şunu söyleyelim: Türkiye`de %10`u temsil eden HDP ve %25`i temsil eden CHP`nin tabanının önemli bir kısmı böyle düşünmüyor. Yani özgürlüklerin çoğaltmadığı bir ortamda Kürt sorununda ilerleme kaydedilmesinin imkânsızlığı aslında Türkiye`deki birçok aydın çevrelerinde dile getiriliyor. O halde Türkiye ile Iran arasında Suriye konusunda işbirliği olasılığını azaltan ikinci bir farklılık daha ortaya çıkıyor demektir.

Ama Türkiye`nin bu demokrasi konusunda ikicikli olduğu, ülkede özgürlükleri, sivil toplumcu bir demokratik toplum yaratma süreciyle Kürt sorununu aynılaştırmadığı da bir gerçek. Türkiye işte tam da bu noktada bocalamaktadır. Bocaladıkça, Türkiye`nin Kürt sorununa bakışı, olayın bir siyasi ittifaklar manzumesi olarak görülmesi şeklinde tezahür ediyor. Suudi Arabistan ve Katar`a yaklaşılıyor. Sünnilerden kendisini Kürtleri desteklemekten kurtaracak ittifaklar talep ediliyor. Kürtlerle aynı telden çalmayan, Suriye muhalefetine yaklasılıyor. ISID yakın zamana kadar seçeneklerden biriydi. Ancak ISID`in aşırılıkları, Türkiye`nin bu konuda ağzının yanmasına yol açtı. Pekiyi ya el Nusra? Suriye`deki muhalefetin son zaferlerini Türkiye-Suudi Arabistan-Katar arasındaki işbirliğinin artmasının bir sonucu olarak gören yorumcu sayısı bir hayli fazla. Bu kanadın başını The New York Times çekiyor.

Türkiye`nin çözüm sürecinde frene basmasının bir nedeni daha var. Türkiye, Kürt sorununu çok hızlı çözmek istemiyor. Çünkü bu sorunun hızlı çözümü, Türkiye`yi Suriye topraklarına doğru genişlemek zorunda bırakacak. Bu olasılığın, bu hiç istenmeyen genişlemenin, bir çok Türk siyasetçisinin şimdiden uykusunu kaçırdığı bir gerçek. Suriye`deki yeni yapı belli olmadan, Kürt sorunun Türkiye`de çözülmesi, birçok Suriyeli Kürtün Türkiye ile bütünleşmesine yol açabilir. Bu ise Türkiye`yi direkt Arap âlemi ile karşı karşıya bırakır ve ülkeyi içsavaşın taraflarindan biri yapar. Bu gerçek, Kürt sorununa getirilen çözüm önerilerine CHP`nin neden soğuk olduğunu ve neden geçenlerde Kılıçdaroğlu`nun “Suriyelileri ülkelerine geri göndereceğiz” dediğini açıklar. Bu seçim vaadi bir çok yönden tartışmaya açık bir konu.

Bir kere 2 milyon insanı geri gönderemezsin. Bunların birçoğu vatandaşlığa geçti bile. Üstelik bu insanlar Türkiye`nin en önemli sorunlarından biri olmaya aday olan nüfus artış hızının azalması sorunu açısından neredeyse ilaç konumunda. Bu nedenle bu iki milyon insanın getirdikleri, paradoksal gibi görünüyor ama, götürdüklerinden fazla. Sonra gelen bu iki milyonun neredeyse hepsi Kürt. Onlar çoktan Türk toplumuyla bütünleştiler bile. Zaten bir çoğu buradaki Kürtlerle akraba.

Ikincisi ve daha önemlisi bu insanlar, yöre halkı dışında Türkiye`deki bizatihi demokrat Türkler tarafından da sempatiyle karşılanıyorlar. Kobani direnişinin Türk ve Kürt kamuonu tarafından sempatiyle karşılanması gibi. Bütün bu gerçekler bıze Kürt sorununun demokratık bir içeriği olduğunu kanıtlıyor. Ama aynı zamanda çözümün hızı karşısında Türk yönetici kesiminin duyduğu korkunun haklılığını da açıklıyor.

Öyle ya da böyle, bu konuda Türkiye açısından geri dönüş yok. Dolayısıyla El Kaide ile bağlantısını geçenlerde teyit eden El Nusra, Suudi Arabistan, Katar gibi seçenekler, Kürtlerle araya mesafe koyma çabaları, sadece ve sadece ISID benzeri yeni fiyaskolara kapı açacak gibi görünüyor. Üstelik bu arayışların Batı dünyasında yarattığı infial de ortada. Joe Biden`in „sözümüzü dinletemedik“ deyişi de hatıralarda hâlâ taze. Türkiye`nin an itibariyle çelişkisi bu.



26 Nisan 2015 Pazar

Ermeni tezleri güc kaybediyor

1915 Ermeni olaylarinin yüzüncü yildönümü dolayisiyla alevlenen tartismalarin Ermeni iddialarini destekleyen bir sürec seklinde devam etmesi, dünya parlamentolarinin ve kanaat önderlerinin birbiri ardina Ermenileri destekleyen aciklamalar yapmalari olayin aslinda muhteva degistirdigini göz ardi ediyor. Yani tartismalar alevlendikce, daha cok kurulus, kisi ve basin yayin organi tartismaya katildikca, aslinda sasirtici bicimde Ermeni iddialarinin zayifladigini farkediyoruz. Batili basin organlarinda birbiri ardinca yayimlanan yazilarin icerigi bunun en belirgin kaniti.

Ermeni iddialarinin zayiflamasinin iki nedeni var:

Birincisi, ortada bir tartismanin oldugu gerceginin ayan beyan görülmesi. Bilim adamlarinin ve tarihcilerin bu konuda anlasamamis olduklari. Tartismalar ilerledikce daha fazla kisi görüyor ki, bu konuda bilim dünyasinda bir degil birbiriyle carpisan iki görüs var. Cogunluk görüsü Ermeni iddialarini destekliyor. Ama hic de yabana atilmayacak sayida bir yabanci bilim adami ve tarihci var ki, Türk tezine destek veriyor. Hattâ bu iki görüsün güc orani biri digerine karsi ezici bir cogunlukta üstünlük saglayacak sekilde degil. Tam tersine azinlik görüsü cogunluk görüsüne yakin bir gücte.

Burada diyalektigin ölmez kuralinin isledigi söylenebilir. Yani karsitlarin birbirini güclendirdigi kurali. Ermeniler ne kadar cok yayin yapar, parlamentolari kulis faaliyetleri etkiler, kamuoyu olusturursa, karsit görüs o kadar cok merak ediliyor ve herkes Türkiye`nin bu konuda ne düsündügünü ögrenmek istiyor. Yani tartismanin ilerlemesi ve küresel ölcege yayilmasi Türkiye`nin yararina.

Ikinci neden de su: Ne kadar tartisilirsa tartisilsin, sonucta is “reel politik”e gelip dayaniyor. Türkiye Ermeni iddialarini kabul etmezse, tazminat ödemeye, özür dilemeye yanasmazsa ne olacak? Türkiye`ye baski mi uygulanacak? Birlesmis Milletler`den bu saatten sonra bir karar mi cikartilacak. Bunlar olmayacak seyler. Uluslararasi mahkemelerden tazminat karari, sirf bu tartismalardan ötürü cikartilmasi, Türkiye`ye bir sekilde boyun egdirilmesi mümkün degil. Sonucta av heyecanini bir süre sonra kaybedecek. Bu tartismanin ilelebet sürdürülmesi mümkün degil.

Biz yine de birinci nedene agirlik verelim. Neden azinlik görüsü, yani Türkiye`nin tezi hâlâ güclü ve tartistikca güc kazaniyor? Bu cok ilginc bir gelismedir. Yani olay tersine dönüyor. Karsi tarafta devasa bir propoganda mekanizmasi var. Batili yayin organlari bu görüse destek veriyorlar. Parlamentolar kararlar aliyor. Türkiye`nin imkânlari görece cok kisitli. Ama onlar bastirdikca güc kaybediyorlar. Neden?

Cünkü tartisma ilerledikce ve Türkiye direndikce, tarihi belgelere basvurma ihtiyaci fazlalasiyor. Zaten Türkiye`nin istedigi tam da bu. O zaman belgelere bakalim, belgeler ne diyor? diye soran insan sayisi artiyor.

Ermeni tarafinin zayif yani, parlamento kararlariyla, propaganda ve yayinla dünyaya bir görüsü kabul ettirebileceklerini sanmalari. Oysa dünya kanit istiyor. “Bir kâgit parcaniz var mi” diye soran tarihcilere her gecen gün yenileri ekleniyor. Gercekten bir kâgit parcasi var mi? Hangi konuda? Insanlarin öldürüldükleri konusunda mi? Hayir. O konuda degil. Türkiye`nin önceli sayilan Osmanli Imparatorlugu`nun merkezi ve örgütlü olarak soykirim karari aldigina ve bunu uyguladigina dair bir kâgit parcasi var mi? Bir hükümet karari, bir kanun, bir örgütlenme projesi, “Gördügünüz her Ermeniyi öldürün” seklinde gönderilen bir tebligat, bir mektup, merkezi olarak Istanbul`dan, Imparatorlugun merkezinden gönderilen bir evrak elinizde var mi?

Olsaydi zaten bu tartisma ortaya cikmazdi, denebilir. Olsaydi zaten Türkiye arsivleri acalim demezdi, diyenler cikabilir. Iste Ermeniler belki de bu yüzden arsivlerin acilmasi, tarihcilerden olusma bir komisyon kurulmasi fikrine yanasmiyorlar.

Zaten onlarin bu fikre yanasmasi demek, otomatikman kendi fikirlerinin dogru olmayabilecegi ihtimalini kabul ettikleri anlamina gelir ve simdiye kadar cikartilan bütün parlamento kararlari güme gider. Cünkü bu kararlarin erken alinmis kararlar oldugu kabul edilmis olur.

O yüzden Ermeniler görüslerine ispatlanmis gözüyle bakiyor ve her türlü karsi argümani bu nedenle tartismasiz reddediyorlar. Ama bu tavir tam tersi bir sonuc vererek onlarin argümanini zayiflatiyor. Nitekim bu tavrin aslinda fikir özgürlügüne ve hukuka aykiri oldugu Avrupa Insan Haklari Mahkemesi`nin Dogu Perincek karariyla da belirginlesmis durumda.

Ermenilerin tartismaya karsi argümanlari dinlemeye yanasmamalari, onlari kanitsiz propaganda ile sonuca ulasmak icin beyhude yere cirpinmasina yol aciyor. Cevap olarak öne sürdükleri, simdiye kadar yayimladiklari kanitlarin yeterli oldugu tezi ise genel kabul görmüyor.

Bu gercek gecenlerde Almanya`nin önemli yayin organlarindan birinde Die Welt Gazetesinin 17 Nisan 2015 tarihli sayisinda cikan Boris Kalnoky imzali “Völkermord bleibt Völkermord (Soykirim soykirim olarak kalir) baslikli yazisinda da özellikle vurgulandi. Baslik her ne kadar Ermeni tezini destekler nitelikteyse de, yazinin icindeki bazi cümleler Bati`nin artik bu oyundan sikilmaya basladiginin kaniti gibi. Mesela su cümleler:

“Taktiksel olarak bu hamle, (Türkiye`nin tarihciler komisyonu kurulmasi önerisi) ustaca bir satranc hamlesi olarak görülebilir. Ermeniler simdiye kadar bu öneriye yanasmadilar ve diaspora böyle bir tartismaya girmeyi reddetti. Bugüne kadar Ermeni tarafi, Türkiye`nin bu noktada gercekten onu soykirimi tanimaktan kurtaracak bir kacis yolu bulabilecegi ihtimalini ciddiye almadi. Ermeniler böylesi bir komisyonun soykirim tezini görecelendirmeye neden olacagindan korktular. Cünkü dünya kamuoyu zihni, Osmanlilarin kendi öz savunmasiz vatandaslari olan 1,5 insani katlettigi ve bu sucun devletleri icin herhangi bir tehlike olusturmayan insanlara karsi islendigi tezine alismisti. Peki simdi, dünya basin organlari tarafindan yogun bicimde izlenen bir bilim adamlari toplulugunca aslinda öldürülen insan sayisinin 750.000 oldugu, geri kalaninin ayni savastan etkilenen diger Türkler gibi hastaliklardan, besinsizliklerden öldügü ortaya cikarsa ve üstelik bunlarin Osmanli Imparatorlugunun kendi topraklarinda Rusya ve Batili devletlerin desteginde kendi devletlerini kurmak icin teskilatlandigi ortaya cikarsa ne olacakti?”

“Bu bakimdan merkezi hükümet Ermenilerin tehcir edilmelerine karar verdi. Bu aslinda askerî zorunluluklarin dikte ettirdigi klasik bir antigerilla önlemidir. Salgin hastaliklar ve aclik zaten bütün ülkeyi kasip kavuruyordu. Ama toplu imha niyeti yoktu. Evet bu bir trajediydi. Ama soykirim olarak nitelendirilemezdi, denirse ne olacakti?”

Bu yazida da belirtildigi üzere 1915 Ermeni olaylarının bir değil bir çok boyutu var. Zaten dünya savaşı gibi bir olaylar manzumesinde tarihsel süreclerin bir propaganda ve siyaset malzemesi olmaktan çıkarılması ve onların çıplak gerçekliği içinde yansıtılmasının çoğu zaman derin araştırmaları gerektirmesinin nedeni de bu. Cok boyutluluk bilimsel arastirmalari zorunlu kiliyor. Parlamento kararlari ve tek tarafli propagandayla sonuca ulasmak mümkün degil. Bu yönde bir inat olsa olsa sizin hakliliginizin süpheyle karsilanmasina yol acar. Ama sizi hakli kilmaz. Hele hele isin ucunda para ve siyasi amac varsa.

Sonucta arsivler acilacak. Türkiye karsisinda sonuca ulasmak isteyen herkes eninde sonunda buna yanasmak zorunda kalacak. Bir kâgit parcasi aranacak. Merkezî hükümetin olaylar karsisindaki tavrini net olarak ortaya koyan bir kâgit parcasi.

Ilginc olan bu arsiv fikrini savunan Türkiye`nin şimdiye kadar bu arsivleri acmamis olmasidir. Nedeni de olaylarin cok fazla siyasi spekülasyon malzemesi yapilmasi ve arsivlerin arastiricilar tarafindan tahrip edilmesi ihtimalinin olmasiydi. 

Ancak simdi elektronik ortamda saklama yöntemlerinin gelismesi nedeniyle arsivlerle ilgili sakincalarin giderilmis olmasi gerekir. Buna ragmen Türkiye bu arsivleri acmiyor. Acma sartini tarihcilerden olusma bir komisyon kurulmasina bagliyor. Ancak komisyon kurulmasini beklemeden, arsivleri elektronik ortamda kendisi acabilir. 

Tabii arsivlerin acilmasi yetmez. Bu arsivlerle ilgili arastirmacilara yön gösterecek el kitaplarinin hazirlanmasi gerekir. Ayrica arsivler üzerinde arastirmalarda bulunmak üzere tarihcilerin görevlendirilmesi gerekmekte. Bunun icin de önemli miktarda kaynak ayrilmasi sart. Türkiye önümüzdeki dönemde böylesi yatirimlara girismek zorunda. Cünkü biraz sonra acacagimiz gibi bu mesele burada kalmayacak. Karsi tarafin giristigi entellektüel cabanin daha fazlasini göstermeden bu is bitmeyecek.

Bu konuda yazilmis her satir okunmali ve yayimlanmali. Bu nedenle arsivlerin son satirina kadar isteyen herkese elektronik ortamda acilmasi gerekiyor.

Osmanli Hükümeti`nin rolü hakkinda bir degerlendirme

Olaylarin tartisanlarin aslinda sanildigi gibi soykirim kelimesi üzerinde degil, merkezî hükümetin bu sucun islenmesine iliskin bir niyeti olup olmadigi noktasinda yogunlastiklari görülüyor.

Mesela soru su: ölenler Osmanli imparatorlugunun yöneticileri tarafindan Ermeni oldugu icin mi öldürüldüler? Bu soruya verilen cevap “evet” ise, o zaman ayni olaylarin devam ettigi gün ve saatlerde Osmanli Imparatorlugu`nun baskenti Istanbul`da Ermenilere ve onlarin ibadetlerine dokunulmamasini nasil aciklayacagiz? Eger Osmanli Imparatorlugu`nun baskentinde alinmis bir soykirim karari olsaydi, önce Istanbul`da yasayan Ermenilerin öldürülmesi gerekmiyor muydu? Mesela Hitler önce sehirlerdeki Yahudileri toplamadi mi? Oysa Osmanli Imparatorlugu`nda böyle olmadi, bunlar Istanbul`da yasamaya, ibadetlerini sürdürmeye, kitap yazmaya ve basmaya devam ettiler.Hatta bu yazarlar arasinda bu olaylar sirasinda Istanbul`da yasayan Hagop Mintzuri de vardir. Bu yazar Istanbul`da yasamis ve 1915 olaylarindan cok sonra (1978`de) yine Istanbul`da vefat etmistir. Hagop, Dogu Anadolu Erzincan`da yasayan ailesi tehcire tabi tutuldugu icin onlardan bir daha haber alamamistir. Ama kendisi Istanbul`da yasamaya devam etmistir. Sadece bu olay bile Osmanli Imparatorlugu merkezli bir soykirim kararinin olmadigini göstermiyor mu?

Hemen akla gelen bir itiraz, Istanbul`un cok göz önünde oldugu, burada girisilebilecek bir toplu tutuklama, sürgün ve katliam girisiminin Osmanli Imparatorlugu`nu sucu isledigine dair cok fazla desifre edebilecegi icin, yöneticilerin Istanbul Ermenilerine göstermelik olarak dokunmadigi, ama yine de gizli gizli Istanbul`da da tutuklamalara giristigi, ancak bunlarin cok bilinmedigi seklinde ileri sürülebilir. Bu itirazin gerecrli olup olmadiginin tespiti icin de arsivlerin didiklenmesi gerekiyor.

Tazminat talebinde bulunanlar, bu öldürme katliamlarin, ayni Hitler Almanya`si benzeri merkezi bir kararla, Istanbul`dan yönlendirildigi konusunda israr ediyorlar.

Oysa katliam sucu merkezi bir hükümet karari olmaksizin, hatta merkezi hükümetin bütün engelleme cabalarina ragmen, yerel yöneticiler, hatta belirli bir grup tarafindan da islenebilir. 1915 olaylarina bakilinca, daha cok Ermeni katliamlarinin, Ittihat ve Terakki kökenli bazi asiri milliyetcilerce ve Kürt asiret yöneticileri tarafindan tahrik edildigini ve hatta örgütlendigini gösteriyor.

Bölgede yerel yöneticilerin kiskirtmalariyla olaylarin yer yer soykirima dönüstügüne iliskin kanitlar var. Ama bunlar daha cok merkezî otorotenin zayifladigi yerlerde söz konusu oluyor. Yani olaylar, Ermenilerin yürüyüse zorlandiklari bölgelerde meydana geliyor. Burada merkezî hükümetin tavrinin yürüyüse zorlama, öldürüleceklerini bile bile onlari yola cikartma, onlari savunacak tebdirleri almama seklinde sekillendigi söylenebilir. Ama bu merkezi hükümetin tavrinin olaylarin soykirima dönüsmesini önleyememe acizligi seklinde mi, yoksa bu öldürme olaylarini bizzat örgütleme ve tesvik etme gayreti seklinde mi ortaya cikiyor. Soru burada dügümleniyor. Bu konuda yazilan her satir ve mektup, tebligat okunmali. Su da olabilir: merlezi hükümet bu insanlari koruyacak tedbirleri almak istemis, ancak savasin zorunluluklarindan ve zamanin darligindan dolayi alamamis da olabilir. Bu durumda Türk tezi agirlik kazaniyor.

Dolayisiyla bazi Türk aydinlarinin, sorumlulugu merkezi hükümetin sirtina yikmak seklindeki tavri, mesela Cengiz Candar`in 26.04.2015 tarihli Hürriyet Gazetesi`nde yayimlanan yazisindaki:

“1915`e iliskin “suc” daraltilarak “dogru adres”e yani Ittihat ve Terakki iktidarina yöneltildi. Hatta onun cok az sayidaki “yetkilisi”ne.”

Demek ki Ermeniler, baktilar ki olmayacak, hedefi “daraltiyorlar”. Cünkü simdiye kadar yaptiklari gibi, Türk milletini topyekun suclamanin irkciligin ta kendisi oldugu, dünyanin gözünde yeteri kadar teshir edildi. Simdi hedef merkezi hükümete, hatta birkac kisiye kadar daraltildi. Burada tazminat ve para kokusunu almamak mümkün degil. Merkezî hükümetin sorumlulugunu bir sekilde Türkiye`ye kabul ettirebilirlerse, tazminat almaya haklari dogacak. Yoksa yerel yöneticilerin aymazligi ve isgüzârligi seklinde konu tezahür ederse, havalarini alacaklar. Konu buralara kadar geldi.


Cengiz Candar belki de farkinda olmadan Ermenilerin bu gizli niyetini aciga vuruyor.  

15 Kasım 2014 Cumartesi

Türkiye`nin Orta Dogu politikasinda yeni acilimlar

Türkiye Cumhuriyeti bir toplum sözlesmesi yapilmadan kuruldu. Reformlar tepeden inmeci bir sekilde, bir avuc bilim adami ve aydinin dayatmasi ile cok kisa süreler icinde gerceklestirildi. Bu reformlar toplum tarafindan tartisilarak hayata gecirilmedi. Sivil toplum kuruluslari ya hic yoktular ya da cok yetersizdiler. Buna ragmen reformlar kalici oldu. Böylesi bir toplumsal dönüsüm örnegi dünyada tektir.
Ayni tepeden inmeci mantik, Türkiye`nin Kürt sorununa da uygulandi. Kürtlerin etnik kimligi yillarca görmezden gelindi, hice sayildi.
Kürt olgusuna yer verilmemesi; demokrasiye, insan haklarina ve basin özgürlügüne yer verilmemesinin, böyle bir katilimci vizyonun olmamasinin dogal sonucudur. 
Kürt olgusunu bu temelden reddedis, bu olgu inkâr kabul edilmez bicimde ortaya ciktigi zaman da ondan mümkün oldugu kadar uzaklasma seklinde tezahür etti. Nitekim bugün Türkiye`nin bati bölgelerinde yasayan insanlarin Kürt olgusu ve kültürü ile en ufak bir alisverisi bulunmamaktadir. Böyle bir istekleri de yoktur. Cünkü toplum gercekte "sözlesmesiz" yasamaktadir.
Oysa cumhuriyet bir toplum sözlesmesi mantigi ile kurulsaydi, Bati bölgeleri Kürt olgusunu tartisacak, onu benimsesin veya benimsemesin onunla birlikte yasamaya su veya bu sekilde razi olacakti.
Buna elestiriye cevap olarak darbeciler tepeden inmeciler, "Efendim, Türkiye`nin o zamanlar buna vakti yoktu, düsmanla savasiyorduk" diyebilirler. Bütün dikta heveslileri zorunluluklardan bahsederler. Siyasetci ise, toplumun yüzlesmek zorunda oldugu meseleleri onun önüne koyan ve toplumu bu konular üzerinde tartistiran kisi demektir. Siyaset kurumun ana islevi zaten budur. Ama Kurtulus Savasi sirasinda siyaset mekanizmasi bu islevini yerine getirememistir. 

Bu dürec yasanmadi. Kürt olgusu ölümlerle, felâketlerle kapiya dayandi. Simdi, Kürtlerle ortak bir kaderi paylasmak istememe konusunda Türkiye`nin Bati bölgelerinde genel bir egilimin varligindan rahatlikla bahsedebiliriz. Örnegin Ege bölgesinden Türk isverenler, Kürt iscileri ise almamaktadirlar. En azindan CHP`ye veya ona benzer partilere veya particiklere oy verenlerin büyük cogunlugunun böylesi bir ruh halinde oldugu kusku götürmez.

Bu kesim haliyle kendi ihtiyaclari dogrultusunda bir Orta Dogu ve Suriye politikasi istiyor. Yani Türkiye, Orta Dogu`da olanlara ilgisiz kalsin, sinirlarinda kapali kapicilik uygulasin, mültecilere yardim edilsin, ama onlar toplum icine fazla dagilmasinlar, mülteci kamplarinda kalsinlar, en kisa zamanda ülkelerine geri dönsünler, basimizi agritmasinlar vs.

Bunun yaninda bir %25`lik kesim daha var ki, o da bizzat Kürtlerden olusuyor. Kürtlerin icinde ayrilma taraftari yok degil, ama bunlari sayilari eni konu sinirli. Büyük cogunluk, Türkiye`de kalmaktan yana. Bir kismi zaten AKP`ye oy veriyor. Onlarin HDP gibi siyasi temsilcileri da Türkiye`de icinde kalip Türklerle ortak bir kaderi paylasmaktan bahsediyorlar. Öte yandan bunlar kesinlikle Ortadogu`daki Kürtlerin sorunlarina ilgisiz degiller. Suriye, Irak ve Iran Kürtleriyle aralarinda kardeslik bagi var ve kendilerini tek bir Kürt ulusunun degisik parcalari olarak görüyorlar. 

Bir de Bati`daki laik ve Batici %25`lik kesim ile %25`lik Kürtler arasinda arabulucu rolü oynayan, ezici cogunlugu AKP`ye oy veren muhafazakâr Türkler var. Bunlarin orani %50 civarinda. Bu kesimin siyasi temsilicisi de bilindigi gibi AKP, Bu parti Orta Dogu ile ilgileniyor. Iki nedenden ötürü:

1-   Muhafazakâr kesimin icinde cok etkin konumda olan bir Anadolu tüccarlari grubu var. Bu grup icin Orta Dogu, ticaret ve para demek. Anadolu tüccarlari Orta Dogu`yla ticaret ve sermaye iliskisi kurmak istiyor. Uluslararasi kredi kanallarina pek ulasamadiklarindan, Orta Dogu onlar icin önemli bir cikis kapisi. Iyi bildikleri cografyada kalip bu bölgeden yararlanmak istiyorlar.

2-    AKP ayrica bu bölgedeki özellikle Sünni kimlikle iliskiye gecerek Kürtlerle olasi bir catisma durumunda yararlanmak üzere onlarla koalisyon kurmak istiyor. Yani Kürtleri, Sünni muhafakâr Türklerle, Sünni muhafakâr araplar arasina alip kipirdayamaz hale getirmek icin.

Bu yukardaki ikinci nedenden ötürü, Suriye ic savasi ile ucu bucagi bilinmez süpheli iliskilere girildi. Ama bu politika ISID ile duvara tosladi ve bir bumerang gibi geri teperek istenenin tam tersi sonuc verdi: Yani Kürtler kiskaca alinacagi yerde daha da özgürlestiler, manevra alani kazandilar. Politika entellektüel derinlikten yoksun kadrolarca, son derece sig ve basit bir sekilde uygulandi. Dahasi, bu politika yüzünden Suriye ve Irak`i bicimlendiren Sykes-Picot anlasmasi cöktü. Türkiye`nin sinirlarinin, ayrilmayi bir an bir olsun akillarindan gecirmeyen Kürtlerce güneye dogu genisletilmesi tehlikesi belirdi.

Dikkat ceken bir husus, Türkiye`nin güneye dogru genislemeden siddetle kacinmis olmasidir, Nitekim Amerika`nin Irak`a ikinci kez müdahale etmesinden önce Türkiye`nin Kuzey Irak`a asker göndermesinin önünü acacak tezkerenin Meclis`te reddedilmesinin ardinda da bu isteksizlik ve hattâ korku vardir. Bu isteksizlik ve korkuya “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” politikasi diyorlar. Ama aslinda daha derinde yatan baska nedenler var.

Türkiye Orta Dogu`ya, farkli toplumsal dinamiklerin, ana politika bilesenlerini belirledigi bir ortam olmasindan dolayi girmek istemiyor. Türkiye ile Orta Dogu arasinda toplumsal gelismislik düzeyleri cok farkli. Türkiye kisi basina gelirde USD20.000 civarinda seyrederken, Orta Dogu petrol gelirlerine ragmen hâlâ USD5000-6000 seviyesinde bulunuyor. Toplumsal örgütlenme, üretim teknolojisi, siyasi deneyim zaten karsilastirilamaz. Üstelik bu ülkeler tam anlamiyla laik de degil.

Atatürk “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” derken, Suriye ve Irak`ta cirit atan Ingiliz ve Fransiz emperyalistlerin bu ülkelerdeki dini ve mezhepsel yapilanmalari korudugu, onlari para ile kandirip istedigi sekilde ülkeyi yönettikleri olgusundan hareket ediyordu. Yani bu ülkelerle girilen her yakin iliski Atatürk`ün kurmak istedigi laik yapiyi tehdit edecek nitelikteydi. Öyle ki, Sykes Picot anlasmasi ve Ortadogu`dan kurtulmus olmak Türkiye`deki reformlari hizlandirici bir etki yapmistir. Atatürk Lozan`da Musul`dan vaz gecerken, bu temel bilesenlerden hareket etmistir. Hattâ daha da ileri gidip, Atatürk`ün güneydogu pespektifinin hic olmadigini bile söyleyebiliriz. Nitekim Maras, Antep ve Urfa direnislerinin, Kurtulus Savasi`nin icinde ayri bir birim olarak kaldiklari ve Kurtulus Savasi`nin genel dinamiklerinden bagimsiz gelistikleri ve daha erken sonuclandiklari bir gercektir,

Simdi böyle bir ortamda, toplumun %25`i zaten hic istemiyorken, Suriye ic savasina dolayli da olsa müdahil olmak, Türkiye`nin ayrilmaz bir parcasi olan Kürtleri, Orta Dogu`daki kardesleriyle birbirlerine kaynastiracagi ve Türkiye`yi güneye dogru genislemek zorunda birakacagi icin tehlikeliydi.

Ama bu tehlikenin farkina son anda varildi. Sorun burada. Bu politikanin riskeri önceden hesaplanip ona göre hareket edilseydi, bu hazirliksiz yakalanma ve kendini cikmazda hissetme durumu yasanmayacakti.

Kisacasi, iyi kurgulanmamis bir oyunun kacinilmaz sonu olan "sah-mat" durumundan bahsediyoruz.

Orta Dogu`ya ilgisiz kalmamak dogru. Ama bunun seklini semalini tayin etmek, toplumsal sözlesmeyi gerektiriyor. Yani yogun tartisma, özgürlük ve sabir ve tabii ki, bilgi birikimi. Öyle her seyi istihbarata birakmak, geri planda kimsenin "ispatlayamayagi" isler cevirip, isler sarpa sarinca "Ben yapmadim, o yapti" demek olmaz. 

Büyüyen ve para kazanmak zorunda olan Türkiye, Orta Dogu`ya bigâne kalmak lüksüne sahip degil. Böyle bir lükse ancak kücük ülkeler sahip olabilir. Türkiye kücük bir ülke degil. Bu dogru. Ama süper güc de degil. Bu ayrim dikkatlice yapilmali. 

Orta Dogu`ya ilgi duymanin Kürt olgusundan dolayi, Türkiye`yi Orta Dogu ile toplumun kabul edeceginden daha hizli kenetlemesi riski var. Bu kenetlenmenin hizini toplumun istedigi ve kabul edecegi marjlar icinde tutacak karsi mekanizmalar olusturmadan ilgiyi abartmak tehlikeli. Toplum hicbir seye istegine aykiri bicimde sürüklenmemeli, her sey ölcülüp bicilip, adimlar ona göre atilmali. 

Türkiye`nin, istese de istemese de, güneye, onun Suriye ve Irak`a dogru genisleyecegini bilmek ne kadar önemliyse; bunun hizini ve seklini toplumun istedigi sekilde ayarlamak da o kadar önemli. Bu konuda görev siyaset kurumuna düsüyor. 

Sonuc olarak sunu söyleyebiliriz: Türkiye ile Kuzey Irak ve Kuzey Suriye yönetimleri arasinda federatif, Avrupa Birligi benzeri birliktelikler gündeme gelmesi kacinilmaz gibi. Gidisat onu gösteriyor. 

Türkiye buna zihinsel acidan hazir mi? Tabii ki degil. 

Zaten yukarda, Cumhuriyet hicbir zaman toplum sözlesmesi mantigina göre kurulmadi, derken bunu demek istemistim. Cumhuriyet kurulurken, siyaset kurumu islevini yeteri kadar yerine getirmedi. Toplum, politika sahnesinde bazi fikirleri zihninde yeteri kadar pisirip olgunlastirmadi. Büyük cogunluk, Kürt sorununu düsünmeyince Kürt sorunu kendiliginden yok olacak sandi. 

Belki bu toplumsal sözlesmeyi simdi yapmak mümkün… Suriye ve Irak ic savaslari, Türkiye`yi de kendi icinde reform yapmak, daha dogrusu hic yapilmayan toplumsal sözlesmeyi yapmak zorunda birakiyor. 

18 Ekim 2014 Cumartesi

Kobani: Kürdün "atesle imtihani"



Kobani direnisinin, yogunlugu simdiden cok iyi kestirilemeyen uzun süreli etkileri olacak gibi görünüyor. Bu direnis, tarihsel kaliciligi acisindan Sakarya Meydan Muharebesi ile karsilastirilabilecek özelliklere sahip. 

Sakarya Meydan Muharebesinin onu Kurtulus Savasinin diger meydan savaslarindan ayiran en önemli özelligi, bir direnis muharebesi seklinde gelismis olmasidir. Gece gündüz uyumayan bir karargâhin olaylari organize edis bicimi, sarsilmayan bir iletisim mekanizmasi, zamanlama ve esgüdümde mükemellik bu savasin ayird edici özelligi idi. Bu özellikler sayesinde, Yunanlilarin sayica ve techizatca üstünlügü Sakarya`da alt edilebilmistir. Sakarya, ayni zamanda inancin ve iradenin zaferidir. Canakkale savaslarinin atesinden gecmis bir ordu, asla umudunu kaybetmeme ve asla pesini birakmama seklinde özetlenebilecek bir karakter yapisini teskilatinin tamamina hakim kilabilmistir. Bu ancak ruhunda bagimsizlik özlemi olan uluslarin basarabilecegi bir seydir. Sakarya bu acindan, Halide Edip Adivar`in o ölümsüz benzetmesini kullanirsak, "Türkün atesle imtihani"dir.

Kobani de aynen böyle "Kürdün atesle imtihani" olarak nitelendirilmeyi hak ediyor. Kobani bircok bakimdan "cözüm süreci"ni hizlandiracak. Evet, saka degil... Hizlandiracak. Bunun bircok nedeni var.

Bu nedenlerden herhalde en fazla göz önünde olani, Kobani`nin Türklerde derin hayranliga yol acmis olmasidir. Türkler kahramanliga, yalnizken direnmeye, direnirken ölmeye cok önem verirler ve böylesi direnis sergileyenlere de saygi duyarlar. Hattâ bazi menkibelerde, bir kisinin sehitlik mertebesine erismesi icin cesedinin düsman elinde kalmis olmasi sartinin aranmasi, böylesi bir direnise verilen degeri göstermesi acisindan ilginctir. "Yigidi öldür, ama hakkini yeme" cümlesi kahramanlik karsisinda Türk`ün tepkisini dile getiren cok önemli bir atalar sözüdür. Türkler bu nedenle Kobani`de direnen Kürtlere derin saygi duydular. Ertugrul Özkök`ün sözünü ettigi Türkiye`nin Türk Tarafinin sessizligi, aslinda bu saygidan ileri geliyordu. Ama Özkök bu sessizligin bir "saygi sessizligi" oldugunu idrak edemedi, o da baska tabii. 

Bagrindan Sakarya Meydan Muharebesi gibi bir kahramanlik destani cikaran bir ulus, ayni kahramanligi gösteren baska bir ulusu da iyi anlar. Türklerin en nefret ettikleri sey, cözülme ve kacistir. O yüzden Balkan Savasi, Türkler arasinda bir tabu gibi fazla konusulmaz. Türkler Stalingrad`a da böylesi derin bir saygi duymuslardir. Ama duyduklari saygiyi itiraf edebildiler mi? Hayir. Simdi de edemiyorlar. Ama... susuyorlar. Bu da bir saygi gösterme bicimidir. 

O yüzden Kobani`deki insanlik disi kusatmaya bir tepki olarak sokaga cikan ve bir sürü kabul edilmesi olanaksiz taskinliklar yapan Kürt gencleri, Türkler tarafindan sessizce izlendi. MHP kendi ´genclerine olaylardan uzak durulmasi cagrisi yapti. Bu cok önemli bir cagriydi ve cok da olumluydu. Ama MHP bu cagriyi yapmasaydi bile gösteri yapan genclere karsi toplumda fazla tepki olusmayacakti. Toplumun icinden gösteri yapan genclere el kaldirmak gelmedi. Buradan ikinci nedene geciyoruz: Kobani bize ilk defa Türkiye`de yasayan 74 milyon insana kaygida ve tasada ortakligi ögretti. Kaygi kaynagi, ilk kez, her iki ulusun da disindan bir yerden geliyordu. Bu nedenle iki ulus, yani Kürtler ve Türkler, birbirlerini hic ummadiklari bir anda ayni safta buluverdiler. Sessizligin bir baska nedeni de bu. 

Yani Kürtleri Türkiye`ye yapistirmak icin ortaya cikarilan "dis tehdit", bir sekilde Türkler nezdinde de karsiligini buluyor. Yani bir bakima iki ulus, dis tehdit karsisinda elinde olmadan birbirine yakinlasiyor. Selahaddin Demirtas`in ayni sekilde Türklere de hitap edebilmesinin, cogu zaman ortak duygulari ve ortak kaygilari dile getirebilmesinin nedeni bu "tasada ve kaygida ortaklik" teoremidir. 

Simdi ücüncü nedene geliyorum: Aslinda bir neden cok daha derinlerde yatan bir neden oldugundan arada bir görünüp kayboluyor ve cok da iyi teshis edilemiyor: PKK-PYD örgütlerinin aslinda Türkiye`nin bir ürünü olmasindan bahsediyorum. Bu gercege gecmis yazilarimdan birinde deginmistim. Yani Kobani direnisinin sessiz bicimde desteklenmesinin cok gerisinde aslinda bir bakima bu direnisin Türkiye`den izler tasimasi bulunmaktadir.

Ortak özelliklerin basinda tabii ki PKK-PYD`nin laik olmasi geliyor. Kadinlara verilen ayricalikli konum, hatta Kobani`de iki esit yetkili komutandan birinin erkek, digerinin kadin olmasi. Bu kadin erkek esitligini gözeten, laik tutum diresin, özellikle Türkiye`nin Bati bölgelerince sessiz destek bulmasina neden oluyor. 

Diger bir neden, Kobani`de direnenlerin önemli bir kisminin Türkiye`de dogmus olmasidir. Güneydogu`daki bircok ailenin evlatlarinin, bu direniste ates altinda bulunmasidir. Böylece ilk defa Türkiye`nin Bati bölgeleri ile Dogu bölgeleri, Hakkari ile Edirne, Izmir ve Canakkale ayni dalga boyunda, ayni titresim katsayisinda birlesiyor. 

Ya Türkiye`nin "orta" bölgeleri, bu arada ne yapiyor? O bölgeler hâlâ dinî önyargilari nedeniyle ISID`e ve ona bagli olarak Sünnî tepkisine kendilerini daha yakin hissediyorlar. Haberlerin altindaki okuyucu yorumlarinda arada bir görünen sinsi ve korkak cümleler aslinda bunun bir isareti: "ISID, nasil olsa bir gün yok olup gideceksin. Ama yok olmadan önce su PKK`nin isini bitir" gibi.  

Ama Türkiye`nin Bati bölgelerinin, bütün toplumu pesinden sürükleyen özelligi nedeniyle bu dinî etkinin gelecekte fazla bir yeri olmayacaktir. AKP`nin havuz medyasinin destegi ile Kürtlere karsi baslattigi kampanya da bu baglamda yerini buluyor. Saskin AKP, Kürt genclerinin gösterileri sirasinda ortaya cikan provakatif taskinliklari bütün Kürt siyasi hareketini karalamak icin kullanirken aslinda cözüm sürecinde bindigi dali kesmeye calistigini farkediyor tabii ki. Ama oy hesaplarina dayali, derinlikten yoksun gündelik politika biraz da böyle bir sey. Bütün amac, Kobani direnisinin Bati bölgelerinde buldugu sessiz destegin oya tahvil edilmesini engellemek. Cünkü HDP yüzde onu asarsa, AKP %30`lar seviyesine yuvarlanacak. Ikinci bir iktidar alternatifi dogacak. Mesele bu. 

11 Ekim 2014 Cumartesi

AKP`nin Ortadogu`yu ögrenme süreci




Türkiye, birakin Suriye`ye askerî müdahalede bulunmayi, topraklarindan veya hava sahasindan Suriye`ye Kürtler lehine müdahalede bulunabilecek bir baska gücün gecmesine bile "hayir" diyor. Yillardir Türkiye, ISID üyesi militanlarin örgüte katilmak icin kullandiklari bir gecis yoluydu. Ne oldu da simdi birden Türkiye silahli güclerin gecisine „hayir“ demeye basladi?
Bunun nedeni elbette AKP`nin Ortadogu`nun nasil bir bataklik oldugunu artik anlamis bulunmasidir. Sorumsuzca ISID`e göz yumarak, „Suriye bizim ic isimizdir“ diyerek, Suriye ic savasina müdahil olmanin bir faturasi olmasi gerekiyordu. Simdi pabucun pahali oldugunu görünce AKP batakliga adim atmamak icin direniyor. Ama nafile. Artik Suriye`deki catismalarin Türkiye`yi etkilememesi mümkün degil. 
Herkes cok iyi biliyor ki, AKP`nin destekleyici tavri olmasa ISID var olamazdi. AKP, ISID`i Hamas gibi kolaylikla kontrol edebilecegini sanarak cok önemli bir stratejik yanlisa imza atti. Üstelik bu yanlisinda uzun süre direndi.
Gelinen bu noktada bircok sey kapsam ve sekil degistiriyor. Cözüm süreci zora girmis durumda. Cünkü Kürt siyasi hareketi bir cirpida binlerce kisiyi sokaga dökebilecegini gösterdi.
Gelinen bu noktada Kürtler cözüm süreci olmadan da bircok seyi elde edebileceklerini anladilar. Dolayisiyla cözüm sürecine dönmek icin yeni kosullar öne süreceklerdir. Bu sürec bitmeyecektir. Ama sekil degistirecegi muhakkak.
Barbarlikta sinir tanimayan ISID`in Kürtlerin gücünü cok iyi tahmin edemedigi, Kobani`yi sadece Kobani`den ibaret sandigi, bu haliyle dünyanin en strateji yoksunu, entellektüel acidan en yetersiz örgütü oldugu ortaya cikti. 
ISID belki Kürtlerin cok genis bir hinterlandi oldugunu, bu hinterlandin aslinda bütün Türkiye oldugunu, kendileri gibi köksüz bir örgütün böylesi bir potansiyelin önünde duramayacagini hâlâ anlamamis olabilir. Ama olaylar ona bu gercegi cok aci bir sekilde kavratacak.
Gelinen bu noktada Suriye Kürtleri ile Türkiye Kürtlerinin ortak kader ve vatan algisi olustu. Artik bu iki ulus birbirlerinden ayrilmayacakladir. Kürtler Türkiye`den de ayrilmayacaklarina göre, Türkiye istemese bile Suriye`ye dogru genisleyecektir. Bu genislemenin Türkiye`nin basini agritacagi da bir gercek.
Gelinen bu noktada PKK; Türkiye, Suriye ve Irak Kürtleri üzerindeki etkisini artirdi. Barzani`nin etkisi ise azaldi. Türkiye, Kürtlerin tek temsilcisi olarak PKK ile muhatap olmak durumunda. Nitekim olaylarin yatismasi icin hükümetce Öcalan`dan sakinlestirici bir mektup istenmesi bunun en carpici örnegi.
Gelinen bu noktada Suriye ve Irak devletlerinin parcalanmasi kesinlesti. Bagdat ve Sam yönetimleri kendi kabuklarina cekilmis durumdalar. Ülkenin bütününe sahip olmak gibi bir iddialari yok. Bir daha da olmayacak ve bir daha Türkiye sinirina kadar asla uzanamayacaklar.
Gelinen bu noktada Esat rejiminin kaliciligi tescillendi. Sonunda Israil`in istedigi oldu. Esad`in Israil`in en uslu müttefiki olacagindan ve yerinde kalacagindan kimse kusku duymasin.
Gelinen bu noktada batik Suriye politikasinin mimari Davutoglu`nun 2015 secimlerini kazanmasi artik cok zor. Esad`in gitmesini isteyerek, Türkiye hâlâ birlesik bir Suriye`ye oynuyor. Ama Esad`in bile böyle bir perspektifi yok.
Gelinen bu noktada MHP ile CHP arasindaki mesafe de acildi. Bu, bir CHP-MHP koalisyonunun 2105 secimlerinden sonra gündeme gelmesinin zor olmasi demek. Kobani direnisi karsisinda iki parti birbirine taban tabana zit tutumlar sergilediler.
Hali hazirda durum Türkiye acisindan tam bir fiyasko ve bu noktaya gelinmesinde AKP`nin Ortadogu konusundaki bilgisizligi en büyük etken. 

Eger AKP gercekten Ortadogu`yu taniyor olsaydi; Misir`da Müslüman Kardesler iktidarinin devrilmesinin, tamamen Suriye merkezli bir siyasi manevranin parcasi oldugunu görürdü. Müslüman Kardesler`in siyasi sahneden cekilmesinin Özgür Suriye Ordusu`nu etkisizlestirecegini ve bu ordudan ISID`e genis katilimlar olacagini tahmin ederdi.
Oysa AKP, ÖSO`dan ISID`e genis katilimlar oldugunu gördügü halde ISID hakkinda umutlarini yakin zamana kadar inatla korumustur. Böylelikle tam anlamiyla faka basti denilebilir. Esad tabii ki ISID`i besleyecekti. Ama AKP Esad`in ISID`i neden besledigini bir türlü tam zamaninda anlayamadi.
Eger AKP gercekten Ortadogu`yu yakindan taniyor olsaydi, Israil`in cözüm sürecinden nefret ettigini ve bu süreci zorlamak icin Kürtlerin üzerine ISID`i saldirtacagini bilirdi. Cünkü cözüm süreci denilen catismasizlik ortami, Kürtlerin Suriye ve Irak`ta tehdit edilecekleri, ama direkt saldiriya ugramayacaklari varsayimi üzerine kurulmustu. Kürtler direkt saldiriya ugradiklarinda Türkiye`nin arkalarinda durmadigini, duramadigini gördüler. Cözüm süreci de böylece zora girdi. Cünkü her siyasi birliktelik bir karsilikli koruma-kollama taahhüdünü icerir. Bu taahhüt olaylar karsisinda sinanir. Cözüm sürecinin icinin bos oldugu, ISID saldirilari ile ortaya cikti. Israil bu boslugu cok iyi görüyordu. Ama AKP, Israil`in Ortadogu`yu daha iyi okudugundan habersizdi.
Her sey Misir`daki darbe ile basladi denilebilir. Darbenin basariya ulasmasi Israil ve Esad icin cok önemliydi. Eger Misir halki kendi gelecegine sahip ciksaydi, bu, Israil ve Esad`in oyun planinin cökmesi anlamina gelecekti. Büyük bir ihtimalle ÖSO dagilmayacak ve ISID de ortaya cikmayacakti. Cünkü ISID`in panzehiri Müslüman Kardesler idi. AKP, Mursi`nin bu kadar cabuk cökecegini tahmin edemedi. Müslüman Kardesler dagilinca ISID benzeri asiriliklarin ortaligi kaplayacagini göremedi.
AKP`nin oyun planinda yine de Sünnilerin ISID kadar asiri olmayan daha ilimli bir yönetime kavusturulmasi cabasi var. AKP simdi ISID sonrasina hazirlik yapiyor. Ama artik vakti cok azaldi. Sünniler üzerinden yapilacak ikinci bir siyasi manevrayi uluslararasi konjonktür kaldirmayabilir. Cünkü AKP`nin Ortadogu`daki siyasi rakipleri, basta Israil ve Iran, stratejik kazanimlari borclu olduklari ISID`i AKP`ye yedirmezler.
Sonuc AKP icin yolun sonuna gelindigini gösteriyor. Maalesef Müslüman Kardesler örgütü baglantili Suriye plani, düsünsel olarak ilk baslarda fena durmamasina ragmen cok kötü tasarlanmisti. AKP`nin entellektüel yetersizligi bu planin düzgün calismasini engelledi.

Bazen nerde durulacagini iyi bilmek gerekir. AKP icin durulacak nokta Misir`daki darbe idi. AKP, bu noktada durmadigi icin „sath-i mail“ e girdi. Simdi istedigi kadar yokus yukari kossun. Yercekimi onu istemedigi noktaya dogru cekiyor. 

20 Eylül 2014 Cumartesi

ISID ve Kuzey Suriye



Ortadogu`daki durumu icinden cikilmaz bir arapsaci haline getiren sey, siyasi kutuplasmalarla etnik kimliklerin icice girmis olmasi, dolayisiyla kimin elinin kimin cebinde oldugunun belli olmadigi seklinde bir görüntünün olusmasidir. Ama ana akimin, Türkiye ve Iran gibi büyük devletlerle, Kürt kimligi arasindaki mücadele oldugu, diger celiskilerin buna göre bicimlendigi söylenebilir. Bu bakimdan ISID gibi örgütler, itiraf edemeseler bile Türkiye ve Iran`in isine gelmektedir. Cünkü böylesi tehditler oldugu müddetce, Kürtler Türkiye ve Iran`la savasmayacaklardir.
Dolayisiyla Türkiye ve Iran`in cikari Irak ve Suriye gibi ülkelerde Kürtlere yönelik bir tehdidin hep var olmasi yönündedir. Yani ISID gibi tehditler aslinda bir merkezkac etkisi yaratarak Kürtleri Türkiye ve Iran`a yakinlastiriyor.
O nedenle Selahattin Demirtas istedigi kadar bagirip cagirsin, Türkiye bu tehdidin giderilmesi konusunda pek bir sey yapmayacaktir.
Yani Türkiye de Iran da, o bilinen cümleye „Bizim dostlarimiz yoktur, menfaatlerimiz vardir.“ cümlesine uygun davraniyorlar.
Ama bu sefer Türkiye ve Iran`in aslinda oyunu cok iyi kurgulamadiklari hissediliyor. Sablon, ISID`i bir Taliban olarak ortaya cikarip Kürtlerle savastirmak tezi üzerine bina edilmis durumda. Ama ISID aslinda, bütün dehset verici görüntüsüne ragmen bir Taliban degil. Toplama bir örgüt. Yurt disindan gelen katilimcilara cok fazla bel baglamis durumda. Bu, ISID`in en zayif tarafi.
Cünkü ISID gibi bir örgüt ancak toplama savascilarla kurulabilirdi. Araplara kalsa, kendi aralarindan böylesi vurucu gücü olan ve hizli hareket edebilen bir örgüt olusturamazlardi. Bunu en iyi, ISID`i var gücüyle finanse eden Suudi Arabistan biliyordu.  
Ancak toplama askerlerin, lejyonerler gibi ahlaken cürümüs ve tükenmis insanlardan olusmasi da kacinilmaz. Nitekim ISID simdi bu durumda. Bu örgütün dayandigi hicbir ideolojik ve düsünsel temel yok. Üyeleri siddet sarmalinda sarhosa dönmüs kisiler... Bunlar herhangi bir düsünsel amac ve ideal ugruna degil, sadece öldürmek ve hatta en vahsi sekilde kafa kesmek icin savasiyorlar. Örgüt vahseti bir tür propaganda araci olarak kullaniyor ve bu da örgütün yozlasmasini hizlandiriyor.  
Taliban`dan farkli olarak ISID herhangi bir etnisiteye dayanmiyor. Sünni araplara dayandigi onlarin arasinda kitle destegi buldugu dogru, ama, bu durum daha cok sünni araplarin Irak`taki dislanmisliginin bir eseri. Bu nedenle sünni araplarin ISID`e olan desteginin,  Irak`ta herkesi kapsayici bir hükümet kuruldugunda, azalacagi söylenebilir. Ayrica Irak`taki yeni yönetimin, tarihin görüp görecegi, adeta intihar düzeyinde en beceriksiz hükümetlerinden biri olan Maliki yönetiminin hatalarini tekrarlamayacagi da kesin. Üstelik Sünni araplar arasinda önemli ölcüde laik bir kesimin oldugu biliniyor. Bunlarin Bagdat`ta kendilerinin haklarini teslim eden bir merkezi hükümet kuruldugu takdirde zaten hic hoslanmadiklari ISID`le arayi acacaklari belli.
Taliban ise her seyden önce tek bir etnik kimlige dayaniyordu: örgütün bel kemigini daglarda savasa savasa celiklesmis Pestunlar olusturuyordu. Bu halka simdiye kadar hic kimse boyun egdirememistir. Bu halk hep bagimsiz olarak yasamistir ve bundan sonra da öyle yasayacaktir. Araplarda ise bagimsizlik refleksi bu kadar güclü degildir.
Ayrica Pestunlar, acik arazide degil, daglarin kivrimlarinda savasiyorlardi. Yani araziyi bir cesit gizlenme ve pusu kurma araci olarak kullaniyorlardi. ISID ise acik arazide, kendini göstere göstere savasiyor. Yani bir bakima kolay hedef durumunda. O yüzden Amerikan hava akimlari Irak`ta etkili oldu ve örgüt Irak`taki ilerlemesini durdurup Suriye`ye yöneldi.
Pestunlar, Sovyetler`e karsi bagimsizlik mücadelesi icinde celiklesmislerdi. Yani Sovyet gücleriyle isgalcilerle, vatanlarini savunmak icin savasiyorlardi. ISID ise yabanci isgalcilerle degil, bulundugu ülkelerde bizzat halkla savasiyor. Üstelik üyelerinin cogu bu topraklara yabanci, disardan gelmis, yoz kisiler. Böyle bir örgütün bu topraklarda tutunmasi mümkün degil. Eninde sonunda rüzgâr dönecek, örgüt bir avuc cöl kumu gibi dagilip gidecektir. Yalniz örgütün dagilim sürecinin bir tür „exodus“a dönüsme olasiligi da vardir. Yani bu topraklara, buralarda yasayan insanlari öldürmek icin gelmis yabancilar büyük bir ihtimalle geldikleri topraklara geri dönme firsatini bulamayacaklardir.
ISID`in karsidinda ise PYD var. Pesmergeleri bir yana birakiyorum. Cünkü Kuzey Irak Yönetimi`nin aslinda kukla bir yönetim oldugu, savasma yeteneginin olmadigi anlasildi. ISID karsisinda yenilgiye ugramalarina gerekce olarak ileri sürdükleri bütün fikirler gecersiz, hatta gülünc. ISID karsisinda tutunmalarini Amerikan hava taarruzlarina borcu olduklari gercegini dile getirdikleri bahaneler gizleyemiyor. Ama PYD farkli.
Farkli olusu PYD`nin PKK`nin bir kolu olusundan kaynaklaniyor. PKK, her ne kadar Türkiye ile savastiysa da, aslinda Türkiye`nin bir ürünüdür. Dayandigi genis ideolojik bir temel ve cesitli catismalarla sinanmis bir örgütlenme yetenekleri vardir. PKK, 1970`lerin ideolojik ortaminda dogup büyümüstür. 1970`lerin aslinda PKK icin, Türkiye`nin 1908`de yasadigina benzer gibi ideolojik bir laboratuar islevi gördügü söylenebilir. Ayrica PKK ve PYD`nin basin organlari, yurt disinda örgütleri, Bati ülkelerinde genis bir kitlesel destegi vardir. Bunlarin hicbiri ISID`de yok. Zaten birkac sene icinde bu ideolojik derinligin olusmasi da mümkün degil.
Ayrica PYD halk düsmani, kan icici fasist bir örgütle savastigi propagandasini yapiyor. Savascilarinin önemli bir kismi kadin ve örgüt aslinda dini esaslarla ilgisi olmayan, laik bir yapilanma görüntüsü ciziyor. Bu yönüyle insan kafalariyla futbol maci yapan ISID karsisinda modern bir örgüt olduklarina dair, özellikle Bati`da, yaygin bir kani var. Hatta bu nedenle örgüt Bati kamuoyunun sempatisini simdiden kazanmis durumda. PYD kadin savascilarin fotograflarini bu nedenle özellikle Batili yayin organlarina servis ediyor. Etkili bir propaganda oldugu kesin.
Simdi soru su: böyle bir örgüt, ISID karsisinda bir direnis destani yazar ve sonunda ISID`i dize getirirse, Türkiye ve Iran ne yapacaktir? Bu ülkeler kendi Kürtlerinin Kobani`yi savunmak üzere savasa katilmasi durumunda sessiz mi kalacaklardir? Bunlar zor sorulardir. Cevaplarin zorlugu, Ortadogu gerceginden kaynaklanmaktadir. Bu cografya hicbir zaman evdeki hesabin carsiya uydugu bir yer olmadi.
Bütün hesaplar, Kürtlerin direnemeyecegi, Araplar gibi cözülecegi varsayimi üzerine bina edildi. Kürtler, yardimsiz direnir ve üstüne üstlük bir de kazanirsa, iskambil kagidindan yapilan bina yikilacak ve kartlar yeniden dagitilacaktir.
Eger bu olay Türkiye`de 2015 kader secimlerinden önce gerceklesirse, o zaman Türkiye`deki politik istikrar, hatta cözüm süreci yeniden sorgulanacaktir. Yani iktidarin Suriye politikasinin bastan sona yanlis oldugu tescillenecek ve bu politikanin mimarlarindan biri olan Davutoglu secimde aradigini bulamayacaktir. Buna karsilik CHP MHP koalisyonu sansini artiracaktir. Cünkü PYD`nin güclenmesi ve Kuzey Suriye`ye hakim olmasiyla cözüm sürecinde PKK`nin sesi daha cok cikmaya baslayacak ve bu gelismenin bir sonucu olarak MHP yeniden tirmanisa gececektir.
Bu durumda iktidar acisindan, ISID ile PYD arasindaki savasi, iki tarafin da birbirine karsi üstünlügü saglayamadigi bir cesit „pat“ durumunda tutmak, en uygun cözüm olarak görülebilir.
Ama yukarida da belirttigim gibi, evdeki hesap da carsiya uymayabilir.