17 Ekim 2015 Cumartesi

Gelecekteki Ortadoğu Nasıl Şekillenecek 3- PKK ve IŞID`in karşılıklı görevleri

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi Batı`nın, Kürtler`in Türkiye`den ayrılmasının önüne geçmek için Türkiye`ye sunduğu perspektif; Kürtlere ayrılmayı gereksiz kılacak ölçüde ekonomik ve kültürel özgürlükler sunmak ve hatta gerekirse Suriye ve Irak`taki Kürtleri de bu plana dahil ederek Türkiye`nin olası sınırlarını güneyde Kürt bölgelerini de içine alacak şekilde genişletmek şeklinde idi.

Bu perspektifin içinde Avrupa Birliği üyeliği de bulunmaktaydı. Yani Türkiye`ye, bu planı kabul etmesi karşılığında, Avrupa Birliği üyeliği gibi bir hediye de verilmekte idi. Avrupa federal bir yapıda ısrar etmiyor gibi görünüyordu. Yani özerk Kürt bölgesi, ileride ayrılmayla sonuçlanacak bir Kürdistan fikri bu perspektifin içinde yoktu.

PKK veya daha geniş anlamda KCK perspektifi ise Batı`nn bakış açısını kendi uzun vadeli planlarının bir taktik aşaması olarak kabul etmek şeklinde gelişiyordu. Yani aslında amaç büyük Kürdistan`ın yaratılmasıdır. Bu amaç gerçeklesinceye kadar Türkiye çatısı altında Türkiye, Irak ve Suriye Kürtlerinin özerk yönetim adı altında veya eyaletler sistemi içinde birleştirilmesi, sonra olası bir siyasi kriz yaratılarak Kürt eyaletlerinin bağımsız bir devlet şeklinde Türkiye`den ayrılmasını sağlamak şeklinde ortaya çıkan bir perspektifti bu. Bu açıdan bağımsızlık kararından vazgeçildiğine dair PKK'nın Şubat 2000 tarihli 7. Parti Kongresi kararı bir taktik geri çekilmedir. Asıl amacın gizlenmesi ve şimdilik eyalet sistemi ile yetinilmesi, asıl büyük amacın daha sonraya bırakılmasını ifade eder. Nitekim bunu Öcalan bizzat kendisi söylemiştir:

"Hiçbir şeyden vazgeçmedim. (Bağımsız Kürdistan idealinden bahsediyor-Benim notum) Ben sadece, 'demokratik Türkiye olmadan bunların hiçbiri olmaz, zamanı da değil, arabayı atın önüne koymayın' diyorum. Önce demokratik Türkiye olmalı." (3 Nisan 2013 tarihli görüşme tutanağından)‘ Bakınız Aydınlık Gazetesi, Ceyhun Bozkurt imzalı tutanaklar
Batı başından beri eyalet sistemine de bağımsız Kürdistan fikrine de soğuk baktı. Çünkü bunun Türkiye`nin parçalanmasını gündeme getireceğini, planın Türkiye tarafından kabulünü zorlaştıracağını biliyordu. Üstelik ayrı bir Kürdistan kurulsa bile böyle bir devlete Avrupa Birliği avantajı sağlanamayacağı ve devlet aynı Israil gibi Arap-Iran kuşatmasına maruz kalacağı için pratikte faydadan çok zarar getirecekti. Devlet kurulduğu anda PKK-KCK devleti olacak, Kürtler arasında muhtemel hesaplaşmalar gündeme gelebilecekti. Bu nedenle devletin kısa zamanda bir terörist yatağı haline gelmesi de mümkündü. Çünkü her ne kadar Türkiye Kürtlerinin parlamenter geleneği varsa da, Irak ve Suriye Kürtleri bu açıdan çok geri durumdaydılar. Kuracakları devlet kısa zamanda totalitarizmin kucağına düşecek, Esat benzeri bir rejimle yönetilmeye başlayacaktı.

Batı ile PKK perspektifleri arasındaki en önemli fark budur: yani Kürtlerin ayrılması meselesi. Batı böylesi bir ayrılmaya kesinlikle karşıdır.

O halde Batı ile PKK arasında uzlaşmaz bir çelişki var demektir. Zaman zaman PKK`nın Türkiye tarafından ezilmesine ses çıkarılmaması bu çelişkiden kaynaklanıyor. Oysa hiçbir zaman Türkiye`nin PKK`yı tam anlamıyla ezmesine müsaade edilmiyor. Neden?

Nedenlerden en önemlisi Türkiye`deki demokratik parlamenter rejimin muhafazakâr sünni Türklerin hakimiyeti altında olması… Eğer PKK olmazsa, Kürtler de sünni olduklarından Fethullahçı ve benzeri akımların kısa zamanda Türkiye Kürtleri içinde yeniden kök salarak Kürtleri yeniden Türklerin dümen suyuna sokması ve Türkiye`nin alışageldiği, ta Atatürk`ten kalma eski düzenini yeniden kurması mümkün. Nitekim bu eski düzene özlem bazı Atatürkçü kesimlerde hâlâ gündemdedir.

Eski Türkiye Orta Doğu`dan kopuk, yapay ve gerçekle ilgisi olmayan kendine özgü bir yarı demokrasi içinde yaşayan bir ülkeydi. Şam ve Bağdat Türkiye`ye New York ve Washington`dan daha uzaktı. Oysa Ortadoğu`nun giderek çözülmez hale gelen sorunlarının yeniden çözülebilir olması için bir dışarıdan müdahale, yani Türkiye`nin Ortadogu`ya açılması lazımdı. AKP`nin Yeni Osmanlılık hayalleri tam da bu amaca uygun düşüyordu. AKP`deki Osmanlıcılık bu amaçla körüklendi.

PKK da bu müdahalenin, yani Türkiye`yi Ortadoğu`yla ilgilenmek zorunda bırakmanın bir başka adıdır. PKK ezildiği anda, Türkiye yeniden kendi içine kapanacak ve su yüzüne çıkmamış sorunlarını daha da içine gömerek yeniden Orta Doğu`dan uzaklaşmaya başlayacaktır.

Ama PKK`ya çok fazla imkan da verilmemelidir. Çünkü o takdirde Türkiye`nin ayrışması söz konusu olabilecektir. Bu yüzden PKK`yı Türkiye`den sürekli darbe yiyen ama yine de bir türlü ölmeyen bir örgüt seviyesinde tutmak gerekmektedir.

Öte yandan bu Türkiye Kürtlerinin Suriye ve Irak’ta yaşayan soydaşlarına yaklaşması için PKK-KCK gibi sınır ötesi yapılanmalara ihtiyaç vardır. PKK-KCK sınır ötesi özelliği dolayısıyla böylesi bir bütünleştirici siyaset güdebilecek Ortadoğu`daki tek örgüttür. Kuzey Irak Kürtleri Barzani ve benzerleri çürümüş ve fazlasıyla bölgesel karakterleri dolayısıyla böylesi bir role çok uygun değildirler. Nitekim bunun en iyi örneğini Kobani direnişi öncesi ve sonrasında gördük. Kobani`ye sözüm ona direnmeleri için gönderilen peşmergelerden bazıları kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, Batı`ya sığınıp orada iyi bir hayat yaşamak isteyen insanlardan başka bir şey değildiler. Bunların ideolojik yapısı hiç olmadığından Taliban karşısında kaçan Afgan askerlerinden veya IŞID karşısında kaçan şii askerlerinden temelde hiçbir farkları yoktu. Batı`nın Afganistan`da Taliban karşısında hiç elde edemeyeceği bir zaferi belki de Ortadoğu`da IŞID karşısında Batı`ya bir hediye gibi sunan yapılanma, PKK-KCK yapılanmasıdır. Çünkü PKK-KCK yapılanması en az Taliban veya IŞID kadar ideolojik bir içeriğe sahiptir. Onlardan tek farkı ideolojisinin dinsel değil, seküler oluşudur. Oysa kendi özel veya ailevi çıkarlarının dışında daha genel bir amaç uğruna ölmeye hazır olmak yeteneği Ortadoğu`da Batı yanlısı başka herhangi bir örgütte bulunmamaktadır. Obama'nın Suriye muhaliflerine yönelik "eğit-donat" programının çökmesinin bir nedeni de budur.   

Tabii bu, „bir amaç uğruna ölmeye hazır olmak“, savaşılan coğrafyaya göre farklılık gösteriyor.  Mesela Irak`taki şii askerler, tehlike kendi evlerine doğru yaklaşınca, gözünü budaktan sakınmaz birer kahraman haline gelebiliyor. Aynı şey Kuzey Irak`taki peşmergeler ve Afganistan`daki hükümet güçleri için de söylenebilir. Mesela Afganistan`daki Kunduz düşmesinin tek nedeni, Kunduz halkının genellikle peştun milliyetine mensup olması ve savaşan hükümet askerlerinin ise Afganistan`nın başka yörelerinden gelmiş olmasıdır. Yani onlar evlerini savunmuyorlardı. O nedenle kaçtılar. Aynı şekilde Şiiler de Musul önlerinde IŞID`den o nedenle kaçtı. Çünkü Musul şii değil, sünnî idi.

PKK-KCK`da farklı olan ise her yerde aynı sevk ve enerji ile, ideolojik bir amaç uğruna savaşma yeteneğidir. Bu açıdan islamiyet için savaştığı iddiasında olan IŞID ve Taliban örgütlerle aralarında bir benzerlik vardır. PKK-KCK işte IŞID karşısında bu nedenle tutunabilmektedir.

Peki ya IŞID? Onu ortaya çıkaran da Batı değil mi? Onun rolü ne peki?

Aslında yukarıda yazılanlardan sonra IŞID`e Batı tarafından neden gereksinme duyulduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Kürtleri birleştirmek için sadece PKK gibi sınırlar ötesi bir örgüt değil, belki de ondan daha etkili olan ortak bir düşman yaratmak gerekmektedir.

IŞID bu nedenle El Kaide`den daha farklı bir muameleye tabi tutulmuştur. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide`nin önder kadrosu 2-3 yıl içinde ortadan kaldırıldı. Oysa IŞID`in önder kadrosuna yönelik böylesi bir ortadan kaldırma hareketini Batı kaynaklı olarak görmüyoruz. Obama daha işin başında „Bu iş uzun sürecek“ deyiverdi. Aslında uzun sürecek derken kastettiği şu: 'IŞID`in kitle tabanı var. O nedenle hemen yok edilemez! Ayrıca ben IŞID`i yok etmek için kendi askerimi de oraya gönderemem'. Ama aslında arka planda gizli bir amaç da var. O da IŞID`in yok edilmesi için verilen mücadeleyi Ortadoğu`yu yeniden düzenlemek için siyasi bir araç olarak kullanmak. Yani IŞID sayesinde Kürtleri Araplardan ayrıştırmak ve onları kuzeye yani Türkiye`ye doğru itmek. Alman sol harelet lideri Sahra Wagenknecht, “Kendi yarattıkları terör örgütleriyle görünüşte savaşmak”la Batı`yı suçlarken bunu demek istiyor. Daha önce de Arjantin cumhurbaşkanı Cristina Fernández de Kirchner de buna benzer bir konuşma yapmıştı Birleşmiş Milletler`de. Bu arada Arjantin`in Falkland adaları dolayısıyla Batı ile arasının bozuk olduğunu ve Batı karşıtı bütün düşünce akımlarını gönüllü olarak desteklediğini belirtelim.

Öyleyse şu: karşılıklı emme başma tulumba gibi çalışan bir mekanizma var karşımızda: PKK-KCK ile Kürtleri tek bir amaç uğrunda seferber ederken, IŞID bütün bir Kürt ulusunun canına kasteden bir düşman olarak Kürtleri Kuzeye, yani Türkiye`ye doğru itiyor. Yani Türkiye ve Kürtler arasındakı ilişkilerde PKK-KCK ayrıştırıcı, İŞID de birleştirici, yapıştırıcı bir rol oynuyor. HDP ile de bu Türk-Kürt zoraki yakınlaşmasının ve olası birleşmesinin ideolojik, kurumsal ve kültürel alt yapısı hazırlanıyor. HDP`nin Türkiye`de iktidar ortağı olması seçeneği ile birlikte birleşme yönünde bir adım daha atılmak isteniyor. Ama birleşme çok hızlı olmamalı, ki alt yapı, yani demokratik kurumlar ve Türkiye`nin bu amaç uğrunda topyekun reformasyonu tamamlanabilsin. Birleşmeyi yavaşlatmak için ara ara Türkiye ile PKK arasında savaş patlatmak kolay. PKK zaten işarete bakıyor saldırmak için. PKK`nın burada üçüncü bir rolü daha çıkıyor ortaya: Birleşmeyi yavaşlatmak fonksiyonu.

AKP de bütün bunların uygulayıcısı durumunda şimdilik. Ama fazlasıyla kullanıldığından artık eski popülaritesi kalmadı o başka. Bu nedenle şimdi ona bir koltuk değneği, yani CHP gerekiyor.

CHP`yi silkeleyip onu modern reformist bir parti haline getirmeyi deneyebilirler. HDP`nin hükümet ortağı olması bu şekilde sağlanabilir. Olası bir CHP-HDP koalisyonunun Israil dostu olacağını söylemeye gerek yok tabii.

Aslında AKP`nin kuruluş amacı, onu bizzat kuranlarca çok farklı tanımlanıyordu. Yani AKP kurulurken, ona Batı tarafından hangi rolün biçildiğinden tamamen habersizdi. Bu husus da gelecek yazımın konusu olacak.



19 Eylül 2015 Cumartesi

Mülteci krizi Avrupa`yı vuracak.

Mülteci krizi Avrupa`yı vuracak. Çünkü Avrupa`ya yönelen göç dalgası kısa sürede durulacak gibi görünmüyor. Ayrıca mültecileri durduracak hiçbir güç dünyada mevcut değil. Bu dalga, aynı bir sel gibi ona karşı direnenleri de önüne katıp sürükleyecek bir güce sahip.

Bunun yanında uluslararası hukuk da mültecilerden yana. Cenevre Konvansiyonu „kaçmanın bir suç değil hak olduğunu“ belirtiyor. Dünya kamuoyu da, hayatını ve ailesini yok olma tehdidine karsı savunmanın hak olduğu konusunda hemfikir. Dolayısıyla mülteci akınına maruz kalan Avrupa ülkelerinin eli kolu bağlı. Mecburen kapıları açmak zorundalar.

Fakat bütün bunlar Avrupa`nin sosyo kültürel yapısının mülteci akınına karşı dayanıksız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye`nin 2 milyonu aşkın mülteciyi gıkını çıkarmadan ağırladığı bir ortamda, Avrupa`nın şu ana kadar topraklarina ayak basan 430.000 Suriyeli mülteciyi barındıramayacağını savunmanın mantıksız, hatta gülünç olduğu düşünülebilir. Ama Avrupa ile Türkiye`nin mülteci akını açısından çok önemli bir farkı var: Türkiye her ne kadar mültecilerin ilk ayak bastığı ülke ise de, gelenlerin önemli bir kısmı Türkiye`de kalmak istemiyor. Dolayısıyla Türkiye`deki sayının 2 milyonu artık çok fazla aşması mümkün değil. Avrupa`da ise gelen Suriyeli sayısı şimdiden 430.000`i buldu ve bu sayının nerde duracağı belli değil. Ancak tahminler yapılabiliyor. Aynı durum Suriye dışından gelen göçmenler için de geçerli.

Türkiye daha dayanıklı, Avrupa ise kırılgan

Evet Türkiye 2 milyonu aşkın Suriye`liyi barındırıyor. Ama Türkiye`nin bu göçmenlerle ilişkilerinde bazı avantajları var:

Bir kere gelenlerle Türkiye arasında kültürel ve coğrafi akrabalık var. Gelen Kürt ve Arap`lar için Türkiye yabancı bir ülke değil. Yanıbaşlarında bulunan varlığına alışkın oldukları bir ülke. Arada 911 kilometrelik bir sınır boyunca yüzyıla yakın zamandır sınır ticareti ile de pekişen doğal bir ilişki ve tanışıklık, kültürel ve tarihi ortaklık tesis edilmiş durumda. Bu ülkelerle Türkiye`nin yemekleri bile aynı. Bunun yanında Türkiye`de de Araplar ve Kürtler yaşıyor. Gelenlerle direkt akrabalık ilişkisi bulunan binlerce aile var Türkiye`de.

Avrupa`da ise tam tersine ırkçılık, yabancılara karşı korku ve çekingenlik, hatta saldırganlık söz konusu. Avrupa`nın kapalı bir kutu olması gerektigini öne süren Macaristan Başbakanı Viktor Orban gibi politikacıları var. Bu tür politikacılar Almanya`da da var.

Mülteciler Türkiye`ye herhangi bir tehlikeyi göze almadan geliyorlar. Geldikleri andan itibaren kendilerine bir takım hizmetler götürülüyor. Güvenlik yüzde yüz sağlanmış durumda. Horlanmıyorlar, aşağılanmıyorlar. Yüzlerine biber gazı sıkılmıyor. Avrupa`da olduğu gibi baskı ve engelleme, insan kaçakçılarına avuç dolusu para ödeme, yollarda can verme, günlerce aç ve susuz yürüme, yorgunluktan bitme ve kamyonlarda havasızlıktan ölme gibi riskleri yaşamıyorlar. Avrupa`ya gelmek için ise hem yol çok uzun, hem de hemen hepsinde geçirdikleri tehlikelerin üstüne polis şiddeti, aşağılanma sürecinden geçmiş olmaktan kaynaklanan ilave tepki ve hınc var. Gelenlerin psikolojik travma görmeden gelmesi hemen hemen mümkün değil.

Bunlardan belki de daha önemlisi Avrupa`nin Türkiye`ye nazaran konut ve şehirleşme standartlarının daha iyi, dolayısıyla pahalı olması. Ayrıca sağlık, kültür ve eğitim alanında Avrupa halklarının elde etmiş olduğu bazı haklar var. Hukuk düzeni, aynı hakların yeni gelenlere de tanınmasını zorunlu kılıyor. Avrupa maliyet açısından belli bir süre bu akına dayanabilirse de durum aslında bu dayanmanın pek uzun sürmeyeceğini gösteriyor. Çünkü rakamlar korkutucu. Burada daha çok bir mülteci akınından ziyade yuvarlandıkça büyüyen bir çığdan bahsetmek belki de daha doğru.

 Rakamlar korkutucu

2011`den Ağustos ayı sonuna kadar Avrupa`ya giren Suriyeli mülteci sayısı 430.000. Bu sayının yaklaşık dörtte biri (tamı tamına 108.897 kişi) Almanya`ya giriş yapmış durumda. Almanya aynı zamanda Afrika`da Eritre ve Nijerya`dan ve Asya`daki Afganistan-Pakistan ekseninden de mülteci alıyor. Yani Suriye`liler toplam mültecilerin şu anda sadece beşte birini oluşturuyorlar. Buna göre şu anda Almanya`da 629.000 civarında mülteci var zaten. 2015 sonuna kadar bir yıl içinde giren toplam mülteci sayısının 800.000’i bulması bekleniyor. Böylece 2015 sonunda Almanya`daki mülteci sayısı 1.400.000`i bulacak.

Aynı hızla mülteci akını sürerse 2016 yılı içinde ilave olarak 1.740.000 mülteci gelecek. Bunların tabii yine beşte biri Suriye`lilerden oluşacak. Buna göre 2016 sonunda Almanya’daki mülteci sayısı 3 milyonu, Avrupa’da 9 milyonu bulacak. Bu sayı 2020 sonunda Almanya’da 10 milyonu, tüm Avrupa çapında ise 30 milyonu bulacak. Tabii ki Suriye`den kaynaklanan akının hızı biraz kesilebilir. Çünkü Suriye mülteci akını bu ülkede devletin çökmesi sonucu oluştu. Oysa Afrika`dan kaynaklanan akının sefalet ve toplumsal organizasyon yokluğu gibi çok daha derin nedenleri var, bu nedenle hız kesmesi pek mümkün değil. Bu nedenle bu rakamın yine de her yıl, Almanya bazında yıllık 1.740.000 civarında bir ilaveyle 2020 sonuna kadar 10 milyonu, bütün Avrupa’da ise 30 milyonu bulması mümkün.

Yine de 450 milyonluk Avrupa nüfusu içinde bu rakam %7’lik bir rakam ve sindirilebilir gibi geliyor. Ama Avrupa parçalı bir bütün ve her ülke mültecileri kabul etme konusunda aynı derecede istekli değil. Ayrıca Doğu Avrupa`da yabancılara olan hoşgörü ve empati Batı Avrupa`dan çok daha az. Macaristan`da polisten kaçan mültecilere çelme takan kadın kameramanlardan bu ülkelerde milyonlarca var. Ayrıca Ingiltere ve Fransa bu konuda Almanya`yı yalnız bırakacak gibi konuya uzak duruyorlar. Bu nedenle geriye Almanya başta olmak üzere mültecilerin yükünü taşıyacak üç-beş Avrupa ülkesi kalıyor. Zaten mülteciler de kendilerini kabul etmek istemeyen ülkelere gitmek istemeyecekler, her ne pahasına olursa olsun germen asıllı Kuzey ülkelerine Almanya, Hollanda, Isveç`e yöneleceklerdir.

Mültecilerin toplam maliyetinin, Avrupa Birliği standartlarının yüksekliği yüzünden Avrupa çapında yıllık 30 milyar dolardan daha fazla olması pekâlâ mümkün. Türkiye 2 milyon mülteci için 2011-2015 arası 7 milyar dolar harcama yaptı. Kabaca milyon kişi başına 1 yılda 1 milyar dolar harcama gerekiyor. Yani bütün mülteci sorununun Avrupa`ya maliyeti 2020`ye kadar 150 milyar dolar olacağı hesaplanabilir. Bu rakamın kısa vadede tabii ki, Avrupa halklarından toplanacak vergilerle karşılanması gerekiyor. Çünkü gelenlerin hemen ekonomiye katkıda bulunması mümkün değil.
Bu nedenle mülteci sorununun finansal yükünün paylaşımı için Avrupa çapında bir ortak fon kurulması gündeme gelebilir. Ancak işin finansal yükü, entegrasyon denilen devasa sorunun sadece bir yönü. Işin bir de toplumsal yönü var. Işte bu yük sadece üç-beş ülkenin sırtında kalacak. Çünkü mülteciler sadece birkaç ülkede yoğunlaşacak. Avrupa`nın toplumsal ve siyasi yapısını en fazla tehdit edecek olan da bu.

Özellikle Almanya topraklarındaki 10 milyonluk yeni gelen ve entegrasyonu gereken kişilerle diğer ülkelerden daha fazla uğraşmak zorunda kalacak. Almanya Doğu Almanya`yi bünyesine 20 yılda katabildi. Doğu Almanya ile arasında kültürek farklılık, dil sorunu gibi problemler yoktu. Buna rağmen entegrasyonu daha yeni tamamlayabildiler. Yeni gelen göçmenlerle ise bütünleşme sorununu aşabilmek daha uzun bir zamana tabi ve daha maliyetli.

Ancak bir de işin çıkmazdan kurtulmayı kolaylaştıracak tarafı var. Gelenlerin hepsi genç, dinamik ve çalışmak istiyorlar. Içlerinde Avrupa özlemi çeken ve nitelikli işgücü anlamına gelebilecek aydınlar da bulunuyor. Ayrıca ihtiyaç içinde olduklarından her çeşit iş için en düşük ücreti kabul etmeye razılar. Bu kişilerin tasarruf oranları çok uzun bir süre düsük seviyede kalacak ve ev, beslenme ve eğitim için kazandıklarından daha fazla para harcayacaklardır. Bu da yüksek tasarruf oranlarıyla büyüme oranları baskılanan Avrupa ekonomilerine canlılık getirecek, kredi mekanizmasının çarklarını harekete gecirecektir. Yani bir bakıma gelen mülteciler kendi kendilerini finanse etmiş olacaklardır.  

Bu arada eğer Suriye iç savaşı öyle veya böyle bir çözüme yönelirse, giden Suriye`lilerin bir kısmının geri dönme ihtimali de var.

Ancak bu mekanizmalar oluşturuluncaya kadar toplumsal çalkantıların ortaya çıkması kaçınılmaz görünüyor. Bu kapsamda Almanya`da iktidar değişikliği, yani Merkel`in iktidarı bırakması sürecinin hızlanması kaçınılmaz. Avrupa mecburen siyasi anlamda sosyal demokrasiye kayacak. Başka çare yok. Avrupa eski kapalı kapıcı, muhazakâr çizgisinde ısrar edemez. Bu da karşı tarafı, yani ırkçı şiddeti keskinleştirecek.

Avrupa Mülteci Sorunuyla ilgili rakamlar

Almanya
2014 öncesi
2014
2015 Ocak Temmuz arası
Toplam 2015 Temmuza kadar
2015 toplam mülteci sayısı tahmini
Suriyeli mülteciler
          13.384  
          41.100  
          44.299  
  98.783
   285.444
Toplam mülteciler 
         426.355  
        202.645  
        218.221  
 847.221
1.427.221
Avrupa

625.920


4.281.663

Kaynaklar:

1-  Die Welt, 13 Fakten über Flüchtlinge in Deutschland


            2- EUROSTAT


3- BBC




12 Eylül 2015 Cumartesi

AKP ve İç Savaş

AKP`nin iktidarı bırakmamak icin ic savaşı kışkırttığına dair özellikle Batı basınında yer alan görüşler, fazlasıyla banal ve kolaycı görüşlerdir. Bunlar büyük bir ihtimalle Türkiye`ye hiç ayak basmamış insanlar tarafından dile getiriliyor. Çünkü Türkiye`de yaşamış olan herkes iç savaş olasılığının en çok artması gereken 1970`li yıllarda bile sıfıra yakın bir çizgide seyrettiğini bilir.
İç savaş her ülkede çıkmaz. İç savaşın çıkması için ona uygun isyan kültürünün yüzyillar boyunca bir ülkede zihinlere iyice yerleşmiş olması gerekir. Mesela Japonya`da iç savaş çıkmaz. Japonya`da devrim de olmaz. Almanya, Iskandinav ülkeleri, genel olarak bütün Germenler bu durumdadır. Latinler, Araplar, Iranlılar, Afganlar, Hintliler ve Slavlar farklıdır mesela. Slavlar en çok birbirinin canına kıyan ırktır. Bunun son örneğini korkunç görünümler sergileyen Yugoslavya`nın parçalanması sürecinde gördük. Yine aynı sekilde Ispanya Iç savaşı, Suriye Iç Savaşı, Arapların ve Latinlerin birbirlerinin kanına nasıl susadıklarını çok açık bir şekilde gösterdi.
Genel olarak bütün Altay ve Ural ırkları, Türkler, Moğollar, Finliler, Macarlar iç savaşa uzaktır. Bu milletlerin fertlerinin iki karşıt kampa ayrıldıkları ve birbirleriyle savaştıkları, Kore örneği dışında, pek görülmemiştir. Yani ırksal etkiler iç savaş açısından önemlidir. Soğuk savaş yıllarına rastlayan Kore örneğinde dışsal etkiler daha fazladır.
İngilizlerin Türkiye politikasının 1. Dünya savaşı bitiminde iflas etmesinin belki de tek nedeni, onların Türk ırkının özelliklerini zerre kadar tanımamıs olmalarıdır. Rıza Nur anılarında, Ingilizlerin Kurtuluş Savaşı sırasında Türklerin birliğini bozmak için, Konyalılara „Sizler Türk değilsiniz, Selçukîsiniz“ diye propaganda yaptıklarını anlatır. Ingilizlerin „böl ve yönet“ politikası Türkiye`de işlemedi. Çünkü onlar aynı Arap kabilelerini nasıl para ile satın alıp birbirine düşürdülerse ve Umman`ı silahsız 10 memurla, tamamen bu fitne fücur politikası sayesinde yönettilerse, aynı taktiklerin Türkleri yönetmek için yeterli olduğunu sanma hatasına düştüler. Sonunda olan, onların kışkırtması üzerine Anadolu topraklarında ilerlemeye cüret eden Yunanlılara oldu.
Şimdi aynı şekilde yarı cahil Batı basını Türkiye`de iç savaş olasılığının arttığını yazıyor. Suriye iç savaşının Türkiye`ye de sıçradığını ima ediyorlar. Ama bir kez daha Türklerin Araplardan çok farklı olduğunu görememe hatasınına düşüyorlar. Görünen o ki, bir kere daha kayaya toslayacaklar.
Fakat yine de AKP`nin tavırları birçok bakımdan sanki böyle bir algıyı yaratmaya yönelik bir çabayı yansıtıyor gibi. Her şeyden önce Gezi olayları sonrasında eli sopalı adamların ortaya çıkması, AKP`nin milis gücü oluşturduğu ve bir iç savaşa hazırlandığı şeklinde yorumlandı. Erdoğan bir konuşmasında „%50`yi zor tutuyoruz,“ dedi. Gezi olayları sırasında Erdoğan`ı karşılayan kalabalık, „Izin ver gidelim, Taksim`i ezelim“ şeklinde slogan attı. Yine o olaylar sonrasında jöleli danışman Yiğit Bulut „Türkiye Cumhuriyetinin  başbakanının kılına sandık dışı yollarla bir zarar gelirse bu topraklarda önümüzdeki yüz sene kimse huzurla kahvaltı edemez“ şeklinde bir cümle sarfetti.  
Daha sonra bu söylemler devam etti. AKP 7 Haziran 2015`te iktidardan düşünce, söylemler iki üc katına cıktı. Hürriyet gazetesine yapılan saldırının Erdoğan`i destekleyici sloganlar atan bir grup eylemci tarafından gerçekleştirilmesi ve bunların parmaklariyla bozkurt işareti yapmaları çok manidardır. Yine gazeteci Ahmet Hakan`ın açıkça başka bir köşe yazarı tarafından ölümle tehdit edilmesi, HDP binalarına yapılan saldırılar kışkırtmanın boyutlarını gösteriyor. AKP çevrelerinin bu eylemleri destekledikleri çok açık biçimde görülüyor.
Fakat olaylara biraz daha yakından bakılırsa, aslında resmin hiç de öyle olmadığını görüyoruz.
Burada gerçek bir iç savaş olasılığından çok Ingilizcede „brinkmanship policy“ yani „uçurum politikası“ olarak adlandırılan geçici denge durumu söz konusu. Uçurum politikası birbirine eşit iki karşıt gücün yenişemediği zamanlarda içine düşülen ve soğuk savaş yıllarında olduğu gibi bazen 30-40 yıl sürebilen bir kararsız denge durumudur. Bu durumda karşıt güçler birbirlerini şiddet tehdidi ile psikolojik olarak çökertme amacını güderler. Şiddet nadiren uygulanır, daha çok şiddet uçurumunun kenarına gidip gidip gelinir. Yani uçurum politikası birçok yönleriyle aslında dayanıklı olanın kazandığı bir sinir savaşıdır.
Şimdiki Türkiye`de olduğu gibi.
AKP gerçi iktidarı kaybetmiş durumda, ama kaybını dengeleyecek cumhurbaşkanlığı kozunu elinde tutuyor. Öte yandan muhalefet, gerçi çoğunluğu eline geçirdi, ama kendi içinde uzlaşmaz çelişkileri barındırıyor. Muhalefetin esas çekirdeğini ise HDP ve ona oy veren demokrat Türkler oluşturuyor.
AKP`nin iç savaş çağrısı anlamına gelebilecek söylem ve davranışlarının işte bu çekirdek muhalefeti (yani Kürtlerle birlikte onlara oy veren demokrat Türkleri) yıpratmaya yönelik bir sinir savası olduğunu söyleyebiliriz. Karşı tarafın örgütlenme zafiyetine ve iç çelişkilerine oynuyorlar. Nitekim bu çaba hiç sonuç vermiyor da değil. PKK ile HDP arasındaki çelişkiler bu çaba sayesinde iyice su yüzüne çıktı. HDP, PKK ile devlet arasında kalmış olmanın sıkıntısını yaşadı ve hâlâ da yaşıyor. Yeni bir seçimde, Güneydoğu`da sandık güvenliğinin sağlanamayabileceği propagandası altan alta yapılıyor.
HDP`yi destekleyen demokrat ve sosyalist Türkler üzerinde ise psikolojik savaş taktiklerinin neredeyse hepsi denendi.Hattâ daha da ileri gidilip ikinci seçimde de AKP için tek başına iktidar çıkmazsa kaosun artabileceği ima ediliyor. Verin başkanlığı, kaos dursun, çocuklarınız ölmesin. Kısaca söylenen bu. Can derdine düşen halkın, HDP`yi desteklemekten vaz geçeceği hesap ediliyor.
Ama AKP`nin bu uçurum politikasının başarılı olabilmesi yine de mümkün değil. Bunun bir değil, birçok nedeni var:
1-  Uçurum politikasında tehdidin geçerli olabilmesi için „ortak zemin“, „aynı geminin içindeyiz“ fikrinin olmaması gerekir. Ki karşı taraf tehdidi iyice algılasın. Nitekim soğuk savaş yıllarında Sovyetler ve Batı`nın ilk vuranın kazanacağı bir savaşı gerçekten çıkartma ihtimali her zaman vardı. Öysa AKP`nin uçurum politikasında böyle değil. Her tarafı savaşlarla ve bunalımlarla çevrili Türkiye`de halk AKP`nin daha fazla ileri gidemeyeceğini, her şeyden önce Batı`nın böyle bir istikrar adasını feda edemeyeceğini çok iyi biliyor. Aynı zamanda Türkiye`nin daha olumsuz koşullarda bile iç savaşa sürüklenmediğinin, halkın sükûnetini koruduğunun herkes farkında.
2- Uçurum politikasında aynı zamanda „zaman“ sınırlamasının olmaması gerekir. Taraflar birbirlerinin ilelebet tehdit edebilecekleri algısı üzerinden politika yaparlar ki yılgınlık eninde sonunda taraflardan birinin saflarında ortaya çıkabilsin. Oysa Türkiye`de anayasal saatin tiktakları sürekli duyuluyor. Bu öyle bir saat ki, Erdoğan Davutoğlu`nu görevlendirmeyi ancak  iki hafta geciktirebildi.
3- Uçurum politikasında meşruiyet, yasalar, insanlık gibi şeyler yoktur. Taraflar birbirlerine her çeşit alçaklığı yapabilme özgürlüğüne sahiptirler. Oysa Türkiye`de oyunu bozanın oyun dışı kalacağı bir anayasal meşruiyet zemini ve onun temelinde gelişen bir seçim süreci var.
4-  Fakat belki de bunlardan daha önemlisi AKP`nin politik eğrisinin bir kez yönünü aşağıya çevirdiği, bir daha yukarı dönemeyeceği gerçeğidir. Politik arenada geri çekilme bir kez başladı mı kolay kolay durulmaz. Arınç`ın „Bu iş bitti“ demesinin nedeni de bu. Üstelik bu işin bittiğine yönelik algı AKP saflarında engelenemez biçimde yayılıyor. AKP en güçlü olduğu zamanda Gezi olayları denen kayaya toslamıştı. Bu kaya, AKP`nin hiçbir zaman söz geçiremeyeceği Türkiye`nin diğer yüzde ellilik kısmının başladığı sınırı ifade ediyordu. Şimdi o kayaya toslamadan sonra kaçınılmaz biçimde gündeme gelen geri çekilmeyi yaşıyoruz. Bu geri çekilmeyi tekrar kayaya toslamaya neden olacak bir ileri dalgaya dönüştürmek hemen olacak bir şey değil. Hattâ tam tersi, bu geri çekilmenin, AKP`nin her çırpınmasında daha da hızlanacağı muhakkak.
Dolayısıyla AKP`nin uçurum politikasının hiç de soğuk savaş yıllarında olduğu gibi gerçek bir tehdit algılaması yaratması ve AKP`nin rakiplerinin yüreğine korku salması mümkün değil. Bu gerçek tabii ki AKP kurmayları tarafından biliniyor. Özellikle anket sonuçlarının AKP lehine bir milim bile kıpırdamadığı bir ortamda.
Pekiyi o zaman neden AKP, özellikle Erdoğan`dan ve onun danışmanlarından kaynaklanan bu politikada ısrar ediyor?
Çünkü AKP iktidardan çekildiği andan itibaren saflarındaki çözülmeyi engellemek ve kendisinden hesap sorulmasının önüne geçmek için gerektiğinde şiddet kullanmaktan kaçınmayacak militarize bir güç haline gelmeyi planlıyor (Eli sopalı adamlar vs.). Gezi olaylarından beri süre gelen politik geri çekilme hareketinin %25-30 sınırlarında duracağını, sonra yeni bir ileri hamlenin mümkün olacağının hesabını yapıyor.
AKP kendisini dokunulmaz kılacak bütün tedbirleri aldıktan sonra iktidarı bırakabilir ancak. Bu da tabii ki Türkiye için sancılı bir süreç. 

15 Ağustos 2015 Cumartesi

Demirtaş, HDP, PKK

Tablonun birçok yönden karışık olduğu, çelişik öğelerin birbirinin içine girdiği bir dönem yaşıyoruz. Düğmeye basılmışcasına terör ortamına sürüklenen Türkiye, aslında dipten gelen dalgaların, yüzeyde olup bitenleri anlaşılmaz kıldığı bir dönemden geçiyor.

Bu aşamada en ilginç olan PKK’ın HDP’yi siyaseten bitirmek için açıkça harekete geçmiş olmasıdır. Öcalan’ın HDP’ye kızgın olduğu söylentisi özellikle PKK tarafından fısıltı gazetesi yardımıyla yayıldıkça yayılıyor ve buna iktidar yanlısı gazeteler de yardımcı oluyor. Bu söylentilere Başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan da geçenlerde destek verdi ve HDP’lileri kastederek ‘Öcalan olsaydı bunları sopayla kovalardı’ dedi. Öcalan’ın HDP’ye uluslararası proje dediği iktidarın gazetelerinden Milliyet’te manşetten verildi. Demirtaş’ın Brüksel’de KCK ile yaptığı temasların başarısızlığı özellikle vurgulandı.

Demirtaş`ın PKK ve hatta Öcalan tarafından sevilmediği artık bir sır değil. Demirtaş`ın PKK`nın hemen üstlendiği iki polisin öldürülmesi olayını umutsuz biçimde “Gladio”ya yüklemesi ve “karanlık bir olay” diyerek sanki bu olayların arkasında PKK´nın olmayabileceğini ima etmesi de durumu kurtarmadı. PKK daha sonraki tarihlerde de Demirtaş`ı zor durumda bırakacak söylem ve eylemlerine devam etti. Dolayısıyla öldürmelerin Gladio`nun eseri olduğuna dair Demirtaş`ın tezi havada kaldı.

Ne diyordu Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Şişli Kent Kültür Merkezi'nde?

Temsil ettiğim ilkeler, barış sürecinin şifrelerini fısıldamaktadır. Bugün anlatmaya çalıştığım herşey, barış sürecinin içeriğine dairdir. Bu ilkelerin Çankaya"ya taşınması, barış sürecinin stratejik olarak kalıcı hale gelmesinin bir adımıdır. Diğer cumhurbaşkanliği adaylari bu ilkeleri temsil etmemektedir. 

Yani üstü kapalı olarak anlatmak istediği şu: “Ben cumhurbaşkanı seçilirsem, PKK benim sözümü dinleyecek, devlet güçleriyle PKK`nın arasını ben bulacağım. PKK`ya gerekirse dur diyebileceğim”. Tabii bunları açıkça söylemiyor. Satır aralarında söylüyor. Zaten “fısıldamak” sözcüğü ile satır arasında mesaj verdiğini kendisi belirtiyor.

Tabii, böyle bir şeyin Türkiye gibi bir ülkede şu an için tasavvur bile edilemeyeceği ortaya çıktı.

Neden?

Neden Bask Bölgesi veya Kuzey Irlanda`da olduğu gibi bir barış süreci Türkiye açısından şu an hayaldir? Neden hep barış süreci yürütülüyormuş gibi yapılıp aslında laf üretmekten başka bir şey yapılamamaktadır?

Çünkü Ingiltere ve Ispanya gibi ülkelerdeki siyasi oluşumlar (Ingiltere`de Sinn Fein, Ispanya`da Batasuna), temsil ettikleri kitlelerin görüşlerini dirsek teması içinde oldukları terör örgütlerine kabul ettirebiliyorlardı. Böyle bir inisiyatifi Selahattin Demirtaş örneğinde PKK karşısında görüyor muyuz? Hayır. Özellikle Türkiye’nin güneydoğusunda PKK ağır basıyor. Yani aslında HDP ona oy veren Kürtler nezdinde PKK`nın güdümünde olan ve olması gereken bir parti.

Bir de işin Orta Doğu`ya özgü psikolojik bir yanı var. PKK ve onun uzantıları, kardeşleri vs. Irak ve Suriye`de elde silah ISID`e karşı savaşıyorlar. Demirtaş dahil bütün HDP`liler de o savaşçıları yüceltiyor. Figen Yüksekdağ açıkça “Sırtımızı YPG`ye dayıyoruz” demedi mi? Şimdi böyle diyen biri aynı oluşuma Türkiye için “Bir dakika, burada barış süreci yürürlüktedir. Burada elinize silah alamazsınız“ mı diyecek?” Hadi dedi diyelim, dikkate alınır mı? Etkisi olur mu?

Sonra bakın, kullandığı kelimeler dikkat çekici. “Sırtımı YPG`ye dayıyorum”, diyor. Ama “PKK`ya dayıyorum” diyemiyor. Böyle derse Türkiye`nin batı bölgelerindeki demokratları kaybedeceğini biliyor. Demek ki YPG ile PKK arasında geri planda bir ayrım yaptığını satır aralarında belirtmek istiyor. Pekiyi böyle bir ayrımı gerçekten yapıyor mu? Yoksa Türkiye`nin doğusunda farklı, batısında farklı mı konuşuyor?

Aynı tutarsızlık sadece HDP`de değil, ama aynı zamanda ABD`de de var. Başkan Barack Obama`nın özel temsilcisinin yardımcısı olan Brett H. McGurk Hürriyet`ten Verda Özer`e verdiği ropörtajda “PKK bir terör örgütü. Ama PYD bizim gözümüzde farklı bir statüye sahip. Çünkü PYD, IŞID`e karşı savaşıyor” diyebiliyor. Halbuki PYD, PKK`nın kardeşi değil mi? Iki örgütün biçimlenişi, savaşma teknikleri aynı değil mi? Her ikisi de KCK bünyesinde birleşmiş değil mi?

“Çünkü IŞID`e karşı savaşıyor” Peki IŞID diye bir dert olmasaydı, PYD terör örgütü mü olacaktı?

PYD konusunda Batı’nın tavrının bir türlü net olamaması, onu PKK karşısında ikircikli bir konuma itiyor. Oysa ETA ve IRA konusunda Batı çok netti. PKK’nın marjinalleştirilmesini şeyden önce belki Batı`nın kendisi istemiyor. Çünkü marjinalleşme güçsüzleşme demek aslında. Oysa Batı PKK`nın Türkiye karsısında ezilmesi fikrine henüz hazır değil. PKK her ne kadar Türkiye`nin büyük bir kısmında marjinalleşmiş durumda olsa da, güneydoğuda durum belki de Batı’nın bu esnek tavrı sayesinde farklılığını koruyor. Bunun sonucu olarak HDP`nin PKK`ya söz geçirmesi ve onu barışa zorlaması mümkün olmaktan cıkıyor. Ayrıca böyle bir istek ve anlayış HDP kadrolarında mevcut da değil. Onlar hâlâ PKK kadrolarini birer "gerilla" veya kahraman olarak görmek eğilimindeler.

HDP’nin demokratik söylemi

Terör karşısındaki bu kararsiz tutumuna rağmen HDP Türkiye seçmeninden %13 oy almayı başarabildi. Bunun nedeni onun demokratik söylemidir.

Seçim kampanyası sırasında Demirtaş ve HDP, PKK karşısındaki vekâlet ve aracılık konumundan ve dolayısıyla çekişkili söylemden hızla uzaklaşmak için demokratik söyleme yöneldiler ve böylece secim kampanyalarini daha sağlam bir propaganda zeminine oturttular. Demokratik söylemde çifte standart yok. Satır araları yok. Çelişki ve tutarsızlıklar yok çünkü. 

AKP sultasının altında yıllardır bunalmış, CHP`nin faşizm kokan ulusalcığından bıkmış kitleler de Demirtaş`ın söyleminde bazı ferahlık esintileri yakaladılar. Öyle ki Demirtaş`ın yakaladığı bu rüzgâr, önü kesilmediği takdirde onu iktidara taşıyabilecek bir rüzgâr haline geldi. Gelismeler Amerika`nin, Avrupa`nin, AKP`nin, hatta Öcalan ve PKK`nin öngördüklerinden biraz farklı yöne girdi. Onlar cözüm sürecinde kukla gibi oynatabilecekleri bir figüran istiyorlardi. Oysa ortaya hic beklemedikleri bir iktidar alternatifi, neredeyse daha da büyümek eğiliminde olan bir dev çıktı. 

Demokratik söylemin sayesinde HDP`nin PKK`ya karşı kararsız tutumu aynı tabanı paylaştıkları gerekçesiyle Türkiye`nin batısı tarafindan mazur görülebildi ve fazla önemsenmedi. HDP`nin Türkiye’nin batısındaki seçmeni onun PKK karşısındaki görece zayıf konumunun aslında farkındaydı. Dolayısıyla bu seçmenin gözünde HDP, PKK`yı barışa zorlayabilecek bir parti olarak görülmedi zaten. HDP’ye oy veren seçmen en fazla PKK’nın HDP kanalıyla siyaset yapabileceğini ve bunun da silahın etkisini azaltacagını ummuş olabilir. Ama ikisi arasındaki bir mücadele olabileceği perspektifi seçim öncesinde ne HDP sundu seçmenine, ne de seçmen ondan böyle birşey talep etti. 

HDP`nin lideri Demirtaş genç ve tecrübesiz bir siyasetçi. PKK ve TCK`yı ise 60 yaşa merdiven dayamış, 30-40 senedir Türkiye`ye karşı savaşmakta tecrübe sahibi olmuş savaş ağaları yönetiyor. Bunları Taliban gibi her çeşit kaçakçılıktan nemalandıkları besbelli. Ayrıca Amerika ve Batı arada bir onlara göz kırptığı için fazlasıyla şımarmış durumdalar. HDP`nin böyle bir yapıyı yönlendirebileceğine kimse zaten inanmıyor. HDP`nin PKK karşısında tek şansı Öcalan olabilirdi. Kamuoyu nezdinde Öcalan`ın PKK`yı değil, HDP`yi tuttuğuna dair bir algı vardı, böyle bir algı hâlâ da var ve bu algı, HDP`nin barışa giden yolda aracılık yapmasının belki de tek güvencesi olarak görüldü. Hâlâ da HDP`ye bu yönde şans tanıyanlar var.

Hükümet ve ona bağlı gazetelerin Öcalan`ın HDP`den memnun olmadığı yönünde arada bir uçurduğu haberlerin ve Yalçın Akdoğan`ın Öcalan`in HDP`yi sopayla kovalayacağına dair beyanatının kaynağı işte tam da burası. Yani HDP`nin kamuoyu nezdindeki Öcalan`ın rızası ve onayı ile iş yaptığına dair imajının yok edilmesi.

Fakat, yukarıda da belirttiğim gibi, HDP`ye oy veren özellikle Türkiye`nin batısındaki kitlelerin, HDP PKK`ya söz geçirmis veya geçirmemiş, Öcalan HDP`yi sevmiş veya sevmemiş umurlarında değil zaten. Bu insanlar HDP`yi onun demokratik söyleminden dolayı destekliyorlar. Bu nedenle son günlerde artan terör olayları HDP’nin çelişkili konumunu biraz fazla belirginleştirmiş olsa da bu nedenle oy kaybetmesi olası değil.

Sorun da bu zaten. HDP'nin bir daha baraj altına itilemeyeceği gerçeği Türkiye'nin krizini derinleştiriyor. 

Cünkü Demirtaş`ın beklentilerden fazla oy alması, demokrat kitleleri arkasından sürüklemesi ve iktidara yönelmesi, kitle destegi ile PKK`yı domine edebilecek ve onu yönlendirebilecek bir güce kavusması anlamına gelmesi demek ve bu da Batı açısından son derece sakıncalı.

Çünkü Batı arada bir kullanacağı bir satranç taşı olarak PKK`ya ihtiyaç duymakta. HDP ise gereğinden fazla büyüyerek PKK'yı kenara itmeye hazırlanmakta.

Çünkü PKK olmazsa Türkler ve Kürtler istenenden daha hızlı birleşebilecekler, Türkiye`nin süper güç olması engellenemeyecek ve onun Orta Doğu'daki birçok şeyi domine etmesi kaçınılmaz olacak. Üstelik Türkiye Kuzey Irak ve Kuzey Suriye Kürtlerini de içine alabilecek. Batı böyle bir şeyi şu an için kesinlikle istemiyor. Bu Israil-Türkiye dengesini sarsabilecek bir gelişme olarak görülüyor.

Ve daha da önemlisi Kürtler arasında demokratik yönelimler ve parlamentarizm gelişecek. Bu bütün Orta Doğu`nun çok kısa bir zaman içinde Israil`i yalnız bırakacak şekilde demokratikleştirilmesi demek. Israil yaşamak için diktatörlere, komşularındaki iç savaşlara ihtiyaç duyuyor. Işte HDP projesinde fazlalık yapan bu demokratik söylemin ve siyasi prestijinin şimdi kırpılması gerekiyor.

Kırpılabilir mi? Yani HDP iktidar yolundan geri çevrilebilir mi?

Demirtaş CHP`den umudunu bulamayan demokrat Türklerden önemli ölçüde oy alması düşündürücü. Hatta aldığı oyların üçte birinin bu Türklerden geldiğine ilişkin tahminler var. Eğer bu süreç devam etseydi, Demirtaş, ona oy vermeyi düşünen siyah beyaz bütün demokrat Türklerden önemli ölçüde oy alacaktı ve gelecek seçimlerde oy oranını yüzde yirmilerin çok üzerine taşıyabilecekti. Demokrat Türklerin oranı, anket şirketlerinin belirttiği gibi, hiç de yüzde üçler seviyesinde değildir. HDP`nin göz diktiği hedef kitle aslında bütün Kürtler ve CHP`nin ulusalcılar dışındaki bütün tabanıdır. 

Dolayısıyla HDP`nin kendisine biçilen rolün ötesine taştığını söyleyebiliriz. Eğer buna müsaade edilirse, Türkiye hiç kimsenin ummadığı bir şekilde çözüm sürecini tamamlamış ve süper güç olarak Orta Doğu`da yerini almış olacak. Iran ile pazarlığın sonuçlandığı ve Suudi Arabistan`ın ikna edilmeye çalışıldığı bir dönemde, dengeleri sarsacak bir Türkiye oyun planında yoktur.

PKK`nın ve muhtemelen Öcalan’’ın HDP`ye karsı tavır almasının arkasında yatan neden bu olabilir. Ama HDP’nin başarısının yol açtığı sistem krizi Türkiye’de daha uzun yıllar süreceğe benzemekte. Bu krizi Türkiye’nin Ortadoğu karışıklıklarına verdiği bir cevap olarak görebiliriz. Bu nedenle doğurgan bir kriz bu. Ve sonuç kesinlikle Türkiye açısından pozitif olacak.

21 Haziran 2015 Pazar

Gelecekteki Ortadogu Nasıl Şekillenecek 2 - HDP projesinin ana hatlari

Bir önceki yazımda Ortadoğu`daki asıl çelişkinin Kürt-Arap çelişkisi olduğunu ve Arap-İsrail, Şii-Sünni çekişmelerinin ise ikincil çelişkiler olduğunu belirtmiştim.

Pekiyi Kürtlerle olan çelişki neden bu kadar derin? Kürtler neden Ortadoğu`nun kırılmaya hazır fay hattını oluşturdular? Bu soruya verilecek en iyi cevap, Kürtlerin diğer Orta Doğu halklarına göre daha ileri bilinç seviyesinde olduğudur. Daha doğrusu Kürt ulusu, Türkiye`nin direkt etkisi altındadır. Yarım yüzyıldır Türkiye ve Ortadoğu arasında uçurum derinleştikçe Kürtlerin Orta Doğu`dan ayrışması da hızlanmıştır. Bu gelişme otomatik olarak Kürtlerin Türkiye`ye yakınlaşmasını beraberinde getirmiştir.

Kürtlerle Orta Doğu halkları arasındaki ayrışma sadece ekonomik anlamda değil, kültürel, toplumsal ve sanatsal bir ayrışmadır. Arap Baharı işte bu ayrışmayı daha da derinleştirmiş ve Kürtlerin azınlık olarak bulunduğu Irak ve Suriye gibi ülkelerin parçalanmasını gündeme getirmiştir.

Eğer Suriye ve Irak`taki toplumsal gelişmişlik düzeyi Türkiye`den bu kadar farklı olmasaydı, Kürtlerin Türkiye`ye yakınlaşması da bu kadar belirgin olmayacaktı.

Şimdi olayı böyle ele alırsak Irak ve Suriye`deki bütün diğer çatışmaları Kürt bağlamında ele almamız gerektığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Türkiye`nin Suriye`deki diğer muhalif gruplarla Kürtler arasında denge kurma politikası bu nedenle temelden yanlıştır. Çünkü Suriye`deki hiçbir grup Kürtler kadar zafere ulaşma şansına sahip değildir.

Orta Doğu`yu yeniden dizayn etme ve Sykes-Picot anlaşmasını rafa kaldırma niyetini hiç gizlemeyen Batı`nın Kürt ayrışmasını bir anahtar olarak kullanması bir tesadüf değildir bu anlamda.

Pekiyi, Batı neden Sykes-Picot anlaşmasını artık istemiyor?

Çünkü bu anlaşma Israil kurulmadan çok önce, Batı’nın o zamanki çıkarlarına göre düzenlenmişti. Bu çıkarların esas olarak petrolü mümkün olduğu kadar ucuz ve kolay bir şekilde Batı’nın kullanımına sunmak ana amacı etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu ana amaca uygun olarak masa başında sınırları cetvelle çizilerek yapay, tarihsel hiçbir alt yapısı olmayan ülkeler yaratıldı. Başlarına Arap şeyhlerinden oluşan kukla yönetimler getirildi. Bu kukla yönetimlerin toplumsal tabanı olarak da petrol işleme sanayi ve bankacılık temelinde gelişen bir komprador sınıflar yaratıldı.

Ama bu anlaşma Arap unsuruna öncelik tanıyordu. Araplar ise İsrail kurulduktan sonra, özellikle Soğuk Savaş yıllarında, Batı karşı Sovyetler Birliğini desteklediler.Yani Lawrence modeli emperyalizm körfezdeki küçük Arap ülkeleri ve Suudi Arabistan dışında çalışmadı denilebilir. Dolayısıyla Sykes Picot anlaşması Sovyetlere Orta Doğu’da alan açarak Soğuk Savaş’ın daha uzun sürmesine neden oldu. Çok kötü örgütlenmiş Sovyetler Birliği ve Doğu bloku hak ettiğinden daha uzun yaşadı.

Sykes Picot anlasmasına göre Ortadoğu. 

Kırmızı bölgeler Ingiliz'lerin, mavi bölgeler ise Fransızların payına düşen kesimleri göstermektedir. Anlaşmanın Türkiye ile ilgiki kısmı bilindiği gibi Lozan anlaşması ile tarihe karıştı.

Skykes Picot anlaşmasının sonunu getiren ise El Kaide’nin ortaya çıkışı olmuştur. El Kaide’ye karşı bütün Arap ülkeleri (hattâ Suudi Arabistan bile) ikircikli bir tavır sergilediler. Dolayısıyla bölgede Arap unsurunun önemini azaltmak ve Kürt unsurunu öne çıkarmak düşüncesi hızla gelişti.

İşte Türkiye`nin hâlâ bunu anlamamak için ayak dirediği gerçek budur. Ortdadoğu`daki Türkiye politikasının yanlışılığı, istenmese bile Kürt zaferine seyirci kalmanın zorluğundan kaynaklanmaktadır.

Türkiye`deki bu direnci iyi analiz eden Batı, HDP projesini geliştirdi. Şimdi HDP nasıl bir proje ona bakalım.
  • Önce dinsel referansları nedeniyle çok oy olabilecek AKP projesi gelistirildi. Bu arada PKK terörü can almaya devam ediyordu. AKP ile HDP ayni projenin farklı, ama paralel iki ürünüdür. Dolayısıyla Abdullah Öcalan’ın ‘Hoca’yı (yani Fethullah Gülen’i - GS) Pensilvanya’ya beni buraya Imralı’ya aldılar’ demesı tamamen bır gerçeği yansıtmaktadır. Türkiye`deki iyi kötü işleyen bir parlamenter mekanizma vardı. Proje için gerekli olarak partiler bu mekanizma sayesinde adeta verimli bir toprağa atılan tohumlar gibi çabucak filizlendiler. Mevcut bütün partiler çeşitli komplolarla sistem dışına itildi. DSP MHP ANAP ve diğerleri.

  • PKK terörüne hız verildi ki, Türkiye halkı çözüm sürecinden medet umar hale gelsin, hatta daha da ileri giderek onu istesin. HDP`nin yükselişine PKK terörü iki açıdan hizmet etmiştir. 1- Halkın gözü terörle korkutularak insanlar ölümü görüp sıtmaya razı olma noktasına getirilmiştir. 2- Türkiye çözüm sürecine mecbur bırakılarak terörle sonuç alınabileceği halka öğretilmiştir. Çözüm süreci ilerletilmezse ve bu süreçten sapılırsa terörün yeniden başlayabileceği şantajı yapılmıştır. Şiddetle sonuç alabilen PKK`nın sempatizan sayısı bu nedenle çok hızlı biçimde artmıştır. Çünkü bütün Ortadoğu halkları gibi Kürtler de şiddete tapar. Yani terör sadece bir yıldırma politikası değildi, aynı zamanda bir kitle tabanını geliştirme politikasıydı. Aynı yöntem IŞID’in geliştirilmesinde de kullanılmıştır.

  • Basın yayın organlarıyla bu politika halka iyice benimsetildi. Halk terör şerbetini yudum yudum içmek zorunda kaldı. Bu arada Mehmet Ali Birand ikide bir yeni yetişen Kürt gençleri için “Arkadan öyle bir nesil geliyor ki, onlarla anlaşmak imkânsız. Barış yapılacaksa şimdiki yönetimle yapılmalıdır, tarzı yazılar yazıyordu. ‘Yoksa bır daha barış fırsatını bulamayacağız” diyordu. Bu tür yazıları terörle halka bir şeyleri zorla kabul ettirme politikasının bir parçası olarak kabul etmek gerekir.

  • Öte yandan Türkiye`de hatırı sayılır bir demokratik kamuoyu vardı ve bu insanlar Kürtlere hakları verilmelidir, diyordu. Artan PKK terörü bu insanların seslerini çıkarmalarına ve Kürtleri açıkça savunmalarına müsaade etmiyordu. Yani bir bakıma terör Türkiye`nin demokratikleşmesini baskı altına alıyordu. Orduyu ve militarizmi toplumun ilginin merkezine koyuyor ve terörle mücadeleden beslenen asalak bir kesimin tasfiyesini önlüyordu. Ve daha önemlisi terör uzadıkça halktaki intikam duyguları ağır basıyor ve Türkiye’yi Kürt gerçeğine razı etmek için Batı için çok değerli olan o yılgınlık azalmaya yüz tutuyordu.

  • Bu nedenle Batı Kaynaklı AKP HDP projesinde kısa bir duraklama anı yaşandı. Bu duraklama tam da 2009-2010 yıllarına tekabül eder. PKK terörü neticesinde halk orduya yakınlaşmasın diye başlatılan orduyu itibarsızlastırma kampanyaları (Ergenekon, Balyoz davaları) yönetimi daha da sevimsizleştirdi. Taraf gazetesi ve yazarların (başta Emre Uslu ve Ahmet Altan olmak üzere) tetikçi olarak kullanılması komplo izlenimini güçlendirdi.

  • Arap Baharı Türkiye’yi tam da böyle bir ortamdayken yakaladı denebilir. Arap baharı Türkiye`de terörden ve baskı rejiminden bıkan insanların demokratik hareketliliğini hızlandırmıştır. Türkiye hızla Gezi protestolarına sürüklendi. Türkiye`de halk hareketlerinin tarihi daha eskidir ve kapsamı da daha geniştir. Arap Baharı ile dengelerin sarsılması, Türkiye`de tam anlamıyla bir tsunami yaratmıştır. Bu tsunamiden hükümet kendini zor kurtarmıştır denebilir.

HDP işte böyle bir ortamda ön plana çıktı ve Kürt hareketiyle Türkiye`nin büyük şehirlerindeki demokratik kamuoyu arasında bir köprü oluşturdu. 

Yani Arap Baharı ve buna bağlı olarak Gezi olayları olmasaydı, ne HDP sahneye çıkabilir, ne de Irak ve Suriye`deki Kürtler Türkiye`ye yanaşabilirdi. Unutmayalım ki, IŞID ve El Nusra gibi örgütlerin kriminalize edilmesi ve onların vahşet suçlarının video kayıtları yoluyla gözler önüne serilmesi, Kürtlerin Suriye ve Irak`tan tamamen koparak Türkiye`ye yaklasmalarını hızlandırmıstır ve Türkiye kamuoyunun Kürtlere sempati ile bakmasını ve dolayısıyla HDP’ye oy vermesini kolaylaştırılmıştır, denebilir.

Pekiyi amaç ne? Neden Irak ve Suriye`deki Kürtler Türkiye`ye yakınlaştırılıyor? Neden bu yakınlaşmaya paralel olarak Türkiye`de HDP iktidara yürüyen bir parti olarak yükseltiliyor? Pekiyi AKP neden aniden frene bastı ve çözüm sürecinin bir parçası olmaktan çıktı ve tasfiye sürecine girdi?

Bunları gelecek yazımda detaylandıracağım.

11 Haziran 2015 Perşembe

MHP`den taktik hatası, AKP ve CHP erime sürecinde

Devlet Bahceli, daha seçim biteli birkaç saat bile olmamışken geceyarısı, siyasi kariyerinin en önemli hatalarından biri sayılabilecek bir konuşmayla koalisyona kapıyı kapattı. 

Aslında çok da haksız sayılmazdı. Erimek ve parçalanmak üzere olan bir AKP var karşımızda. Her ne kadar %40 oy almışsa da, bu oylar erimeden arta kalanlar. Yani %49`dan %40`a düşüş söz konusu. Hani, Davutoğlu diyor ya, Cumhuriyet tarihinde birkaç kez %40 geçilmiştir, o nedenle bu sonuç başarıdır, diye. Aldırmayın. Çünkü %25`ten 40`a çıkmış değilsin. 49`dan 40`a inmiş durumdasın. Bir erime var ortalıkta ve başaşağıya gidiş söz konusu. Ve bu baş aşağıya gidiş o kadar hızlı ki, %20`lere tekabül ediyor. Çok yakında AKP diye bir şey kalmayacak ortalıkta. MHP bunu biliyor. MHP`nin geçmişte çökmek üzere olan partilerle yaptığı 2001`de iflas bayrağını çeken acı bir koalisyon deneyimi var. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer misali şimdi de AKP`ye yanaşmakta güçlük çekiyor. Ama daha ilk saatlerde kendini oyunbozan konumuna düşürmek de gerekmiyordu tabii. Şimdi AKP CHP koalisyonu Erdoğan ve Baykal eliyle kotarılmaya başlayınca, bu şefer de geri adım atıyor. Koalisyon için şartlar ileri sürüyor. Güvenilir bir siyasetçi için kabul edilebilir sertlikte zikzaklar değil bunlar.

Ileri sürdüğü şartlar da aslında "şart" değil. 17-25 Aralık dosyalarının açılmasını istiyor. Bunu tartışmak bile gereksiz. Çünkü her üç muhalefet partisi de bunu istiyor ve meclis açılır açılmaz zaten bu dosyalar da açılacak. Bu dosyaların açılması için oy vermeyen muhalefet partisi siyaseten intihar etmiş sayılır. Bu dosyalar açılacak ve 4 bakan yüce divana sevkedilecek. O halde bunu koalisyon şartı olarak öne sürmek gereksiz olduğu kadar, gülünç de.

Diğer şart daha da komik. Erdoğan şartı. AKP`den Erdoğan`ı dizginlemesini istemek "Yağmuru durdurabilir misin" demek gibi bir şey. AKP Erdoğan`a nasıl söz geçirsin.

Belki dişe dokunur tek şart çözüm süreci ile ilgili olanıdır. AKP`yi çözüm sürecinden alıkoymak çabasıdır. O zaman AKP Güney Doğu`dan tamamen silinecek ve buralar HDP`nin eline geçecektir ve koalisyonun Güney Doğu`da tabanı kalmayacaktır. Sadece o değil. Koalisyon aynı zamanda Türkiye`nin geri kalan bölgelerinde de kitlesel desteğini kaybedecektir. AKP buna razı olur mu? Evet. Ama o zaman yolsuzluk dosyaları konusunda MHP`den destek istemek opsiyonu dogar. Kendimizi AKP yerine koyup şöyle bir düşünelim: hem MHP istedi diye geniş bir kitlenin (neredeyse %10`lara varacak olan bir dilimdir bu) desteğini daha kaybedeceksin. Toplumsal taban açısından %20`lere ineceksin. Hem de üyelerinin önemli bir kısmının yolsuzluk dosyaları nedeniyle aslanların önüne atılmasına sessiz kalacaksın. Yani hem erime, hem de parçalanma. Çarmıha gerilmek gibi bir şey. Bu nedenle AKP MHP koalisyonu abesle iştigal anlamına geliyor bugün. Belki de bu opsiyonun üzerine kocaman bir çarpı işareti koymak en iyisidir. Zaten MHP iktidar ve icraat değil sadece bir tepki ve direniş partisidir. MHP`nin yeni modern Türkiye`yi kucaklamak ve yönetmek gibi bir derdi asla yoktur ve aslında hiçbir zaman da olmamıştır. Proje ve yeni fikir konusunda da MHP en kısır partidir bunun doğal bir sonucu olarak.

AKP iktidarda kalmak istiyor. Bu nedenle ister istensin isterse istenmesin, AKP CHP koalisyonu yine de en mümkün olanıdır. Bu aritmetik bir gerçektir. Bir kere bu koalisyon yolsuzluk dosyalarının acılmasının yaratacağı deprem etkisi hafifletir. Aslinda bu dosyalar cemaat etkisiyle çok abartıldı. Sanki Türkiye siyaseti pir-ü paktı da onu AKP kirletti gibi bir algı yaratıldı. Toplum bu dosyalara daha soğukkanlı bakmayı öğrenmeli. AKP CHP koalisyonu bu hafifletici etkiyi yapmak ve toplumu makul bir çizgiye çekmek için mükemmel bir araç.

Davutoğlu`nun Erdoğan`ın koşullandırmasıyla gölgelenmiş olan bilgeliği ve bilim adamı kimliği, olaylara duygusal değil akılcı yaklaşım yeteneği bu aşamada devreye girip CHP ile hatta belki de Türkiye`nin en uzun koalisyon deneyimini başlatabilir. Ayrıca kavga etmeyi ve birbirinin kuyusunu kazmayı düşünmeyen bir koalisyon Türkiye`nin dış dünyaya karşı, zaten seçimlerle iyice parlamış olan demokratik performansının, daha da belirginleşmesini sağlar. Bu da az buz bir şey değildir aslında. Çünkü Türkiye gibi dışarıdan borçlanmaksızın ekonomisini devam ettiremeyecek durumda olan bir ülke için dış görünüm hayatî derecede önemlidir.

Ve nihayet başkanlık tartışmaları ve yargı üzerinde kurulmaya çalışılan baskı ile iyice yıpranmış olan devlet kurumları bu koalisyon sayesınde rahat bir nefes alır. Çözüm süreci ilerler. Hatta yeni bir anayasa bile mümkün hale gelir. Ancak bu koalisyon yine de HDP`nin yükselişini engelleyemeyecektir. Çünkü artan demokrasi ihtiyacı AKP`nin artık daha fazla iktidarda kalmasını imkânsız kılacak derecede fazladır. HDP`nin tek başına iktidara gelecek şekilde yükselişi AKP/CHP koalisyonunu yıpratacak ve sonunda koalisyonun bitmesine neden olacaktır. Çünkü HDP, AKP`den de CHP`den de oy alabilecek bir partidir ve AKP ile CHP`nin HDP`nin önünü kesmek için ellerinde neredeyse hiçbir araç yoktur. 


10 Mayıs 2015 Pazar

Gelecekteki Ortadoğu nasıl şekillenecek 1 - Arap Baharı ve Kürt Sorunu

Suriye`deki ve Irak`taki ana denklemin aslında Kürt sorunu olduğu gerçeği artık her geçen gün daha çok belirginleşiyor. Böyle olduğu içindir ki, Arap Baharı, bütün Kuzey Afrika`yı, Ortadoğu ve Arap yarımadasını kasıp kavurduktan sonra kalıcı bir içsavaşa yol açmadan güç kaybedebildi, ama Suriye ve Irak`ta içten içe yanan bir kor ateşe dönüştü ve hâlâ daha oradaki halkları yakmaya devam ediyor.

Bu iki ülkenin ortak özelliği Kürt sorunundan muzdarip olması ve sadece ve sadece demokratik yöntemlerle çözülebilecek bu sorunla bas edebilecek donanıma sahip olmamasıdır. Arap Baharı işte böyle bu sorunu kalıcı bir iç savaşa dönüştürmüştür. Her iki ülkede de bütün siyasi tavır alışlar, ister istemez Kürt sorunu etrafında biçimlenmiş, sorunun çözülmesi geciktikçe çelişkiler derinleşmiştir.  

Yani Arap alemindeki esas çelişki, ne Şii-Sünni çelişkisi, ne de Arap-Israil savaşıdır. Bir şeriatçi-laik çelişkisinden veya derinleşmiş bir sınıf mücadelesinden de aslında bahsedilemez. Bu çelişkiler tabii ki vardır, ama içsavaşın ortaya çıkması için yeterli değildir.

Kürt sorununun olmadığı Arap ülkelerinde toplumsal çalkantılar bir süre sonra yeni bir dengenin kurulmasıyla sonuçlanıyor. Ama sadece Suriye ve Irak, dengenin bir kere bozulmasıyla, yeni bir dengeye kavuşmak yerine, denge noktasından sürekli uzaklaşıyorlar. Bu durum bize bu ülkeler Kürt sorununu çözecek biçimde parçalanmadıkça, çatışmaların bitmeyeceğini gösteriyor.

Yani Kürt sorunu etnik kimliğe bürünmüş bir demokrasi mücadelesi olarak görünüyor. Etnik kimliğin söz konusu olması nedeniyle çelişki uzlaşmaz hale geliyor ve denge durumundan gitgide uzaklaşılıyor.

Ama Arap baharı olmasaydı, Kürt sorunu muhtemelen bu ülkelerde bir iç savaşa yol açmayacaktı. Arap baharının demokratik özü, Kürt sorunundaki demokratik özle birleşiyor. Arap Baharı`na yakalanan Arap ülkelerinden sadece üçü bünyesinde etnik azınlık barındırmaktadır. Suriye, Irak ve Sudan. Bunlardan üçüncüsü Arap Baharı`ndan sonra parçalandı. Ilk ikisi ise parçalanma yolunda. Bu iki ülkenin parçalanma sürecinin uzun ve ağrılı olmasının nedeni, stratejik önemlerinden ve Ortadoğu`daki büyük güçlerin ülkelerin iç işlerine karışması sonucu, tarafların dış güçlerin vekâlet savaşını yürütüyor olmalarındandır.

Eğer ülke bütünlüğü sağlayacak şekilde demokratik reformlardan geçirilemiyorsa, halkların daha fazla demokrasi istemeleri, ama bunu ifade etmek için yeterli ideolojik, siyasi birikimin olmayışı, sonuçta etnik azınlığın ayrılma isteğini kalıcı hale getirmektedir. Ama ülke içinde halkların özgürlük istemi uğruna topyekun bir kalkışması olmayınca, tek başına etnik kimlik ayrılma ve iç savaş için yeterli olmamaktadır. Bu nedenle Türkiye`deki 1936-37 Kürt isyanı ayrılma ile sonuçlanmamıştır. Ama 1980`lerde başlayan ikinci Kürt kalkışmasında, toplumsal güçler, sorunu daha demokratik yönlerden çözebilecek yeterli birikime sahipti. Bu nedenle ikinci Kürt kalkişmasi da ayrılma ile degil, yeni bir toplum sözleşmesi temelinde birleşme ile sonuçlanmak üzere. Bu süreç henüz devam ediyor.

Işte bu nedenledir ki, Türkiye ve Iran daha baştan Irak ve Suriye`deki çatışmalara Kürt sorunu açısından baktılar. Iran, Kürt sorununun Türkiye ve Iran`ı da parçalayabileceğini söyleyerek, Suriye`nin toprak bütünlüğünün korunması konusunda Türkiye`den destek talep etti. Bu talep ilk bakişta mantıklı görünebilir. Ama Kürt sorununun aldığı boyutları çok iyi bilen Türk yöneticileri, böylesi bir çelişkileri bastırma mantığının Türkiye için geçerli olamayacağını çoktan biliyorlardı. Iran, Kürt sorununu çözmek için bir “Çözüm Süreci” başlatmamıştı. Ama Türkiye`de bu süreç yürürlükteydi ve Türkiye toplumu bu süreçte epeyi yol katetmis, bu sürecin ayrıntılarını tartışmış ve dönülmez bir yola girmiş bulunuyordu. Iran, Türkiye`deki demokrasi birikiminin kendi birikiminden daha ileride olduğunu unutuyordu. Sadece bu bile, Iran`lı yöneticilerin (özellikle Haşimî Rafsancani’nin) Türkiye`yi ne kadar az tanıdıklarını göstermeye yeter ve Iran`daki entellektüel sınıfın ne kadar birikimsiz olduğunu gösterir.

Türkiye istese de Iran`la birlikte Esad rejimini koruyamazdı. Buna kendi mezhepsel önyargıları kadar, kendi içindeki Kürt sorunun boyutu da engeldi. Suriye`deki geçmişteki Irak`ta olanlara benzer bir Kürt katliamı, en başta Türkiye`yi sarsacaktı. Nitekim Kobani`deki Kürt yenilgisi olasılığı Türkiye`nin baştanbaşa nasil sarsılmasına yol açtıysa, bunun üç veya beş kat şiddetlisi, Türkiye Esad rejimini desteklemek hatasına düştüğünde yaşanacaktı.

Kısacası, Kürtlerle masaya, ülkedeki düzenin yenibaştan dizaynı konusunda oturmaya kararlı olan bir Türkiye vardı. Öte yandan böyle bir derdi olmayan İran. Olası bir işbirliği için hiç de iyi bir zemin yoktu ortada. Şimdi ise Iran`ın Türkiye`deki Kürt sorununu nasıl çözdüğüne odaklandığı düşünülebilir. Çözüm olasılığı belirdikçe, İran da Kürt sorunu konusunda Türkiye`yi takip edecektir. Ve çözümün hiç de parçalanma yönünde gelişmediği görüldükçe, soruna İran`ın katılımı da artacaktır.

Bu işin bir yanı.

Ama bir de sorunun yukarıda işaret ettiğimiz diğer bir boyutu var. Kürt sorununun aslında demokratik bir özü vardır, dedik. Çok genel anlamda ele alırsak, daha fazla demokrasi olmadan Kürt sorunu çözülemez diyebiliriz. Nitekim bu boyutu çeşitli yazarlar, başta Kadri Gürsel, sürekli vurguluyorlar. Öte yandan Kürt sorununun taraflarından biri olan Türkiye`li HDP`nin aslında sadece Kürtlere değil, bütün Türkiye`ye seslenmesinin bir nedeni bu. Iran bu noktadan çok uzakta. Peki Türkiye? Türkiye Kürt sorununa bir demokrasi meselesi olarak bakmaya hazır mı? Bu soruya şu an „hayır“ cevabı verilebilir. Ama şunu söyleyelim: Türkiye`de %10`u temsil eden HDP ve %25`i temsil eden CHP`nin tabanının önemli bir kısmı böyle düşünmüyor. Yani özgürlüklerin çoğaltmadığı bir ortamda Kürt sorununda ilerleme kaydedilmesinin imkânsızlığı aslında Türkiye`deki birçok aydın çevrelerinde dile getiriliyor. O halde Türkiye ile Iran arasında Suriye konusunda işbirliği olasılığını azaltan ikinci bir farklılık daha ortaya çıkıyor demektir.

Ama Türkiye`nin bu demokrasi konusunda ikicikli olduğu, ülkede özgürlükleri, sivil toplumcu bir demokratik toplum yaratma süreciyle Kürt sorununu aynılaştırmadığı da bir gerçek. Türkiye işte tam da bu noktada bocalamaktadır. Bocaladıkça, Türkiye`nin Kürt sorununa bakışı, olayın bir siyasi ittifaklar manzumesi olarak görülmesi şeklinde tezahür ediyor. Suudi Arabistan ve Katar`a yaklaşılıyor. Sünnilerden kendisini Kürtleri desteklemekten kurtaracak ittifaklar talep ediliyor. Kürtlerle aynı telden çalmayan, Suriye muhalefetine yaklasılıyor. ISID yakın zamana kadar seçeneklerden biriydi. Ancak ISID`in aşırılıkları, Türkiye`nin bu konuda ağzının yanmasına yol açtı. Pekiyi ya el Nusra? Suriye`deki muhalefetin son zaferlerini Türkiye-Suudi Arabistan-Katar arasındaki işbirliğinin artmasının bir sonucu olarak gören yorumcu sayısı bir hayli fazla. Bu kanadın başını The New York Times çekiyor.

Türkiye`nin çözüm sürecinde frene basmasının bir nedeni daha var. Türkiye, Kürt sorununu çok hızlı çözmek istemiyor. Çünkü bu sorunun hızlı çözümü, Türkiye`yi Suriye topraklarına doğru genişlemek zorunda bırakacak. Bu olasılığın, bu hiç istenmeyen genişlemenin, bir çok Türk siyasetçisinin şimdiden uykusunu kaçırdığı bir gerçek. Suriye`deki yeni yapı belli olmadan, Kürt sorunun Türkiye`de çözülmesi, birçok Suriyeli Kürtün Türkiye ile bütünleşmesine yol açabilir. Bu ise Türkiye`yi direkt Arap âlemi ile karşı karşıya bırakır ve ülkeyi içsavaşın taraflarindan biri yapar. Bu gerçek, Kürt sorununa getirilen çözüm önerilerine CHP`nin neden soğuk olduğunu ve neden geçenlerde Kılıçdaroğlu`nun “Suriyelileri ülkelerine geri göndereceğiz” dediğini açıklar. Bu seçim vaadi bir çok yönden tartışmaya açık bir konu.

Bir kere 2 milyon insanı geri gönderemezsin. Bunların birçoğu vatandaşlığa geçti bile. Üstelik bu insanlar Türkiye`nin en önemli sorunlarından biri olmaya aday olan nüfus artış hızının azalması sorunu açısından neredeyse ilaç konumunda. Bu nedenle bu iki milyon insanın getirdikleri, paradoksal gibi görünüyor ama, götürdüklerinden fazla. Sonra gelen bu iki milyonun neredeyse hepsi Kürt. Onlar çoktan Türk toplumuyla bütünleştiler bile. Zaten bir çoğu buradaki Kürtlerle akraba.

Ikincisi ve daha önemlisi bu insanlar, yöre halkı dışında Türkiye`deki bizatihi demokrat Türkler tarafından da sempatiyle karşılanıyorlar. Kobani direnişinin Türk ve Kürt kamuonu tarafından sempatiyle karşılanması gibi. Bütün bu gerçekler bıze Kürt sorununun demokratık bir içeriği olduğunu kanıtlıyor. Ama aynı zamanda çözümün hızı karşısında Türk yönetici kesiminin duyduğu korkunun haklılığını da açıklıyor.

Öyle ya da böyle, bu konuda Türkiye açısından geri dönüş yok. Dolayısıyla El Kaide ile bağlantısını geçenlerde teyit eden El Nusra, Suudi Arabistan, Katar gibi seçenekler, Kürtlerle araya mesafe koyma çabaları, sadece ve sadece ISID benzeri yeni fiyaskolara kapı açacak gibi görünüyor. Üstelik bu arayışların Batı dünyasında yarattığı infial de ortada. Joe Biden`in „sözümüzü dinletemedik“ deyişi de hatıralarda hâlâ taze. Türkiye`nin an itibariyle çelişkisi bu.