10 Nisan 2016 Pazar

Avrupa`da Terör 1 : Beslendiği Kaynaklar

Paris ve Brüksel`deki terörist saldırıların İngiltere ve İspanya`daki terörist eylemlerden önemli bir farkı var. Bu saldırılar bize, eylemlerin bizzat bu ülkede doğup büyüyen Kuzey Afrikalı müslüman gençler tarafından düzenlendiğini ve terörün bu ülkelerde kendine kitlesel bir taban edindiğini gösteriyor.

Dahası, Fransa ve Belçika`daki terör riskinin bizatihi bu ülkede yerleşik milyonlarca Kuzey Afrika kökenli müslüman göçmenin toplumla yeterince bütünleşememiş olmasından kaynaklandığı da tespit edilmiş durumda.

Ama öte yandan, Belçika ve Fransız güvenlik birimlerinin faillerin yakalanması ve saldırıların önlenmesi konusunda yeterince hareketli ve kararlı davranmadığına dikkat çekiliyor. Belçika gibi küçük bir ülkede, üstelik kendini elektronik istihbarat ağına defalarca deşifre etmiş bir kişinin bile aylarca polisten kaçabilmesi bir yönetim zaafı olarak değerlendiriliyor.

Bizim burada üzerinde durmak istedigimiz konu, her iki olayın, yani güvenlik birimlerinin görece zayıflığı ile bu ülkelerde terörün kendine kitlesel bir taban edinmesinin aynı yapının iki farklı sonucu olduğudur. O yapı, Fransa ve Belçika`da, diğer Avrupa ülkelerinde hiç olmadığı biçimde tamamen, islam karşıtı, ama aynı zamanda liberal, aydınlanmacı düşünce tarafindan şekillenmiştir.

Aydınlanmacı düşünce, bir yönüyle ne kadar liberalse, diger yönüyle o kadar İslam karşıtıdır. Bunlar aynı bir madalyonun iki yüzü gibidir.  

Fransızlar, İslamiyete liberal olduklarından tepki duyarlar. Yani onların zihninde İslam ve Doğu, depotizmle özdeştir. Liberalizm Islam karşıtlıgını körükler. 

Ama Doğu despotizmine karşı liberal tepki nedeniyle Doğu insanı ve İslam kültürü bütünüyle dışlanır. Dolayısıyla Fransa bir yandan özgürlükleri gözetir ve istihbarat örgütlerini ve polis devleti uygulamalarını fazla geliştirmezken diğer yandan müslüman göçmenleri gettolara doğru iter. Her iki davranışın kökeninde de Aydınlanmacı İslam karşıtı zihniyet yatar.

İşte teröre karşı Fransa`nın elini zayıflatan tam da budur. 

Şimdi madalyonun iki yüzünü ayrı ayrı ele alalım.

Fransa ve Belçika neden terörün hedefi haline geldi?

Fransa ve Belçika´da bulunan Kuzey Afrikalı müslüman ve çoğunlukla Arap kökenli gençliğin İŞİD benzeri terörist örgütlerin militan devşirdiği bir kitlesel temel oluşturduğu sır değil. Zaten İŞİD`in Suriye ve Irak`ta bulunan militanlarının içinde de Kuzey Afrikalı`lar sayısal açıdan ilk sıraları paylaşıyorlar. 

Ama aynı terör örgütleri, örneğin Avrupa`da yaşayan Türkler arasından kendine yandaş bulamıyor. Bununla birlikte müslüman olmalarına rağmen Türkiye`li göçmenlerin neden terörü desteklemedikleri sorusuna Fransa ve Belçika`da tam olarak cevap verilmiş değil. The New York Times`a bu sorunun cevabı hâlâ araştırılıyormuş.

Bakınız:http://www.nytimes.com/2016/03/25/world/europe/brussels-attacks.html?_r=0

Arastirsinlar bakalim. Ama oryantalist aydinlanmaci bakis acisinin sorunu tam da bu zaten: Bütün müslümanlari ayni kefeye koyup dislamak. Aralarindaki farklari önemsememek, hatta yok saymak.

Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu olarak Fransa ve Belçika, yine diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak göçmenlerin toplumla bütünleştirilmesi konusunda yeterince başarılı değil. Göçmenler bu ülkelerde gettolara itiliyorlar. Göçmen çocukları, gettolara itildikçe, isterse bulundukları ülkede doğup büyümüş olsunlar, işsizlik, eğitimsizlik, aile desteğinden yoksunluk ve parasızlık yüzünden terör örgütlerine sempati duymaya ve giderek onların militanı olmaya yatkın duruma geliyorlar ve bu özellikle Fransa ve Belçika`nın Fransızca konuşulan bölgeleri için geçerli.

Fransa`nın bu farklı konumu, daha Sarkozy`nin içişleri bakanı olduğu zamanlarda patlak veren 2005 ayaklanmaları sırasında belirginleşmeye başlamıştı; Sarkozy, olay çıkartan, araba yakan, gösteri düzenleyen yabancı kökenli gençlere karşı aşağılayıcı bir dil kullanmış, bu tavır gösterilerin şiddetini daha da artırmıştı.

Fakat, ilginçtir, bu ayaklanmalar sonrasında Sarkozy hızlı bir şekilde politik basamakları çıkmaya başladı. Yangının üzerine benzinle gitmesi Sarkozy`ye puan kaybettirmedi, aksine kazandırdı.

Bu da gösteriyor ki, Fransa'da yabancılara karşı toplumun geneline yayılmış bir tepki vardır ve bu tepki, bu topraklarda büyümüş, Fransa vatandaşı olan birçok yabancı kökenli müslümanı toplumun dışına itmektedir. Bu da terörle mücadelede Fransa`nın işini güçleştirmektedir.

Fransa ve Belçika terörle mücadelede yeterince başarılı mı?

Her iki ülkenin de terörle mücadelesi dünyanın gözünü doldurmaktan uzak kaldığı bir gerçek. Hatta bazı olaylara inanmak bile zor. Salah Abdeslam, Paris saldırılarında aktif olarak rol almış, ancak kendini patlatmaktan son anda vaz geçerek kayıplara karışmış bir kişiydi. Yakalanması, Paris saldırıları denilen bilmecenin çözümü için anahtar sayılabilecek bilgileri güvenlik birimlerine aktaracağından önem taşıyordu. Buna rağmen Saleh Abselam, Paris saldırılarının hemen sonrasında Paris civarında yapılan bir trafik kontrolünden yakalanmadan geçebildi. Ve Saleh Abselam, yine doğduğu yerde Molenbeek`te bir evde yakalandı ve doğduğu yerde aylarca saklanmayı başardı.

Fransa ve Belçika`nın terörle mücadeleyi olağan güvenlik birimlerine bıraktığı gibi bir izlenim var. Hatta olağan güvenlik birimleri dışında, Fransa`nın ve Belçika`nın gerçek anlamda bir istihbarat teşkilatına sahip olup olmadığı bile sorulabilir.

Terör uzmanı Prof Dr. İhsan Bal 17 Kasım 2015`te bu durumu şu şekilde eleştiriyor:

„Bu kadar fazla sayıdaki teröristin birden fazla hedefe eş zamanlı ve eş güdümlü eylem gerçekleştirebiliyor olması özellikle Fransız istihbaratının büyük bir zafiyeti olarak değerlendirilebilir. Bütün erken teyakkuz sistemleri aktif durumdayken ve çeşitli önlemler alınmış olmasına rağmen bu kadar farklı hedefe bir anda en az 15-20 militanın karıştığı bir terör saldırısının yapılabiliyor oluşunu göz önünde bulundurduğumuzda, Fransız güvenlik güçleri arasında koordinasyonsuzluk veya istihbaratta ciddi bir kara delik, istihbarat ifadesiyle kör nokta, var diyebilirim.“

Bakınız:http://www.usak.org.tr/tr/yayinlar/usak-mulakatlari/prof-dr-ihsan-bal-fransa-nefret-ve-kutuplastirici-anlayisin-disina-cikarsa-terorle-mucadeleyi-kazanir

İş bununla da bitmiyor. Saldırılar gerçekleştikten sonra meydana gelen olaylar da bir o kadar ilgi çekici.

Mesela saldırılardan sonra Bataclan gece klübünün önünde bir çöp konteynerinin içinde kullanılmış bir cep telefonunun bulunmasından sonra gelişen olaylar… Bu telefonun teröristler tarafından saldırıdan önce bir kereliğine kullanılmış, daha sonra içindeki sim kartı ile birlikte atılmış olduğu tespit ediliyor. Telefonun en son kullanıldığı yerin tespiti güvenlik birimlerini Saleh Abselam`in kardeşi İbrahim Abselam`ın saldırılardan önce kalmış oldukları yere götürüyor. Paris banliyölerinden Alfortville`de bulunan Apartcity isimli otelden bu telefonla Brüksel`deki bir numaranın arandığı tespit ediliyor. Teröristler gittikleri her yerde buna benzer bir kereliğine kullanılmış telefonları sağa sola atıyorlar. Kaldıkları evlerdeki DNA kayıtlarından, o evlerde daha önce yaşamış kişilerin kimler oldukları tespit edilebiliyor. Teröristlerce aranan numaralar Belçika`da yaşayan kişilere ait ve Saleh Abselam saldırılardan sonra aile ve yakınlarının yardımıyla oraya, o telefon edilen numaraların olduğu mahallelere sığınıyor ve bu mahallelerde yakalanmadan 4 ay gibi bir süre yakalanmadan saklanabiliyor.  

Bu olayları basit beceriksizlikler olarak yorumlamak mümkün değil. Bu yavaşlığın mutlaka bir sosyolojik temeli olması gerekir. Fransa ve Belçika`da istihbarat teşkilatının, daha doğrusu „derin devlet“in görece zayıflığının bır devlet politikası olarak seçilmiş olması ihtimal dahilinde. Çünkü Fransa, neo-liberalizme karsı kitlesel tepkilerin en fazla olduğu ülkelerden biri. Neo-liberalizmle Şili-Pinochet tarzı polis devleti uygulamaları arasındaki ilişkinin en çok farkında olunan ülkelerden biri.

Örneğin Belçika`da gece ev basmalarının kanunla yasaklanmıs olması, birçok evin etrafının sarılmış olması ve etrafında kuş uçurtulmamasına rağmen evlerin gece 21.00 ile sabah 06.00 arasında basılamaması, polis devleti uygulamalarına karşı kanun düzeyinde nasıl bir temkinin ve ihtiyatın bulunduğunun iyi bir örneğidir. (Belçika`da bu kanun 2016 Ocak sonunda yürürlükten kaldırıldı).

Gece saat 21.00 ile sabah 06.00 arasında ev basmalarını yasaklayan kanun Belçika`da 1969 yılında yürürlüğe girmişti. O zamanlar 68 fırtınası bütün Avrupa`yı kasıp kavuruyor ve kişisel özgürlerin genişletilmesi, polis devleti uygulamalarına son verilmesine ilişkin talepler geniş kitlelerce destekleniyordu. Şimdi aynı kanun, terörle mücadele eden güvenlik birimlerine ayak bağı olduğu gerekçesiyle yürürlükten kaldırılıyor.

Sadece bu örnek bile bize terörle mücadele ederken, kişisel özgürlükleri savunanlarla güvenlik birimleri arasındaki nasıl gerginliğin var olduğunu ispatlamaya yeter. Batı toplumlarında bu gerginlik, terörle mücadele ekiplerine aynı zamanda kişisel özgürlükleri savunanları ikna etme ve onların engelini aşma görevini yüklüyor. Mücadelenin bu boyutu, bazen güvenlik birimlerine zaman kaybettirebiliyor. Çünkü terörle mücadelede hâlâ yasal zeminde yürütülmeye çalışılıyor. Polis devleti uygulamalarından şiddetle kaçınılıyor.

Aynı olay, facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde bulunan hesapların içerdiği kişisel bilgilere güvenlik birimleri ve yabancılara ülkeye giriş vizesi veren idari birimlerin ulaşmaları konusuna da karşımıza çıkıyor. Vize veren merciler, Amerika`da bile Facebook hesaplarındaki paylaşımlara bakma yetkisine sahip değil. Dolayısıyla bir kişinin radikalleştiği ve potansiyel terörist olduğu çok kolay anlaşılamıyor. Amerika, eğer bu takibi tam anlamıyla yapabilseydi, radikalleştiği paylaşımlarından rahatlıkla anlaşılabilecek olan Tashfeen Malik adındaki bir Pakistanlı kadına belki de ülkeye giriş izni vermezdi. O da kocasıyla birlikte kendini Kaliforniya`nın San Bernandino kentindeki bir kafede patlatarak 14 kişinin ölümüne neden olmazdı.

Kanunen açıkça yasaklanmış olan bir husus, örneğin facebook hesaplarına bakmanın yasaklanması, bu birimlerin ellerindeki bilgileri diğer istihbarat birimleriyle paylaşmalarını engellemekte. Memurlar o hesaplara baksalar ve radikal paylaşımları görseler bile, bu paylaşımları vize başvurusunun reddedilmesinde bir gerekçe olarak kullanmadıkları gibi, ileride sorumlu duruma düşmemek için ellerindeki bilgileri güvenlik birimlerine iletmede çekingen davranmaktalar.

Kısacası terörle mücadelede güvenlik birimlerini bekleyen bir dizi güçlük var ve bütün bir hukuk sistemini bu mücadelenin gereklerine göre değiştirmek çok zor ve karmaşık bir süreci gerektiriyor.

Kaldı ki bir insan radikalleştiği andan itibaren, sosyal paylaşım sitelerinden çekiliyor. Cep telefonu kullanımı bile asgari düzeye iniyor, hatta sıfırlanıyor. Dolayısıyla bu durumda resmi kanallardan bilgi edinmek çok zorlaşıyor ve bütün yük istihbarat birimlerinin çalışmasına kalıyor.

Batı dünyasının istihbarat birimleri ile resmi merciler arasındaki ilişki, aynı kara paranın dünya çapındaki trafiğini andırır. Nasıl kapitalist sistem, mafya türü yeraltı örgütlerine kara parayı istedikleri gibi aklamaları için gereken manevra alanını bırakıyorsa, istihbarat birimlerini de her türlü kanun dışı uygulama için serbest bırakır. Nasıl kara para için vergi cennetleri meydana getiriliyorsa, istihbarat birimlerinin sorgulamaları için de ücra, kimsenin ayak basmadığı adalar kullanılır, hatta uçan hapisaneler oluşturulur. Tutukluların kaldığı hücreleri ve işkencehanesi olan uçaklara verilen addır ve sorgu tamamlanıncaya kadar uçak havada kalır. Aynı şekilde Amerika`daki „extraordinary rendition“ (olağanüstü teslimat) uygulamaları, kişilerin hukukun olmadığı ülkelere işkence ve sorgu amacıyla gönderilmesi, hep bu kapsamda ele alınması gereken önlemlerdir.

İstihbarat birimlerini kanun durduramaz. Çünkü onların ülke dışında operasyon yapma yetkileri vardır. Yurt içinde faalyette bulunabilmek, onlara kanun gözetiminden kurtulma imkânı verir. Yani bir bakıma istihbarat örgütleri suç işlemekte, ancak bu suç cezasız kalmaktadır. Ama kanun yurt içinde yerleşik olan resmi mercilerin elini kolunu bağlar.

Bu tür düşünceleri ilk ortaya çıkaran Alman gazeteci Jürgen Roth`dur. Roth, organize suçların, modern toplumlarda iktisadi ve sosyal sistemle derinlemesine içiçe geçtiğini delilleriyle ortaya koymuştur. Bu devlet tarafından yönlendirilen, ama amaca ulaşmak için suç işlemesine göz yumulan istihbarat birimlerinin kontrol dışına çıkması ve yarın öbürgün kendisini yönlendiren devleti ele geçirmeye çalışması her an olasıdır.

Sadece demokrasi ve insan hakları çerçevesi içinde kalınarak terörle mücadele daha zor. Bu nedenle demokrasi ile yönetilen ülkelerin terörle etkin bir şekilde mücadele edebilmeleri için, devasa istihbarat örgütleri kurmaları, kendi kanunlarının dışına çıkmaları gerekir. Kanun, hantal bir devlet örgütü yaratır. Derin devlet olgusunun bu toplumlarda iyice yerleşmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Ama öte yandan çok geniş bir kitle bu derin devlet olgusundan ürküyor.

İşte Fransa`nın farkı burada ortaya çıkıyor. Fransa derin devlet ve istihbarat örgütlerine karşı diğerlerinden daha mesafeli. Fransız istihbaratının bilinçli olarak geri bıraktırılmış olmasının nedenini burada aramak gerekir.

Bir de Fransa`nın üniter bir devlet olduğu gerçeği var.

Çok parçalı veya federatif yapıların derin devlet olgusundan çekinmesi için daha az neden var. Çünkü ele geçirilecek tek bir merkez yok. Birçok merkez olduğundan derin devletin bunların hepsine birden hakim olması mümkün değil. Oysa üniter devletlerde ele geçirilecek tek bir merkez olduğundan devlet derin devletin hegemonyasına daha kolay girebilir. Fransa, Avrupa`da aşırı sağın en güçlü olduğu ülkelerden biri.  Bunun nedeni Fransa`nın üniter bir devlet oluşudur. Federal yapılarda aşırı sağın güçlenmesi daha zor. Fransız kamuoyunun derin devlet ve istihbarat konularındaki çekingenliğini artıran bir husus bu.

Buradan federal yapıların terörle daha iyi mücadelede edebildikleri sonucunu çıkarabiliriz.

Örneğin Türkiye… Türkiye`de federal bir yapı yok. Dolayısıyla derin devlet olgusu, derhal devlette otoriterliği artırıyor. İş başına gelen hükümetler, bu derinleşmiş yapıyla çalışmak zorunda kalıyorlar. Oysa derin devlet ile yasal devlet arasında anlaşmazlık çıkması olasılığı her zaman var. Çünkü derin devleti kimlerin yönlendireceği konusu her zaman ucu açık bir konu olarak kalmaya mahkum. AKP öncesi derin devlet ordunun generalleri ile Amerikan istihbarat teşkilatlarının koalisyonu tarafından yönlendiriliyordu. AKP işbaşına geldiğinde bu derin devletle uyum içinde çalıştı. Ancak Amerika ile ordunun generalleri arasındaki koalisyon bozulmaya yüz tuttuğundan, uydurma delillerle dayanarak açılan davalarla ordunun derin devlet içindeki yapılanması ortadan kaldırıldı. Ama bu sefer cemaatin adamları derin devlete yerleştiler. Şimdi yasal devletle derin devlet arasındaki mücadeleye yine değişik bir boyutta tanık oluyoruz.

Dolayısıyla Türkiye`de terörle mücadale hep derin devletle görünen devlet arasındaki veya bazen derin devlet içindeki değişik kliklerin arasında mücadele ve dengeye göre belirleniyor. Bunlar birbirlerini başarısız göstermek için bazen yanlış istihbarat vermek veya hic istihbarat vermemek gibi yöntemlerle terörü birbirlerine karşı kullanıyorlar. Geçenlerde bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuya değindi hattâ.

Yani hem demokratik olarak kalmak, hem de terörle mücadele edebilmek ancak federal yapılarla mümkün. Bu durumda, ileride devletin bütününe hakim olabileceği endişesi taşımadan, kanunun ulaşamadığı, kendine terörle mücadele etmek konusunda her şeyi mübah gören, derin devlet yapılanmaları ortaya çıkarılabılıyor, hatta bunlar kanun gözetiminden kurtulmak için yurt dışında operasyon yapabiliyorlar.

Fransa ve bir ölçüde de Belçika, bu derin devlet olgusuna mesafeli yaklaştıklarından, her şeyi yasal yollardan götürmek istediklerinden terörle mücadelede yavaş kalıyorlar.

Bu zayıf yapı, üstüne üstlük terör için verimli bir toprak olan, topluma entegre olamamış göçmen gençliği olgusuyla birleşince ortaya teröre açık bir toplum çıkıyor.



Brüksel saldırılarında yukarıda özetlediğimiz unsurların hepsini bir arada görebiliriz.

17 Mart 2016 Perşembe

Türkiye`de Başkanlık Yolu: „Engebeli, Dolambaçlı, Sarp“

Mahir Çayan devrimin yolunu nitelemek için kullanmıştı bu ifadeleri.

Şimdi ayni ifadeler, Erdogan`ın başkanlık icin yürümek istedigi yol için de kullanılabilir.

AKP çevrelerince, başta Akit gazetesinden Abdurrahman Dilipak olmak üzere, Erdoğan`ı başkan yaptırmak için ucundan bucağından öyle bir plan dile getiriliyor ki, bu planın tutması için Türkiye`de birçok olmaz`ın olur hale gelmesi, yani sistemin daha başkanlık kurulmadan önce değişmesi gerekiyor.

AKP’yi iktidarı kaybetmişken yeniden iktidara getiren ana etkenin; halkın, bu karışık dönemde sistem değişiklliği bir yana, iktidar değişikliğini bile istememesi olduğu unutuluyor gibi.  

Yani halk, ortalık Suriye iç savaşı nedeniyle toz dumanken sistemin değistirilmesine cevaz verir mi? Bu soruya verdikleri cevap, evet. Ama çok tedirgin bir evet bu. Diğer bir ifadeyle, halktan aldıkları oyun, korkunun değil, gerçek bir sevgi ve bağlılığın ifadesi olduğunu ummak istiyorlar. Ama 1 Kasım seçimleri öncesinde oldugu gibi halkı tehdit ve korku ile yola getirme seçenegini de göz ardı etmiyorlar.

Yeni Akit Gazetesi`nde yayımlanan Abdurrahman Dilipak imzalı 12 Mart 2016 tarihli „5'li çete yargı yolunda “ başlıklı yazıya göre planın ana hatları şöyle:

1- Önce HDP`li 5 milletvekili için mecliste oylama yapılacak ve bunların dokunulmazlıkları kaldırılacak. Daha sonra diğer HDP`li milletvekillerine sıra gelecek. Toplamda 41 HDP`li milletvekili için 278 fezleke var. Fezlekelerin tümü kabul edilirse HDP`nin meclisteki sandalye sayısı 18`e düşecek. Bu da HDP grubunun dağılacağı anlamına geliyor.
2- Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri yurt dışına kaçacaklar veya tutuklanacaklar. Sonuçta üyelik vasfını kaybedecekler. Böylece yerlerinin doldurulması için ara seçimler gündeme gelecek.
3- Ara seçim anayasa refarandumuyla birlikte yapılacak. Meclisin uzlaştığı anayasa maddeleri mecliste, uzlaşamadığı başkanlık sistemi gibi maddeler ise refarandumda oylanacak. Ara seçimle refarandumu birleştirmenin amacı, Erdoğan`ın başkanlığı ile AKP`nin milletvekili seçimlerini özdeşleştirmek. 

Aslında planın tek başına bu maddesi bile başkanlık sistemi tartışmaları yüzünden AKP`nin saflarının nasıl diken üstünde olduğunun bir göstergesi. Erdoğan AKP`nin arkasına sığınarak başkanlığı kotarmak istiyor. Çünkü milletin ana tercihinin tek başına bir partinin iktidar olması, yani siyasi istikrar olduğunu biliyor. Erdoğan`ın başkan olup olmaması veya genel olarak başkanlık sistemi kimsenin umurunda değil. Ama buna rağmen plan, seçmenin istikrar tercihi yüzünden Erdoğan`ın başkanlığına da “evet” diyeceğini varsayıyor.

4- HDP grubunun milletvekili sayısı aşağılara çekildikten sonra sıra HDP`li belediyelere gelecek. Onların yolsuzluk yaptıkları öne sürülecek. Bu arada Batı`dan gelen tepkiler de dikkate alınacak.

Görüldüğü üzere bu planın tutması için CHP`nin elinin armut toplaması, Batı`nın hayırhah bir tarafsızlıkla olan biteni seyretmesi, milletvekili ara seçimiyle Erdoğan`ın başkanlık sisteminin birbirine bitiştirilerek seçime gidilmesine AKP saflarından hiçbir itirazın gelmemesi, eski AKP`li muhalif kanadın ağzını açmaması falan gerekiyor.

Plan aynı zamanda HDP`nin özellikle büyük şehirlerdeki desteğini kaybettiği şeklinde gizli bir varsayımı da içermekte. Özellikle başkanlık sistemini de araya katarlarsa, HDP eski gücüne tekrar kavuşabileceği düşünülmüyor. HDP`nin özyönetimi desteklediğini açıklaması, acaba gerçekten HDP tabanında bir erimeye yol açmış mıdır? Bu konuda tek bir anket yayımlanmış mıdır? Acaba AKP‘nin anket şirketleri, neden HDP’nin şu anki oy oranıyla ilgili bir tahminde bulunmazlar? Eğer başkanlık sistemini de işin içine katarsanız, acaba seçmen AKP`nin tek başına iktidar olmasını yine de garantileyecek, ama başkanlık sistemi referandumunun kaybedilmesine yol açacak şekilde oyunu kullanmayacak mıdır? Kısacası bu soruların hepsi açıkta ve planın bu sorulara AKP ve Erdoğan açısından verilen iyimser cevaplarla oluşturulduğu ortada.

Oysa gerçek çok farklı.

Evet, Türkiye seçmeni su anda AKP`nin tek başına iktidarını istikrar için şart olarak görüyor. Ama Erdoğan`ın başkanlık sistemini ve bizzat Erdoğan‘ı bir istikrar şartı olarak gördügüne dair elde kesin bir kanıt yok. AKP 7 Haziran`ı kaybetti. Çünkü Erdoğan`ın başkanlığı AKP`nin seçim propagandasının en önemli konularından birini oluşturuyordu. Ama sonraki 1 Kasım seçimlerine hazırlanırken başkanlık konusunu hiç ağızlarına almadılar ve AKP tek başına iktidara geldi. Sadece bu bile milletin AKP`yi tek başına iktidar için tercih ettiğini, ama Erdoğan`ı başkan olarak görmek istemediğini göstermeye yeter.

Korkunun araçsallaştırılması 

İşte korku unsuru bu noktada devreye giriyor. Yani milleti başkanlık sistemine razı etme çabaları yetersiz kaldığı zaman. Çünkü planı bu haliyle, yani korku unsuru kullanılmadan uygulanmaya koymak hemen hemen imkânsız.

Özellikle 2012 Geyi olaylarından sonra ortaya çıkan bir gercek var: AKP iktidarı, korkutan, tehdit eden; ama korkunun yaratılması icin bizzat eyleme geçmeyen, bunun için daha ziyade başkalarını kullanan bir siyasi yapılanmadır. Bu bakımdan AKP`nin 1980 öncesi MHP`den temel bir farkı vardır. O dönemde MHP`nin ülke sathına yayılan bir milis teşkilatı vardı. AKP`de ara ara ortaya çıkan sopalı adamlar dışında böylesi geniş bir milis örgütlenmesi görmüyoruz. Onun yerine korku daha çok bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor.

Cumhurbaşkanlığı sarayının heybetli görünümü ve ulaşılmazlığı, Erdoğan`ın sürekli tehditkar ve sert bir yüz ifadesi takınması, hiç cekinmeden „sanırım ortalık çalkalanacak,“ veya "öyle bırakmam onu" gibi laflar etmesi, pervasızca Anayasa mahkemesine çatması, dünyanın süper güçlerine Obama`ya, Putin`e meydan okuması bunların hepsi bir kâbus ortamının ülkenin ufkunu karartması için yeterli oluyor. Korkunun bir propaganda malzemesi olarak kullanılmasının yetmedigi zamanlarda ara ara patlayan bombalar, başkalarının yarattığı terör, bu terörün azar azar topluma şırınga edilmesi, tehdidin şaka olmadıgını topluma benimsetmeye yetiyor. Bu algı yönetiminin tek bir amacı var, kâbusu sürekli kılmak, millete bir an olsun rahat nefes aldırmamak.

Demirel`in Evren için söylediği çok ilginç bir söz vardır. Demirel Eko Enerji Dergisi Genel Yönetmeni Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır’a 2010 yılında verdiği röportajda 12 Eylül 1980 darbesine ilişkin şu değerlendirmelerde bulunmuştu: “Kanlar akıyordu, çünkü Sayın Evren'in Çankaya'ya çıkması gerekiyordu. Bu ithamla karşı karşıyadır. Yani, Evren Çankaya'ya çıksın diye 11 Eylül günü o kanlar akıyordu maalesef, 13 Eylül'de de onun için durmuştu" demişti.

Şimdi de sahneye buna benzer bir oyun konmuş gibi. Fark sadece, o zamanki MHP ve sol örgütlerin yerinin şimdi IŞID, PKK gibi örgütlerin almış olmasında yatıyor. Yani terörün kaynağı bu sefer gerçekten dışarıda. Ama üretilen korkunun Evren ve onun arkasındakilerin yaptğı gibi, belirli bir politik amacın gerçekleştirilmesi için kullanılması açısından iki dönem arasında herhangi bir fark yok. Geçenlerde Alman Welt gazetesi'nde yayımlanan „Suriye savaşının tek bir kazananı varsa, o da Erdoğan`dır“ başlıklı yazı tam da bu konuyla ilgiliydi: „Erdoğan ist der größte Profiteur des Bürgerkriegs” yazan: Von Torsten Krauel, Chefkommentator, 08.03.2016.

Ama gel gör ki, Erdoğan`ın bu kabus ortamından bir başkanlık kotarmasının Batı tarafından hoş görüleceğine dair herhangi hiçbir emare yok. Aksine Erdoğan istenmeyen adam görünümünde. Nitekim Obama`nın Erdoğan`ı bir başarısızlık olarak gördügüne dair beyanlarını okuduk geçenlerde. (Bakınız: Jeffrey Goldberg - The Obama Doctrine, www.theatlantic.com)

Korkunun AKP'nin tek başına iktidar olması için kullanılmasına Batı bir dereceye kadar tahammül edebilir. Erdoğan`ın başkanlık sistemini bu terör ve korku ortamından yararlanarak inşa etmesine gelince Batı'nın tavrı büyük bir ihtimalle olumsuz olacaktır. 

Hattâ daha da ileri gidilerek şu söylenebilir. Eğer mülteci krizinin büyümemesi için Suriye savaşının, ülkenin felç durumunda daha uzun süre kalması koşuluyla bitirilmesi gündeme gelirse, Türkiye`de de derhal koalisyon ortamına girilecektir. Çünkü siyaseten bitmiş bir parti olan AKP`yi bugün sadece korku ayakta tutmaktadır. Korku bitince AKP`nin altındaki halı da çekilecektir. Buna dair emaraler var aslında. Nitekim mülteci krizinin Erdoğan`ı büyüttüğünü gören Batı, Suriye savaşını bir an evvel bitirmek için düğmeye basabilir. Rusya‘nın, Suriye`den çekileceğine dair haberler bunun için yayılmaktadır. Merkel`in siyasi dehası da, mülteci krizi dolayısıyla Erdoğan faktörünü kullanarak Amerika`yı ve ona bağlı olarak Rusya`yı Suriye savaşını bir an evvel bitirmeye zorlamak şeklinde kendini göstermiştir.

O yüzden Suriye iç savaşı çözüme doğru evrildikçe, Erdoğan`ın başkanlık yolu daha engebeli, daha dolambaçlı ve daha sarp hale gelecek ve AKP iktidarının en büyük nedeni korku ortadan kalkınca, Türkiye`de yeni siyasi oluşumların yolu da açılmış olacaktır. Yani Türkiye`de artan koalisyon ihtiyacından ve Bülent Arınç`ın başını çekecek olduğu yeni bir merkez partisi oluşumundan, Bülent Arınç CHP ortaklığından bahsetmek mümkün olacaktır. 
  

26 Ocak 2016 Salı

Suriye Bağlamında Türkiye, İran ve Suudi Arabistan

Diyarbakır Sur, Silvan ve Cizre`de yaşananlarla, Suriye iç savaşının ulaştığı son aşama arasında organik bir ilişki var. Buradaki „hendek“ siyasetini sadece barış görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlandırılması, Türkiye`deki başkanlık sistemi tartışması ile ilişkilendirmek boşa kürek çekmek olur. Sur, Cizre ve Silvan`da yaşananlar, doğrudan Suriye`deki Beşar Esad rejiminin gitmesi ve IŞID`in sahneden çekilmesi ile bağlantılıdır.

IŞID şu anda canı çekilmiş bir örgüt, zorla yaşatılıyormuş gibi bir hali var. Şimdiden tıbbî deyimle „moribund“, yani yarı ölü durumunda. Esad rejiminin de süresinin nasıl uzatıldığı ortada. Suriye sahnesindeki bu iki oyuncunun ölmesinin engellenmesi, yerine gelecek taze güçlerin ve arkasındaki büyük oyuncuların kendi aralarında tam anlaşamamış olmalarıyla direkt ilişkili.

Nedir bu taze güçler:

1-  Tabii en başta Kürtler ve PYD/YPG geliyor. Kürtler, bir Türkiye örgütlenmesi olan KCK yapılanması yoluyla Türkiye`nin şimdiden bir parçası olmuş durumdalar. Bunların asla Türkiye ile savaşmak gibi bir niyetleri yok. Ama sahnede olanlara bakılırsa bunun tam tersi algılatılmak isteniyor. Öte yandan PYD ile aynı çatı altında yani KCK yapılanması içinde bulunan PKK Türkiye ile direkt savaş halinde. Dolayısıyla PYD ile Türkiye arasında bir yakınlaşma ihtimali sıfır. PKK böylece Kürtleri Türkiye`den uzaklaştırma işlevini başarıyla yerine getiriyor. Suriye`de çözüme yönelik her çaba Türkiye`nin elini güçlendiriyor. Bu nedenle Türkiye`nin etkisinin artmasını istemeyen güçler başta Israil, ABD ve Rusya var güçleriyle PKK/Türkiye savaşını kızıştırmaya çalışıyorlar.

Bu gidişle Suriye`de olası bir çözüm ancak Türkiye`nin kazançlı çıkması ihtimali sıfırlandığı anda, büyük güçler tarafından gündeme getirilecek gibi duruyor.

2-  Esad´ın yerini alacak olan Şiî/Alevî örgütleri de, oluşacak yeni devlet de önemli yerleri kapmak için dikkat kesilmiş durumdalar. Bunların arkasında tabii ki Rusya ve Iran var. Ama bu yapılanmaların şu an Esad olmadan nasıl ayakta kalacakları, diğer güçler tarafından ezilmeden nasıl var olmaya devam edecekleri büyük bir soru işareti olarak ortada duruyor. Çünkü şii örgütlenmesi büyük ölçüde Baas modeline göre yapılandırılmış durumda. Baas modeli ise çağımızda eni konu demode kaçıyor ve gelecek için umut vermiyor. Aslında aynı modeli PKK ve Kuzey Irak Kürt yönetimi de benimsemiş durumda. Özellikle Esad`ın bir anda çökmesi, bunları Esad muhaliflerinin saldırılarına açık bir duruma sokar ve bu da yeni bir güç dalgasının daha dış ülkelere vurmasına neden olur. Bunu en başta Türkiye ve Avrupa istemiyor. Bu yüzden Türkiye Viyana`daki barış görüşmelerine taraf oldu ve Esad`lı geçiş planını kabul etti.

3-   IŞID`in yerini alacak sünnî örgütleri de endişeli bir bekleyiş içindeler. Bunlar birbirleriyle türdeş değiller. Parçalı bir bütün görünümündeler ve güven vermekten çok uzaklar. Disiplinsiz oldukları ve bir çoğunun EL Kaide sempatizanı oldukları bir sır değil. Bu nedenle, aynı Esad gibi IŞID`in aniden çökmesinin bunların arasındaki kızışmayı artıracağından herkes endişe ediyor. Arkalarinda doğru dürüst büyük bir güç yok. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar bu gruplardan bazılarına ilgi duyuyor o kadar. Büyük devletler ise bu gruplardan ümidi kesmiş durumda. Onların yerine geçebilecek nitelikte yapıcı ve ülkenin yeniden kurulmasına önayak olacak bir Sünni muhalefet ise şimdilik hayal. Türkiye`nin bunlardan bir çeşit „Müslüman Kardeşler“ yaratma projesi çökmüş durumda. Bu AKP iktidarının Suriye`deki en büyük fiyaskosu olarak tarihe geçti bile. Türkiye geniş bir U çizerek Esat`lı geçiş planını bu fiyasko yüzünden Viyana`da kabul etmek zorunda kaldı. Fiyaskonun en önemli nedeni olarak da Müslüman Kardeşler Mısır`da oyunu kaybetmiş olması gösterilebilir. AKP`nin en büyük acemiliği, Mısır`da Müslüman Kardeşler iktidardan devrilmiş olmasına rağmen, Suriye´deki oyuna hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi olmuştur. Mısır`daki Müslüman Kardeşler iktidarının devrilmesi ise tamamen bir ABD-Israil ortak projesidir. Türkiye, Mısır ve Suriye rejimlerinin Müslüman Kardeşler çatısı altında yalnızca laiklik açısından değişik varyasyonlar göstererek kardeşleşmesi bu şekilde önlenmiştir. Çünkü Israil ne Suriye`de, ne Mısır`da ne de başka bir yerde demokratik bir sünnî iktidar istemiyor. Çünkü bu modelin Arap Baharı`na demokratik bir formasyon kazandıracağından korkuyor. Çünkü kendi etrafındaki böylesi bır güçlenmenın güvenliğini tehlikeye atacağını biliyor. Batı, özellikle Merkel, Israil`in varlığını tanıyacak bir demokratik Sünni iktidar istediğini saklamıyor. Avrupa kapılarındaki böylesi bir toparlanma, ABD ve Israil çıkarlarına ne kadar zıtsa, Avrupa`nın o kadar lehine. Ama çaresiz Avrupa`nin eli kolu bu konuda ABD ve Israil tarafından bağlanmış durumda.

4-  En son grup olarak da Türkiye`nin açıktan destek verdiği Türkmenler sayılabilir. Türkiye Suriye muhaliflerinden umudu kesince Türkmenlere yöneldi. Bunlar 19, yüzyılda direkt Anadolu`dan Suriye`ye merkezi hükümet tarafından gönderilmiş Oğuz Türkleridir. Türkiye ile ilişkileri çok güçlüdür ve Türkiye`ye sık sık gelip giderler, orada akrabaları vardır. Ileride bunların bir Türkmen partisi olarak örgütlenerek Suriye`nin siyasetine yön vermesi düşünülebilir. Ama şimdilik güçsüz durumdalar.

Şimdi bu güçlerin karşılıklı konumlarına bakalım. Içlerinde en organize ve disiplinli olanı ve Batı`nın en fazla sempatisine mazhar olanı şüphesiz Kürtlerdir. Ancak Kürtler güçlendikçe Suriye`nin parçalanması ve Skyes Picot anlaşmasının çökmesi süreci de hızlanmaktadır. Sorun buradadır. Suriye`nin parçalanması olasılığı, Suudi Arabistan`la Iran`ı birbirine yakınlaştırmaktadır. Bu nokra, onların arada bir çekişseler de hiçbir zaman savaşmayacaklarının garantisidir. Çünkü Suriye ve Irak Kürtlerinin birleşmesi olasılığı, Iran`ı kendi Kürt azınlığından dolayı tedirgin etmektedir. Bu konuda Rusya ile Iran arasında sessiz sedasiz bır çatlak oluştuğunu ve Iran`ın bu nedenle geçenlerde askerlerini Suriye`den çektiğini söyleyebiliriz.

Ama görüntü verirken sanki aralarında hiçbir sorun yokmuş gibi davranıyorlar. Çünkü şimdilik çıkar ilişkileri, aralarındaki çelişkileri örtebiliyor. Ama yarın böyle olmayacak, Iran ile Rusya eninde sonunda Kürtler yüzünden kapışacaktır.

Kürtlerin Suriye`den ayrışması hiçbir zaman Iran`in işine yaramaz. Neden?

Kürtlerin ayrışması Türkiye`nin Ortadoğu`da güçlenmesi ve giderek Ortadoğu coğrafyasına doğru genişlemesi demektir de ondan. Türkiye`nin böylesi güçlenmesini ve genişlemesini Iran istemiyor. Ama çelişik ve ironik biçimde Türkiye de istemiyor. Çünkü bu ister istemez Ortadoğu`ya doğru böylesi bir genişleme Türkiye`ye faydadan çok zarar getirecek niteliktedir.  Türkiye daha ziyade Ortadoğu`ya eskisi gibi bisküi, makarna, inşaat malzemesi ve otomobil satmak istiyor.

Kürtlerin bağımsızlığı mı? Hayır. Böyle bir hedef Kürtlerin gündeminde yok. Arada bir bayrak sallasalar da, Avrupa perspektifi verilmiş bir Türkiye`den başka hiçbir seçenekleri yok gibi. Işte bu noktada Avrupa`ya Türkiye`nin alınmasının neden soru isareti olarak kaldığı konusu açıklanabilir. Çünkü Türkiye`nin Avrupa Birliği`ne alınması, kaçınılmaz biçimde Kürtleri Türkiye`ye doğru daha büyük bir güçle itecektir. Türkiye işte bu yüzden Avrupa`ya alınması konusunda fazla ısrarcı olmuyor.

Ama işte jeoplotik durum, bölgedeki orta derecedeki Türkiye, Iran ve Suudi Arabistan`i her ne kadar kabul etmek istemeseler dahi bu gerçekle yüzyüze bırakmış durumda. Çünkü Arap Baharı ile cin şişeden çıktı ve Kürtler daha ileri bir toplumsal örgütlenmeye sahip bir ulus olarak kaçınılmaz biçimde Irak`ın ve Suriye`nin geri kalan kesimlerinden ayrışmaya başladılar. Işte bu gelişme Türkiye dahil bütün bölge ülkelerini endişelendiriyor, çünkü böyle bir ayrışma kaçınılmaz biçimde bölge ülkelerini savaş olasılığı ile karşı karşıya bırakıyor. O zaman Suriye savaşının bitmesi değil, belki topyekûn Ortadoğu`ya yayılması ve daha uzun dönemli bir stabilizasyon süreci gerekiyor. Esat ve IŞID gitse dahi onun yerini alacak yeni taze Şiî ve Sünni güçlerle yeni bir Suriye kurulması da olası değil.

Ister istemez, bölgedeki orta derecedeki güçler, yani Türkiye, Iran ve Suudi Arabistan zorunlu bir ittifaka doğru itiliyor. Zayıf, karışık ve halsizleşmiş iki toplum, Suriye ve Irak… Iç savaş zar zor önlenebilmiş. IŞID felaketi giderilmis. Toplama kamplarında aç susuz kalmış insanlar kurtarılmış Ama ülkede güçlü bir iktidar yok. Istenen bu aslında ve bu durum Israil ve ABD`nin çıkarlarına tam olarak uygun.


Dolayısıyla çok zayıflamiş bir Suriye ve Irak ve göreceli her an bozulmaya eğilimli bir ateşkes şimdilik en uygun çözüm gibi görünüyor. 

12 Kasım 2015 Perşembe

1 Kasim 2015 secimleri ve "yeni" AKP

1 Kasım 2015 seçimleri, kaos ve terör karşısında duyulan korkunun insanlar arasındaki farklılık ve çelişkileri azalttığı, bütünleşme ve birbirine yaklaşma eğilimini artırdığı bir ortamda yapıldı. Insanlar iki farklı tehditle karşı karşıya kaldılar. Bunlardan biri PKK kaynaklı, bir diğeri ise bizzat AKP kaynaklı tehditti. Halk, AKP`nin iktidarı bırakmamak için her şeyi göze aldığı ve bu uğurda ülkeyi rahatlıkla ateşe atabileceğini gördü ve bu derece pahalı bir iktidar değişimine gerek olmadığı sonucuna varıp bu değişimi bir süre erteledi. Bu süre muhtemelen Suriye Iç Savaşı sona erdiği tarihte bitecektir. Bu sonuçtan hareketle AKP`nin terör ve korkudan beslenen bir iktidar görüntüsü verdiğini söyleyebiliriz.

Seçim sonuçları halkın AKP‘den ve onun politikalarından memnun olduğu anlamına gelmiyor. Böyle olsaydı AKP 7 Hayiran’da yenilgiye uğramazdı. Aksine AKP‘nin kendisine karşı hoşnutsuzluk ve tepkinin giderek büyüdüğü bir ortamda, eski reformist içeriğinden tamamen soyutlanmış militarist bir aygıt olarak iktidara geldiği anlamina geliyor. Çünkü halk 4 ay gibi kısa bir zamanda ancak tehditle fikir değiştirebilir. Ölüm korkusundan başka hiçbir neden büyük kitlelerin 4 ay gibi kısa bir zamanda fikir değiştirmesine neden olamaz.

Bu gerçeği en iyi, AKP’nin yeniden iktidara geldiği anlaşıldığı gün oralığı saran derin sessizlikten anlayabiliriz. Bir parti iktidara geldiğinde, normalde taraftarların sevinç gösterileri ortamı hareketlendirir ve genel olarak toplumu taze bir başlangıcın umudu sarmalar. Oysa 2 Kasım sabahı sevinç gösterileri yerine toplumu isteneni verip baskıdan kurtulmuş olmanın derin bir sessizliği sarmıştı. Bu sessizlik, yeniden iktidara gelen AKP'nin toplumda yarattığı derin bıkkınlığın eseridir. Çünkü iktidarın ne vereceği bellidir. Içeriksizleştiği, kuruluşundaki vizyonundan geriye bir şey kalmadığı apaçıktır. Toplum bunu ezbere bilmektedir. Halkın ekranda göründüğü an dayanamayıp televizyonları kapattığı kavgacı ve çatışmacı bir liderin toplumu kabule mecbur ettiği bir dayatmaya karşı tepkinin ürünüdür bu sessizlik.

Ve aynı zamanda kararsız bir dengenin kurulmuş olduğunun, dengenin bir kere bozulmasıyla olayların peşpeşe birbirini takip edeceginin bir göstergesidir.

Yani AKP`nin bu zaferi hiçbir şekilde sosyolojik bir temele sahip değildir. ‚Muhafazakâr modernler‘ teorisinin mucidi Etyen Mahçupyan’ın AKP’yi bu açıdan süsleme çabası boşuna. Eğer böyle olsaydı 7 Haziran’da AKP iktidardan düşmezdi. Sandığa gitmeyen AKP‘lilerle 7 Haziran’ı açıklamaya çalışmak halkın zekâsı ile alay etmektir. Sosyolojik temeli olan sonuç 7 Haziran sonucudur. 1 Kasım sonuçları ise kaos ve terör ortamının eseridir. Bu nedenle de uzun ömürlü olmayacak, iktidarın miadı Suriye iç savaşı sona erdiği an dolacaktır.  

Korkunç tablolarla gelişen ve mülteci krizi şeklinde dehşeti sınırlarının ötesine taşınan Suriye içsavaşı Türkiye halkında derin bir travmaya yol açmış ve halkta her çeşit toplumsal kargaşaya karşı derin bir ürkeklik yaratmıştır. Dolayısıyla halk sadece bu dehşetin Türkiye`nin sınırlarından içeri girmemesi için, sinirini bozan ve aslında derinden derine nefret ettiği bir iktidara evet demek zorunda bırakılmıştır.

AKP`nin 2015 zaferi birçok bakımdan Kenan Evren`nin 1992`deki Anayasa referandumunda kazandığı %92`lik zafere benziyor. O zamanda Kenan Evren gibi „sığ kavrayışlı, dar kafalı, bağnaz, zalim, vicdansız, kültürsüz ve anti-entelektüel bir paşa“ya (Kenan Evren için sarfedilmiş bu kelimeler Kadri Gürsel`e aittir ama bence bugünkü AKP`yi de çok iyi özetlemektedir)  „evet“ demek zorunda kaldı. Ama ondan sadece 2 yıl sonra, 1984`te Kenan Evren`in siyasetteki uzantısı olan partiyi Milliyetçi Demokrasi Partisi`ni sandıkta feci şekilde cezalandırdı. Aynı tür cezalandırmaya 1964 seçimlerinde, darbeye karşı aktif tavır almayan ve hattâ destek olan CHP de maruz bırakılmıştır.  

AKP aynı militarist bir darbeci gibi davranarak, iktidardan sandıkta uzaklaştırılması halinde her çeşit çılgınlığı yapabileceği mesajını topluma bütün açıklığı ile verdi. Halk bu mesajı çok iyi aldı. Ve AKP`den korktuğu için değil, sadece hesaplaşmayı ertelediği için AKP`yi yeniden iktidara getirdi. Bu söylediklerim özellikle Kürt seçmenler için geçerlidir. Çünkü AKP`nin Kürt seçmenlere yönelik tehdidi, Davutoğlu`nun ağzından açıkça „beyaz toroslar“ simgesi çerçevesinde çok açık biçimde dile getirilmiştir.

Davuoglu`nun bu tehdidi içerik ve tarz açısından yeraltı dünyasının tehditlerini andırmaktadır. Yeraltı dünyasında insanlar „seni mahvederim“ şeklinde değil de, „sana yazık olur, sana bir kötülük gelmesini istemem“ şeklinde tehdit edilir. Sanki kurbanı kolluyormuş gibi bir tavır takınılır. Çünkü yeraltı dünyasında her çeşit cürüm ve suç; sabır, şefkat ve kol kanat germe görüntüsü altında gizlenir. Bu tür tehdidi Murat Belge bir yazısında şöyle anlatır:

„Bizim ilk arada, Daşnak lafı devam etti. Hırant Dink de, ben de, Daşnak'a hiçbir sempati duymadığımızı söyledik. Bunun üstüne, adını hatırlamadığım, ama ASAM üyesi olduğunu söyleyen emekli diplomat, 'Zaten ben korkuyorum. Bunlar çok kötü adamlar. Bir gün sizi vuruverirler' yollu bir şeyler söylemeye başladı.

„Buydu beni o programda ifrit görmüş hale getiren. Nitekim görmüştüm ifriti. Yıllardır bu cephenin adamlarından devamlı böyle imalı, kinayeli, ölüm tehditleri duymaktan bıktık“.

"Evet" dedim, "öldürülme keyfiyeti bu memlekette hep vardır. Bu seferinde 'Daşnak yaptı' mı diyeceksiniz?" (Bakiniz: Tartışma ve tehdit, Murat Belge, 31/05/2005, Taraf Gazetesi.)

Dolayısıyla Davutoğlu`nun Kürtlere karşı savurduğu bu „faili meçhul“ tehdidinin üslup ve içerik yönünden Murat Belge`ye ASAM üyesi emekli diplomatın üstü kapalı tehdidinden bir farkı yoktur. Işin ilginç yani, Murat Belge`nin anlattığı o tartışmada Hırant Dink de vardı ve tehdidin nasıl bir gerçeğe dayandığı, Hırant Dink`i öldüren gencin emniyet mensupları tarafından sarmaş dolaş tebrik edilmesiyle anlaşıldı.

Davutoğlu`nun sözlerinde bir gerçek daha gizli. „Beyaz Toroslar“ gelir derken, devlet içinde yuvalanmış cinayet şebekelerinin aynen mevcudiyetlerini koruduğu ve onlara dokunulmadığı üstü kapalı bir biçimde itiraf edilmiştir aslında. Onları tutan biziz, demeye getiriyor. Biz olmasak onların size saldırmaması için bir neden kalmaz. Nitekim aynı Davutoğlu „IŞID`in canlı bombaların listesi elimizde, ancak eyleme geçmedikleri müddetçe tutuklayamıyoruz“ dememiş miydi?

Yani burada terör ve cinayet şebekeleriyle iktidar arasında çok ince bir çizgi var. Yani canavar kafesinde hazır ve nazır bekliyor. Sadece kapısını kilitlemeyi arada bir „unutmamak“ gerekiyor.  

Halk neden yuttu bu tehdidi? Şundan: Çünkü insanlık ancak çözebileceği sorunları gündemine alır. Çözemeyeceği bir sorunla karşılaşınca o soruna katlanmayı tercih eder. Şartların olgunlaşmasını bekler. Halk, AKP`nin iktidardan düşmemek için her çeşit çılgınlığı yapabileceğini görmüştür. Jöleli danışmandan başlayarak AKP`nin bütün ağızları bu mesajları seçim kampanyası sırasında değişik vesilelerle ve her biçimde tekrarladılar. Halkın karşısında bu çılgınlığı yapabilecek yapabilecek militarize bir güç de vardır: gösterilerde ellerinde sopalarla ve palalarla ortalığa fırlayan sokak faşistlerinden tutun da, kitle halinde gazete binalarına saldıran kalabalıklara kadar… Ama o militarize çılgınlığı etkisiz hale getirecek herhangi bir mekanizma, ne muhalefette ne de başka bir yerde, yoktur.

Ama yine de bunlar AKP`nin 1 Kasım 2015 zaferini tamamen açıklamıyor. Çünkü bazı kitleler tehdit edildiklerı için değil başka nedenlerden ötürü AKP’ye yöneldiler.

Tehdide boyun eğen daha çok muhafazakâr Kürt seçmenlerdir ve bunların bir kısmı zaten AKP`den hiç kopmamıştır. Bunların işi gücü, dükkânı, düzenle kurdukları ilişkiler vardır. Bu kesim AKP`den 7 Haziran 2015´te kopup sonra 1 Kasım`da ölümü görüp sıtmaya razı olarak AKP`ye geri dönmüşlerdir. Toplam seçmen sayısına oranları %3`´tür. AKP`deki oy oranındaki artış %8 olduğuna göre geri kalan %5, MHP`den, diğer sağcı muhafazakâr küçük partilerden ve daha önce sandığa gitmeyen AKP`lilerden gelmektedir. Özellikle MHP`den kopup gelenler, AKP`nin giderek Kürt sorununa bakışta MHP`ye benzediğini görüp, MHP`den daha etkin saydıkları AKP yönelmiş olan seçmenlerdir. Bunları tehdide muhatap oldukları pek söylenemez.

Dolayısıyla AKP`nin Güneydoğu`da daha feodal aşiret-toprak ağası-iş adamı tabanına oturduğu, bu kesimin Kürt kimliğinden daha ziyade düzenle kurduklari cıkar ve menfaat ilişkilerini önemsedikleri, bu özellikleriyle özellikle toprak ağası-iş adamı toplumsal tabanına dayanan MHP ile aralarında çıkar ilişkisi olduğu, HDP`nin ise daha çok Güneydoğu`daki işçi-köylü sınıfsal tabanına oturduğunu bu nedenle Şırnak ve Hakkari`de oy kaybetmezken, Bingöl, Muş, Van ve Urfa`da oy kaybına uğradığını söyleyebiliriz.

Güneydoğu`daki Kürt toprak ağaları ve iş adamlarının HDP`den kopmasında 7 Haziran 2015`ten sonra PKK`nın askeri açıdan ezilmesinin payı da çok büyüktür. AKP, Suriye içsavaşının öyle bir dönemecinde seçim kampanyası yürütmüştür ki, ABD ve Batı, IŞID tehlikesine karşı AKP`nin yardımını istediklerinden, AKP`nin PKK`yı ezmesine ses çıkaramamıştır. PKK ezilince onun baskısından kurtulan Kürt üst sınıfı AKP`ye dönebilmiştir.
Dolayısıyla Çözüm Süreci iki yönden AKP`ye oy kaybettiriyor. 1- Kürtlere taviz verildikçe bundan özellikle MHP`ye yakın olan seçmen tabanı ürküyor ve AKP`den ayrılıyor. 2- Çözüm sürecinden yararlanarak Güneydoğu`da önce kırsalda, sonra yavaş yavaş şehirlerde egemen olmaya başlayan PKK, %3`lük bir kesimi AKP`den koparıyor.

Bu nedenle AKP mümkünse bir daha çözüm sürecini ağzına almayacaktır. Dahası var: Ortamı sürekli gergin tutup PKK`ya karşı zafer üstüne zafer kazanmak zorundadır, ki bir yandan milliyetçi kesimin coşkulu hayranlığı kazansın, ama öte yandan Güneydoğu`yu PKK`dan temizleyerek güç ve çıkar ilişkisi yoluyla Kürt üst sınıfını kendine bağlayabilsin.

Yani militarist bir gerginlikten beslenen bir iktidar olacaktır AKP. Belki de PKK`nın tamamen ezilmesi bu nedenle fazla istenmeyecektir. Türk liberalleriyle ve Kürt dünyasıyla diyalog sürecini başlatan o eski reformist AKP çoktan tarihe karışmıştır.  Yani AKP`nin bu noktadan sonra „fabrika ayarları“na, yani o eski reformist çizgisine geri dönmesi çok zordur.



17 Ekim 2015 Cumartesi

Gelecekteki Ortadoğu Nasıl Şekillenecek 3- PKK ve IŞID`in karşılıklı görevleri

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi Batı`nın, Kürtler`in Türkiye`den ayrılmasının önüne geçmek için Türkiye`ye sunduğu perspektif; Kürtlere ayrılmayı gereksiz kılacak ölçüde ekonomik ve kültürel özgürlükler sunmak ve hatta gerekirse Suriye ve Irak`taki Kürtleri de bu plana dahil ederek Türkiye`nin olası sınırlarını güneyde Kürt bölgelerini de içine alacak şekilde genişletmek şeklinde idi.

Bu perspektifin içinde Avrupa Birliği üyeliği de bulunmaktaydı. Yani Türkiye`ye, bu planı kabul etmesi karşılığında, Avrupa Birliği üyeliği gibi bir hediye de verilmekte idi. Avrupa federal bir yapıda ısrar etmiyor gibi görünüyordu. Yani özerk Kürt bölgesi, ileride ayrılmayla sonuçlanacak bir Kürdistan fikri bu perspektifin içinde yoktu.

PKK veya daha geniş anlamda KCK perspektifi ise Batı`nn bakış açısını kendi uzun vadeli planlarının bir taktik aşaması olarak kabul etmek şeklinde gelişiyordu. Yani aslında amaç büyük Kürdistan`ın yaratılmasıdır. Bu amaç gerçeklesinceye kadar Türkiye çatısı altında Türkiye, Irak ve Suriye Kürtlerinin özerk yönetim adı altında veya eyaletler sistemi içinde birleştirilmesi, sonra olası bir siyasi kriz yaratılarak Kürt eyaletlerinin bağımsız bir devlet şeklinde Türkiye`den ayrılmasını sağlamak şeklinde ortaya çıkan bir perspektifti bu. Bu açıdan bağımsızlık kararından vazgeçildiğine dair PKK'nın Şubat 2000 tarihli 7. Parti Kongresi kararı bir taktik geri çekilmedir. Asıl amacın gizlenmesi ve şimdilik eyalet sistemi ile yetinilmesi, asıl büyük amacın daha sonraya bırakılmasını ifade eder. Nitekim bunu Öcalan bizzat kendisi söylemiştir:

"Hiçbir şeyden vazgeçmedim. (Bağımsız Kürdistan idealinden bahsediyor-Benim notum) Ben sadece, 'demokratik Türkiye olmadan bunların hiçbiri olmaz, zamanı da değil, arabayı atın önüne koymayın' diyorum. Önce demokratik Türkiye olmalı." (3 Nisan 2013 tarihli görüşme tutanağından)‘ Bakınız Aydınlık Gazetesi, Ceyhun Bozkurt imzalı tutanaklar
Batı başından beri eyalet sistemine de bağımsız Kürdistan fikrine de soğuk baktı. Çünkü bunun Türkiye`nin parçalanmasını gündeme getireceğini, planın Türkiye tarafından kabulünü zorlaştıracağını biliyordu. Üstelik ayrı bir Kürdistan kurulsa bile böyle bir devlete Avrupa Birliği avantajı sağlanamayacağı ve devlet aynı Israil gibi Arap-Iran kuşatmasına maruz kalacağı için pratikte faydadan çok zarar getirecekti. Devlet kurulduğu anda PKK-KCK devleti olacak, Kürtler arasında muhtemel hesaplaşmalar gündeme gelebilecekti. Bu nedenle devletin kısa zamanda bir terörist yatağı haline gelmesi de mümkündü. Çünkü her ne kadar Türkiye Kürtlerinin parlamenter geleneği varsa da, Irak ve Suriye Kürtleri bu açıdan çok geri durumdaydılar. Kuracakları devlet kısa zamanda totalitarizmin kucağına düşecek, Esat benzeri bir rejimle yönetilmeye başlayacaktı.

Batı ile PKK perspektifleri arasındaki en önemli fark budur: yani Kürtlerin ayrılması meselesi. Batı böylesi bir ayrılmaya kesinlikle karşıdır.

O halde Batı ile PKK arasında uzlaşmaz bir çelişki var demektir. Zaman zaman PKK`nın Türkiye tarafından ezilmesine ses çıkarılmaması bu çelişkiden kaynaklanıyor. Oysa hiçbir zaman Türkiye`nin PKK`yı tam anlamıyla ezmesine müsaade edilmiyor. Neden?

Nedenlerden en önemlisi Türkiye`deki demokratik parlamenter rejimin muhafazakâr sünni Türklerin hakimiyeti altında olması… Eğer PKK olmazsa, Kürtler de sünni olduklarından Fethullahçı ve benzeri akımların kısa zamanda Türkiye Kürtleri içinde yeniden kök salarak Kürtleri yeniden Türklerin dümen suyuna sokması ve Türkiye`nin alışageldiği, ta Atatürk`ten kalma eski düzenini yeniden kurması mümkün. Nitekim bu eski düzene özlem bazı Atatürkçü kesimlerde hâlâ gündemdedir.

Eski Türkiye Orta Doğu`dan kopuk, yapay ve gerçekle ilgisi olmayan kendine özgü bir yarı demokrasi içinde yaşayan bir ülkeydi. Şam ve Bağdat Türkiye`ye New York ve Washington`dan daha uzaktı. Oysa Ortadoğu`nun giderek çözülmez hale gelen sorunlarının yeniden çözülebilir olması için bir dışarıdan müdahale, yani Türkiye`nin Ortadogu`ya açılması lazımdı. AKP`nin Yeni Osmanlılık hayalleri tam da bu amaca uygun düşüyordu. AKP`deki Osmanlıcılık bu amaçla körüklendi.

PKK da bu müdahalenin, yani Türkiye`yi Ortadoğu`yla ilgilenmek zorunda bırakmanın bir başka adıdır. PKK ezildiği anda, Türkiye yeniden kendi içine kapanacak ve su yüzüne çıkmamış sorunlarını daha da içine gömerek yeniden Orta Doğu`dan uzaklaşmaya başlayacaktır.

Ama PKK`ya çok fazla imkan da verilmemelidir. Çünkü o takdirde Türkiye`nin ayrışması söz konusu olabilecektir. Bu yüzden PKK`yı Türkiye`den sürekli darbe yiyen ama yine de bir türlü ölmeyen bir örgüt seviyesinde tutmak gerekmektedir.

Öte yandan bu Türkiye Kürtlerinin Suriye ve Irak’ta yaşayan soydaşlarına yaklaşması için PKK-KCK gibi sınır ötesi yapılanmalara ihtiyaç vardır. PKK-KCK sınır ötesi özelliği dolayısıyla böylesi bir bütünleştirici siyaset güdebilecek Ortadoğu`daki tek örgüttür. Kuzey Irak Kürtleri Barzani ve benzerleri çürümüş ve fazlasıyla bölgesel karakterleri dolayısıyla böylesi bir role çok uygun değildirler. Nitekim bunun en iyi örneğini Kobani direnişi öncesi ve sonrasında gördük. Kobani`ye sözüm ona direnmeleri için gönderilen peşmergelerden bazıları kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, Batı`ya sığınıp orada iyi bir hayat yaşamak isteyen insanlardan başka bir şey değildiler. Bunların ideolojik yapısı hiç olmadığından Taliban karşısında kaçan Afgan askerlerinden veya IŞID karşısında kaçan şii askerlerinden temelde hiçbir farkları yoktu. Batı`nın Afganistan`da Taliban karşısında hiç elde edemeyeceği bir zaferi belki de Ortadoğu`da IŞID karşısında Batı`ya bir hediye gibi sunan yapılanma, PKK-KCK yapılanmasıdır. Çünkü PKK-KCK yapılanması en az Taliban veya IŞID kadar ideolojik bir içeriğe sahiptir. Onlardan tek farkı ideolojisinin dinsel değil, seküler oluşudur. Oysa kendi özel veya ailevi çıkarlarının dışında daha genel bir amaç uğruna ölmeye hazır olmak yeteneği Ortadoğu`da Batı yanlısı başka herhangi bir örgütte bulunmamaktadır. Obama'nın Suriye muhaliflerine yönelik "eğit-donat" programının çökmesinin bir nedeni de budur.   

Tabii bu, „bir amaç uğruna ölmeye hazır olmak“, savaşılan coğrafyaya göre farklılık gösteriyor.  Mesela Irak`taki şii askerler, tehlike kendi evlerine doğru yaklaşınca, gözünü budaktan sakınmaz birer kahraman haline gelebiliyor. Aynı şey Kuzey Irak`taki peşmergeler ve Afganistan`daki hükümet güçleri için de söylenebilir. Mesela Afganistan`daki Kunduz düşmesinin tek nedeni, Kunduz halkının genellikle peştun milliyetine mensup olması ve savaşan hükümet askerlerinin ise Afganistan`nın başka yörelerinden gelmiş olmasıdır. Yani onlar evlerini savunmuyorlardı. O nedenle kaçtılar. Aynı şekilde Şiiler de Musul önlerinde IŞID`den o nedenle kaçtı. Çünkü Musul şii değil, sünnî idi.

PKK-KCK`da farklı olan ise her yerde aynı sevk ve enerji ile, ideolojik bir amaç uğruna savaşma yeteneğidir. Bu açıdan islamiyet için savaştığı iddiasında olan IŞID ve Taliban örgütlerle aralarında bir benzerlik vardır. PKK-KCK işte IŞID karşısında bu nedenle tutunabilmektedir.

Peki ya IŞID? Onu ortaya çıkaran da Batı değil mi? Onun rolü ne peki?

Aslında yukarıda yazılanlardan sonra IŞID`e Batı tarafından neden gereksinme duyulduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Kürtleri birleştirmek için sadece PKK gibi sınırlar ötesi bir örgüt değil, belki de ondan daha etkili olan ortak bir düşman yaratmak gerekmektedir.

IŞID bu nedenle El Kaide`den daha farklı bir muameleye tabi tutulmuştur. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide`nin önder kadrosu 2-3 yıl içinde ortadan kaldırıldı. Oysa IŞID`in önder kadrosuna yönelik böylesi bir ortadan kaldırma hareketini Batı kaynaklı olarak görmüyoruz. Obama daha işin başında „Bu iş uzun sürecek“ deyiverdi. Aslında uzun sürecek derken kastettiği şu: 'IŞID`in kitle tabanı var. O nedenle hemen yok edilemez! Ayrıca ben IŞID`i yok etmek için kendi askerimi de oraya gönderemem'. Ama aslında arka planda gizli bir amaç da var. O da IŞID`in yok edilmesi için verilen mücadeleyi Ortadoğu`yu yeniden düzenlemek için siyasi bir araç olarak kullanmak. Yani IŞID sayesinde Kürtleri Araplardan ayrıştırmak ve onları kuzeye yani Türkiye`ye doğru itmek. Alman sol harelet lideri Sahra Wagenknecht, “Kendi yarattıkları terör örgütleriyle görünüşte savaşmak”la Batı`yı suçlarken bunu demek istiyor. Daha önce de Arjantin cumhurbaşkanı Cristina Fernández de Kirchner de buna benzer bir konuşma yapmıştı Birleşmiş Milletler`de. Bu arada Arjantin`in Falkland adaları dolayısıyla Batı ile arasının bozuk olduğunu ve Batı karşıtı bütün düşünce akımlarını gönüllü olarak desteklediğini belirtelim.

Öyleyse şu: karşılıklı emme başma tulumba gibi çalışan bir mekanizma var karşımızda: PKK-KCK ile Kürtleri tek bir amaç uğrunda seferber ederken, IŞID bütün bir Kürt ulusunun canına kasteden bir düşman olarak Kürtleri Kuzeye, yani Türkiye`ye doğru itiyor. Yani Türkiye ve Kürtler arasındakı ilişkilerde PKK-KCK ayrıştırıcı, İŞID de birleştirici, yapıştırıcı bir rol oynuyor. HDP ile de bu Türk-Kürt zoraki yakınlaşmasının ve olası birleşmesinin ideolojik, kurumsal ve kültürel alt yapısı hazırlanıyor. HDP`nin Türkiye`de iktidar ortağı olması seçeneği ile birlikte birleşme yönünde bir adım daha atılmak isteniyor. Ama birleşme çok hızlı olmamalı, ki alt yapı, yani demokratik kurumlar ve Türkiye`nin bu amaç uğrunda topyekun reformasyonu tamamlanabilsin. Birleşmeyi yavaşlatmak için ara ara Türkiye ile PKK arasında savaş patlatmak kolay. PKK zaten işarete bakıyor saldırmak için. PKK`nın burada üçüncü bir rolü daha çıkıyor ortaya: Birleşmeyi yavaşlatmak fonksiyonu.

AKP de bütün bunların uygulayıcısı durumunda şimdilik. Ama fazlasıyla kullanıldığından artık eski popülaritesi kalmadı o başka. Bu nedenle şimdi ona bir koltuk değneği, yani CHP gerekiyor.

CHP`yi silkeleyip onu modern reformist bir parti haline getirmeyi deneyebilirler. HDP`nin hükümet ortağı olması bu şekilde sağlanabilir. Olası bir CHP-HDP koalisyonunun Israil dostu olacağını söylemeye gerek yok tabii.

Aslında AKP`nin kuruluş amacı, onu bizzat kuranlarca çok farklı tanımlanıyordu. Yani AKP kurulurken, ona Batı tarafından hangi rolün biçildiğinden tamamen habersizdi. Bu husus da gelecek yazımın konusu olacak.



19 Eylül 2015 Cumartesi

Mülteci krizi Avrupa`yı vuracak.

Mülteci krizi Avrupa`yı vuracak. Çünkü Avrupa`ya yönelen göç dalgası kısa sürede durulacak gibi görünmüyor. Ayrıca mültecileri durduracak hiçbir güç dünyada mevcut değil. Bu dalga, aynı bir sel gibi ona karşı direnenleri de önüne katıp sürükleyecek bir güce sahip.

Bunun yanında uluslararası hukuk da mültecilerden yana. Cenevre Konvansiyonu „kaçmanın bir suç değil hak olduğunu“ belirtiyor. Dünya kamuoyu da, hayatını ve ailesini yok olma tehdidine karsı savunmanın hak olduğu konusunda hemfikir. Dolayısıyla mülteci akınına maruz kalan Avrupa ülkelerinin eli kolu bağlı. Mecburen kapıları açmak zorundalar.

Fakat bütün bunlar Avrupa`nin sosyo kültürel yapısının mülteci akınına karşı dayanıksız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye`nin 2 milyonu aşkın mülteciyi gıkını çıkarmadan ağırladığı bir ortamda, Avrupa`nın şu ana kadar topraklarina ayak basan 430.000 Suriyeli mülteciyi barındıramayacağını savunmanın mantıksız, hatta gülünç olduğu düşünülebilir. Ama Avrupa ile Türkiye`nin mülteci akını açısından çok önemli bir farkı var: Türkiye her ne kadar mültecilerin ilk ayak bastığı ülke ise de, gelenlerin önemli bir kısmı Türkiye`de kalmak istemiyor. Dolayısıyla Türkiye`deki sayının 2 milyonu artık çok fazla aşması mümkün değil. Avrupa`da ise gelen Suriyeli sayısı şimdiden 430.000`i buldu ve bu sayının nerde duracağı belli değil. Ancak tahminler yapılabiliyor. Aynı durum Suriye dışından gelen göçmenler için de geçerli.

Türkiye daha dayanıklı, Avrupa ise kırılgan

Evet Türkiye 2 milyonu aşkın Suriye`liyi barındırıyor. Ama Türkiye`nin bu göçmenlerle ilişkilerinde bazı avantajları var:

Bir kere gelenlerle Türkiye arasında kültürel ve coğrafi akrabalık var. Gelen Kürt ve Arap`lar için Türkiye yabancı bir ülke değil. Yanıbaşlarında bulunan varlığına alışkın oldukları bir ülke. Arada 911 kilometrelik bir sınır boyunca yüzyıla yakın zamandır sınır ticareti ile de pekişen doğal bir ilişki ve tanışıklık, kültürel ve tarihi ortaklık tesis edilmiş durumda. Bu ülkelerle Türkiye`nin yemekleri bile aynı. Bunun yanında Türkiye`de de Araplar ve Kürtler yaşıyor. Gelenlerle direkt akrabalık ilişkisi bulunan binlerce aile var Türkiye`de.

Avrupa`da ise tam tersine ırkçılık, yabancılara karşı korku ve çekingenlik, hatta saldırganlık söz konusu. Avrupa`nın kapalı bir kutu olması gerektigini öne süren Macaristan Başbakanı Viktor Orban gibi politikacıları var. Bu tür politikacılar Almanya`da da var.

Mülteciler Türkiye`ye herhangi bir tehlikeyi göze almadan geliyorlar. Geldikleri andan itibaren kendilerine bir takım hizmetler götürülüyor. Güvenlik yüzde yüz sağlanmış durumda. Horlanmıyorlar, aşağılanmıyorlar. Yüzlerine biber gazı sıkılmıyor. Avrupa`da olduğu gibi baskı ve engelleme, insan kaçakçılarına avuç dolusu para ödeme, yollarda can verme, günlerce aç ve susuz yürüme, yorgunluktan bitme ve kamyonlarda havasızlıktan ölme gibi riskleri yaşamıyorlar. Avrupa`ya gelmek için ise hem yol çok uzun, hem de hemen hepsinde geçirdikleri tehlikelerin üstüne polis şiddeti, aşağılanma sürecinden geçmiş olmaktan kaynaklanan ilave tepki ve hınc var. Gelenlerin psikolojik travma görmeden gelmesi hemen hemen mümkün değil.

Bunlardan belki de daha önemlisi Avrupa`nin Türkiye`ye nazaran konut ve şehirleşme standartlarının daha iyi, dolayısıyla pahalı olması. Ayrıca sağlık, kültür ve eğitim alanında Avrupa halklarının elde etmiş olduğu bazı haklar var. Hukuk düzeni, aynı hakların yeni gelenlere de tanınmasını zorunlu kılıyor. Avrupa maliyet açısından belli bir süre bu akına dayanabilirse de durum aslında bu dayanmanın pek uzun sürmeyeceğini gösteriyor. Çünkü rakamlar korkutucu. Burada daha çok bir mülteci akınından ziyade yuvarlandıkça büyüyen bir çığdan bahsetmek belki de daha doğru.

 Rakamlar korkutucu

2011`den Ağustos ayı sonuna kadar Avrupa`ya giren Suriyeli mülteci sayısı 430.000. Bu sayının yaklaşık dörtte biri (tamı tamına 108.897 kişi) Almanya`ya giriş yapmış durumda. Almanya aynı zamanda Afrika`da Eritre ve Nijerya`dan ve Asya`daki Afganistan-Pakistan ekseninden de mülteci alıyor. Yani Suriye`liler toplam mültecilerin şu anda sadece beşte birini oluşturuyorlar. Buna göre şu anda Almanya`da 629.000 civarında mülteci var zaten. 2015 sonuna kadar bir yıl içinde giren toplam mülteci sayısının 800.000’i bulması bekleniyor. Böylece 2015 sonunda Almanya`daki mülteci sayısı 1.400.000`i bulacak.

Aynı hızla mülteci akını sürerse 2016 yılı içinde ilave olarak 1.740.000 mülteci gelecek. Bunların tabii yine beşte biri Suriye`lilerden oluşacak. Buna göre 2016 sonunda Almanya’daki mülteci sayısı 3 milyonu, Avrupa’da 9 milyonu bulacak. Bu sayı 2020 sonunda Almanya’da 10 milyonu, tüm Avrupa çapında ise 30 milyonu bulacak. Tabii ki Suriye`den kaynaklanan akının hızı biraz kesilebilir. Çünkü Suriye mülteci akını bu ülkede devletin çökmesi sonucu oluştu. Oysa Afrika`dan kaynaklanan akının sefalet ve toplumsal organizasyon yokluğu gibi çok daha derin nedenleri var, bu nedenle hız kesmesi pek mümkün değil. Bu nedenle bu rakamın yine de her yıl, Almanya bazında yıllık 1.740.000 civarında bir ilaveyle 2020 sonuna kadar 10 milyonu, bütün Avrupa’da ise 30 milyonu bulması mümkün.

Yine de 450 milyonluk Avrupa nüfusu içinde bu rakam %7’lik bir rakam ve sindirilebilir gibi geliyor. Ama Avrupa parçalı bir bütün ve her ülke mültecileri kabul etme konusunda aynı derecede istekli değil. Ayrıca Doğu Avrupa`da yabancılara olan hoşgörü ve empati Batı Avrupa`dan çok daha az. Macaristan`da polisten kaçan mültecilere çelme takan kadın kameramanlardan bu ülkelerde milyonlarca var. Ayrıca Ingiltere ve Fransa bu konuda Almanya`yı yalnız bırakacak gibi konuya uzak duruyorlar. Bu nedenle geriye Almanya başta olmak üzere mültecilerin yükünü taşıyacak üç-beş Avrupa ülkesi kalıyor. Zaten mülteciler de kendilerini kabul etmek istemeyen ülkelere gitmek istemeyecekler, her ne pahasına olursa olsun germen asıllı Kuzey ülkelerine Almanya, Hollanda, Isveç`e yöneleceklerdir.

Mültecilerin toplam maliyetinin, Avrupa Birliği standartlarının yüksekliği yüzünden Avrupa çapında yıllık 30 milyar dolardan daha fazla olması pekâlâ mümkün. Türkiye 2 milyon mülteci için 2011-2015 arası 7 milyar dolar harcama yaptı. Kabaca milyon kişi başına 1 yılda 1 milyar dolar harcama gerekiyor. Yani bütün mülteci sorununun Avrupa`ya maliyeti 2020`ye kadar 150 milyar dolar olacağı hesaplanabilir. Bu rakamın kısa vadede tabii ki, Avrupa halklarından toplanacak vergilerle karşılanması gerekiyor. Çünkü gelenlerin hemen ekonomiye katkıda bulunması mümkün değil.
Bu nedenle mülteci sorununun finansal yükünün paylaşımı için Avrupa çapında bir ortak fon kurulması gündeme gelebilir. Ancak işin finansal yükü, entegrasyon denilen devasa sorunun sadece bir yönü. Işin bir de toplumsal yönü var. Işte bu yük sadece üç-beş ülkenin sırtında kalacak. Çünkü mülteciler sadece birkaç ülkede yoğunlaşacak. Avrupa`nın toplumsal ve siyasi yapısını en fazla tehdit edecek olan da bu.

Özellikle Almanya topraklarındaki 10 milyonluk yeni gelen ve entegrasyonu gereken kişilerle diğer ülkelerden daha fazla uğraşmak zorunda kalacak. Almanya Doğu Almanya`yi bünyesine 20 yılda katabildi. Doğu Almanya ile arasında kültürek farklılık, dil sorunu gibi problemler yoktu. Buna rağmen entegrasyonu daha yeni tamamlayabildiler. Yeni gelen göçmenlerle ise bütünleşme sorununu aşabilmek daha uzun bir zamana tabi ve daha maliyetli.

Ancak bir de işin çıkmazdan kurtulmayı kolaylaştıracak tarafı var. Gelenlerin hepsi genç, dinamik ve çalışmak istiyorlar. Içlerinde Avrupa özlemi çeken ve nitelikli işgücü anlamına gelebilecek aydınlar da bulunuyor. Ayrıca ihtiyaç içinde olduklarından her çeşit iş için en düşük ücreti kabul etmeye razılar. Bu kişilerin tasarruf oranları çok uzun bir süre düsük seviyede kalacak ve ev, beslenme ve eğitim için kazandıklarından daha fazla para harcayacaklardır. Bu da yüksek tasarruf oranlarıyla büyüme oranları baskılanan Avrupa ekonomilerine canlılık getirecek, kredi mekanizmasının çarklarını harekete gecirecektir. Yani bir bakıma gelen mülteciler kendi kendilerini finanse etmiş olacaklardır.  

Bu arada eğer Suriye iç savaşı öyle veya böyle bir çözüme yönelirse, giden Suriye`lilerin bir kısmının geri dönme ihtimali de var.

Ancak bu mekanizmalar oluşturuluncaya kadar toplumsal çalkantıların ortaya çıkması kaçınılmaz görünüyor. Bu kapsamda Almanya`da iktidar değişikliği, yani Merkel`in iktidarı bırakması sürecinin hızlanması kaçınılmaz. Avrupa mecburen siyasi anlamda sosyal demokrasiye kayacak. Başka çare yok. Avrupa eski kapalı kapıcı, muhazakâr çizgisinde ısrar edemez. Bu da karşı tarafı, yani ırkçı şiddeti keskinleştirecek.

Avrupa Mülteci Sorunuyla ilgili rakamlar

Almanya
2014 öncesi
2014
2015 Ocak Temmuz arası
Toplam 2015 Temmuza kadar
2015 toplam mülteci sayısı tahmini
Suriyeli mülteciler
          13.384  
          41.100  
          44.299  
  98.783
   285.444
Toplam mülteciler 
         426.355  
        202.645  
        218.221  
 847.221
1.427.221
Avrupa

625.920


4.281.663

Kaynaklar:

1-  Die Welt, 13 Fakten über Flüchtlinge in Deutschland


            2- EUROSTAT


3- BBC